3 Haziran 2011 Cuma

BİLÂL İBN-İ REBÂH


Korku ve Şiddetlerle Alay Eden Kişi!
Ömer ibnu'l-Hattab,Ebû Bekir anıldığı zaman şöyle deraı «Ebû Bekr efendimizdir ve o efendimizi azat etmiştir. Yani  Bilâl'ı...
Hz. Ömer'in «Efendimiz» lâkabını verdiği kimse gerçekten çok büyük ve şanslı bir kimsedir...
Ancak — ravilerin tarif ettiğine göre— rengi simsiyah, vücudu çelimsiz, saçları sık ve ince yüzlü bu adam kendisine yöneltilen ve lütfedilen medh ve övgü cümlelerini duymaz, sadece başını önüne eğip gözlerini kapatır, yanakları döktüğü gözyaşlarıyla ıslanmış bir halde şöyle derdi:
«Ben sadece bir Habeşliyİm... Ve daha düne kadar bir köley­dim!...»
Düne kadar bir köle olan bu Mabeşli kimdir?
İşte o, İslâm'ın müezzini ve putların kırıcısı Bilâl İbn-i Rebâh't
O, iman ve samimiyet mucizelerinden biridir...
Büyük İslâm'ın  mucizelerinden  biridir.
İslâm'ın başlangıcından bugüne ve Allah'ın takdir ettiği kadar, karşılaşacağımız her on müsiümandan —en az— yedisi Bilâî'itanır...
Yani asırlar ve nesiller boyunca milyonlarca insan Bilâl'i tanımış, onun adını   ezberlemiş,   İslâm'ın en büyük iki halifesi   Ebû   Bekr n Ömer'i öğrendikleri gibi onun devrini tam olarak öğrenmiştir,
Mısır'da, Pakistan'da Çin'de...
Kuzey ve Güney Amerika'da, Avrupa'da, Rusya'da, İrak'ta, Suri­ye'de, Türkiye'de, İran'da, Sudan'da Tunus'ta, Cezayir'de ve Fas'ta...
Afrika'nın derinliklerinde, Asya'nın tepelerinde...
Müslümanların oturduğu, yeryüzünün her bölgesinde öğreniminin ilk yıllarında olan herhangi bir müsiüman çocuğuna: «Çocuğum! Bilâl kimdir?» diye sorduğunda...
O sana : «Bilâl Hz. Peygamberin müezzinidir, dininden döndür­mek için efendisi tarafından ona kızgın taşlarla işkence edilen ve:
«Ehâd (Bir)... Ehâd (Bir)» diye cevap veren köledir» diyecektir.
İslâm'ın Bilâl'e lütfettiği bu ebediliği görünce şunu da bil ki bu Bilâl, İslâm'dan önce bir avuç hurma karşılığında efendisinin devele­rini otlatan bir köleden başka birşey değildi. İslâm olmasaydı, ölüm onun işini bitirip unutmanın derinliklerine atıncaya kadar kalabalıkta şaşkın şaşkın yürüyen bir köle olmasından başka birşey düşünüle­mezdi...
Fakat onun imanındaki samimiyet ve inandığı dinin azameti onu, hayatında ve tarihinde, İslâm büyükleri arasında büyük bîr yere ge­tirdi!...
Büyük insanlar, mevki, otorite ve servet sahiplerinin çoğu Ha-beşli köle Bilâl'ın elde ettiği ebediliğin onda birini bile elde edeme­diler!...
Hatta tarihteki kahramanlardan birçoğu Bilâl'in kazandığı tarihi şöhretin birazını olsun kazanamadılar.
Derisinin siyahlığı, soy ve sopunun düşüklüğü, bir köle olarak in-saniar yanındaki basitliği onu, İslâm'ı din olarak seçtiği sırada, sa­mimiyet teslimiyet, temizlik ve fedakârlığının ona lâyık gördüğü yük­sek mevkiye gelmekten mahrum etmemiştir.
Bunların hepsi onda, hesapta olmayan bir büyüklüğün mevcut ol­duğunu göstermiş herkesi hayrete düşürmüştür.
İnsanlar, Bilâl gibi bir kölenin yabancı bir ırka mensup olduğunu, onun ailesinin ve gücünün olmadığını, onun hayatta hiçbir şeye sa­hip olmadığını, parasıyla onu satın alan  efendisinin bir malı olduğu-
nu, onun efendisinin basit istekleriyle deve ve koyunları arasında gi­dip  gelen birisi olduğunu zannediyorlardı...
Onlar böyle bir varlığın hiçbir şeye gücünün  yetemiyeceğini onun  hiçbir şey olamayacağını  zannediyorlardı...
İşte o, bütün zanları alt-üst eder ve bir imana muktedir olur, hem de öyle bir iman ki, ondan başkası böyle bir imandan uzaktır... Sonra o, müsiüman olup Peygamber'e tabi olan her Kureyş efendisi ve bü­yüğünün kendisi için umduğu iş olan, Peygamber'in ve müslümanlı-ğın  ilk müezzini olur!...
Evet... Bilâl ibn-i Rebâh!
Ne şampiyona... Ve bu üç kelimenin —Bilâl ibn-i Rebâh'ın— ifâ­de ettiği  ne büyüklük?!...
O, siyah ırktan olan bir Habeşistanlıdır. Kaderi onu, Mekke'deki Cumâh oğullarından bazı insanların kölesi yapmıştı ki, annesi de on­ların cariyelerinden birisiydi...
O, kölelik hayatını yaşıyor, günleri birbirine benziyor ve kuru bir şekilde geçiyordu. Ne bugününde hakkı vardı, ne de yarınından ümi­di vardı!...
Mekke'de halk Muhammed'e ilgili haberleri birbirlerine aktarma­ya başladıklarında, efendilerinin ve onun misafirlerinin özellikle kö­lelerinden biri olduğu Cumâh oğulları kabilesinin şeyhlerinden Umey-ye ibn-i Halefin sözlerini dinlediğinde bu haberler Bilâl'ın kulağına da gelmeye başlamıştı.
O, Umeyye Ne arkadaşlarının ve kabile ferdlerinin birbirleriyle konuşurlarken Hz. Peygamber'den ekseriya öfke, üzüntü ve kinle bah­settiklerini duymuştu...
Bilâl'in kulağı, çılgın düşmanın sözleri arasından bu yeni dinin ona tasvir ettiği özellikleri kapıyordu... Bunların, yaşadığı bu çevrede yeni özellikler olduğunu hissediyordu. Nitekim onun kulağı, onların ürkütücü —tehdîdkâr— sözleri arasından Muhamed'in şerefini, doğ­ruluğunu ve emin oluşunu da kapıyordu!...
Evet... Onların, Muhammed'in getirdiği şeye şaşırdıklarını ve ona hayran kaldıklarını da işitiyordu!...
Onlar birbirlerine şöyle diyorlardı: Muhammed hiçbir gün yalan­cı, büyücü ve deli olmadı... Bugün bütün bunlarla onu kötüleyecek bir şeyimiz olmasa da, onun dinine girecek olanları ondan alakoyacağız!
Bilâl onların; Hz. Peygamber'in emin oluşundan... Vefakârlığından... Mertliğinden ve ahlâkından...
Temizliğinden ve çok akıllı olduğundan bahsettiklerini de duy­muştu...
Kendilerini onunla uğraşmaya ve ona düşmanlık yapmaya sevke-den sebepleri de aralarında konuşurlarken duymuştu. Bu sebepler: Önce, onların atalarının dinine bağlılığı... İkincisi, Kureyş'İn şerefine zarar geleceği korkusuydu. Bütün Arabistan'da ibâdet merkezi olarak, orayı dinî merkez haline getiren bu şereftir. Sonra, Haşim oğullarına kin gütmeleri, çünkü peygamber, kendilerinden değil de onlardan çık­mıştı!..
Birgün Bilâl ibn-i Rebâh, Allah'ın nurunu görür, temiz ruhunun derinliklerinde hakikatin sesini duyar ve hemen Allah'ın Rasûlü'ne gider ve müsiüman olur... Bilâl'ın müslüman oluşu yayılmakta gecik­mez... Dünya Cumah oğullarının efendilerinin kafalarında döner... Bunlar  kibirin  şişirip, gururun ağırlaştırdığı   kafalardır!..
Yeryüzünün şeytanları, kölelerinden birinin müsiüman oluşunu kendilerini utanca garkeden bir tokat gibi gören Umeyye ibn-i Halefin göğsüne yerleştiler...
Habeşli köleleri müslüman oluyor ve Muhammed'e tabi oluyor ha!...
Umeyye kendi kendine: Buna rağmen zararı yok... Sadece bugü­nün güneşi bu kaçak kölenin müslüman oluşuyla batacak!..
Fakat güneş şimdiye kadar Bilâl'in müslüman olmasıyla batmadı. Aksine bir gün Kureyş'İn bütün putlarıyla ve oradaki putçuluğun ko­ruyucuları ile birlikte battı!..
Bilâl'in İslâm ona daha İâyiksa da yalnız İslâm'ın şerefi ol­mayan bir durumu vardır, fakat o bütün  insanlığın şerefidir.
O, büyük salih insanlar gibi en katı işkence türleriyle karşılaş­mıştır.
Sanki Aliah, yüzü siyah olanlar ve köle olanların iman edip ya­ratanına sarıldıkları ve haklarına yapıştıklarında ruh yüceliğine nail olamayacakları hususunda onu insanlara bir örnek yapmıştı...
Bilâl ise zamanındakilere ve her zamandakilere, kendi dininden ve her dinden olanlara tam bir ders, vicdan hürriyetinin ve yüceliği­nin, ne dünya kadar altın ne de dünya kadar işkenceyle satılamıyacaği manâsına gelen  bir ders vermişti...
Dininden döndürmek veya inancının bozuk olduğunu gösterme üzere çıplak olarak korların üzerine yatırılmış ama o direnmiştir...
Peygamber ve İslâm, vicdana saygı sanatında, vicdan hürriyetini ve onun yüceliğini korumada, bu ezilmiş Habeşli köleden bütün insan­lığa bir üstad meydana getirmişti.
Onu, çölü öldürücü Cehennem'e çeviren öğle sıcağında dışarı çı­karıyorlar... Çıplak olarak, kızgın taşların üzerine atıyorlar, sonra, birkaç kişinin yerinden kaldırıp taşıyabildiği kızgın bir taş getiriyorlar ve onu Bilâi'in vücûduna, göğsüne koyuyorlardı.
Bu işkence her gün tekrarlanıyordu. Nihayet cellâtlardan bazıla­rının işkencenin şiddetinden dolayı kalbleri yumuşayıp sadece  bir tek kelimeyle de olsa tanrılarını iyi oiarak zikretmesi karşılığında onu serbest bırakmaya razı oldular. Onlar için, o bir kelime, tanrıla­rının büyüklüğünü korumaya yetecekti. Kureyş ise kölelerinin diren­mesi ve inadı karşısında rezil olduklarını söyleyemiyorlardı.
Ancak, kalbinin gerisinden söyleyebileceği, imanını kaybetmeden hayatını ve canını satın alabileceği ve kanaatinden vazgeçebileceği bu tek kelimeyi bile, geçici bu tek kelimeyi bile Bilâl söylemeyi reddetti!..
Evet, onu söylemeyi reddetti ve onun yerine ebedî marsını tek-rarlayıp duruyordu!..
«— Ehâd (Bir)... Ehâd (Bir)...»
Cellâdları ona haykırıyor, hattâ şöyle demesi İçin ona yalvarıyor-lardı. <sLât ve Uzza'yı söyle...» O da onlara.
«—Ehâd... Ehâd...» diye cevap veriyordu.
Onlar: «Bizim dediğimiz gibi de» diyorlardı. O da tuhaf bir tavırla ve can sıkıcı bir alayla:
«— Benim dilim onu iyi söyleyemiyor!.» diyordu.
Bilâl, öğle vaktinin şiddetli sıcağında kalır, akşam olduğunda onu ayağa kaldırırlar ve boynuna bir ip takarlar, sonra çocuklarına onu Mekke'nin tepelerinde ve caddelerinde dolaştırmalarını emrederlerdi... Ve Bilâl dilinden mukaddes marşı «Ehâd, Ehâd»i düsürmezdi.
Gece olunca onunla şöyle pazarlık ederler:
«— Yarın, tanrılarımız hakkında iyi sözler söyle, Rabbim, Lât ve Uzza'dır, de. O zaman seni kendi haline bırakırız. Sana işkence et­mekten usandık. Hatta sanki bize işkence ediliyor!»
O, başını sallar ve şöyle der:  «Ehâd Ehâd».
Umeyye ibn-i Halef onun yüzüne bir yumruk patlatıp, öfkeli ve üzüntülü olarak şunu haykırır:
«— Seni bana hangi uğursuzluk getirdi, ey pis köle... Lât ve Uz-za'ya yemin olsun ki! Seni köle ve efendilere ibret olacak hale geti­receğim...
Bilâl kesin bir iman ve ruh yüceliğiyle:
«— Ehâd, Ehâd» dedi.
Kendisine, ona acıyor rolünü oynama görevi verilen kimse tekrar konuşmaya ve pazarlığa başlar:
«— Umeyye! Sen çeki!!.. Lât bugünden sonra işkence etmeyecek, Bilâl artık bizden. Annesi bizim cariyemizdir. Müslüman olmakla o bi­zi Kureyş'in dedikodusu ve maskarası yapmaya razı olmayacak...»
Bilâl, onların yalancı ve sahte yüzlerine bakar, sabah aydınlığı gibi olan gülümsemesini keser ve onları titreten bîr sakinlikle:
«— Ehâd.. Ehâd» der.
Yine sabah olur şiddetli öğle sıcağı yaklaşır, Bilâl yine kızgın çöle götürülür, o herzamanki gibi sabırlı, dirençli ve azimlidir.
Ebû Bekr es-Sıddîk, işkence ederken onların yanma gider ve şöy­le haykırır:
«— Bir insanı «Rabbim Allah» dediği için mi öldürüyorsunuz?»
Sonra Umeyye Îbn-İ Halefe:
«— Değerinden daha fazlasını al ve onu serbest bırak...» der.
Sanki Umeyye batmak üzereydi de ona cankurtaran sandalı ye­tişmişti.
Ebû Bekr'in Bilâl'in azad parasını teklif ettiğini duyunca Umey-ye'nin içi rahatladı. Çünkü Bilâl'ın itaat edeceğinden ümitlerini kes­mişler ve bunu kendilerine iyice dert edinmişlerdi. Onlar tüccar ol­duklarından, onlar için Bllâl'i satmanın, ölmesinden daha kazançlı ol­duğunu anlamışlardı.
Onu, hürriyetine kavuşturmak isteyen Ebû Bekr'e hemen sattı­lar. Bilâl hür insanlar arasındaki yerini aldı... Ebû Bekr hürriyete gö­türmek üzere Biiâl'i koltuğunun altına alınca Umeyye ona:
«Onu al, Lât ve Uzza'ya yemin ederim ki, eğer onu sadece bir tek okıyyeye (12 dirheme) satın almaya razı olsaydın yine de sana sa­tardım...
Ebû Bekr, bu sözlerdeki ümitsizlik acısını ve çaresizliği farketti. Bunlar cevaba lâytk sözler değildi.
Ama bu sözlerde, din kardeşi olan bir kişinin şerefine sataşmada bulunulduğu için Umeyye'ye şöyle cevap verdi:
«— Vallahi! Siz onu, yüz okıyye'den aşağısına satmaya razı ol­masaydınız o parayı ben yine de öderdim!..»
Ebû Bekr hürriyete kavuştuğunu müjdelemek üzere arkadaşı Bi lâl'i  Rasûlüllah'a (s.a.v.) götürdü. Büyük bir bayram oldu!
Rasûlüllah (s.a.v.) ve müslümanlarm Medine'ye hicret edip oraya yerleşmelerinden sonra, Hz. Peygamber ondan namaz için ezan oku­masını ister...
Ufuk boyunca ezanın tekbirleri çınlarken günde beş defa namaz için kim müezzinlik yapacaktı?
İşte, onüç yıldan beri, işkence edilirken yere yıkıldığında bile: «Allah ehâddır (birdir) ehâd» diye haykıran  Bilâl.
O gün Rasûlüüah, (s.a.v.) Bilâli İslâm'ın ilk müezzini olarak seçti. O, gür ve coşturucu sesiyle gönülleri iman, kulakları hayretle dol­durmak üzere yürüdü. Şöyle haykırıyordu:
Allahu ekber, Allahu ekber
Allahu ekber, Allahu ekber
Eşhedu enlâilâhe illallah
Eşhedu enlâilâhe illallah
Eşhedu enne Muhammeden  Rasûlüllah
Eşhedu enne Muhammeden Rasûlüllah
Hayye   ale's-salâh
Hayye   ale's-salâh
Hayye ale'l-felâh
Hayye ale'l-felâh
Allahu ekber, Allahu ekber
Lâ ilahe illallah...
Gün gelir müslümanlarla harbetmek için Medine'ye gelen Kureyş ordusu arasında savaş çıkar...
Savaş çok sert ve acımasızca devam etmektedir. Bilâl müslüman-ların iik savaşı olan Bedir savaşında çarpışmaktadır. Bu savaş Rasû-Iüllah'ın (s.a.v.) «Ehâd Ehâd-ı parola yaptığı savaştır.
Bu savaşta Kureyş ciğerparelerini, çocuklarını savaşa çıkarmış­tı. Bütün eşraf müslümanlarla savaşmaya çıkmıştı!.
Bir zamanlar Bilâl'ın efendisi olan ve ona vahşi bir şekilde iş­kence etmiş olan Umeyye İbn-i Halef harbe gitmemeye niyet etti...
Umeyye'nin arkadaşı Ukbe İbn-i Ebî Muâyt, arkadaşının harbe git­meyeceğini öğrenince, eline bir parfüm kutusu alarak Umeyye'ye git­meseydi ve oturduğu topluluk içinde parfüm kutusunu önüne koyup: «Ebû Ali! Bu kokudan sürün, çünkü sen ancak kadınlardansın» deme­seydi, o, hâlâ harbe gitme niyetinde değildi!.
Umeyye: «Allah seni ve getirdiğini kahretsin» diyerek haykırdı.
Daha sonra, diğerleriyle biriikte savaşa çıkmaktan başka bir çare bulamadı ve çıktı.
Acaba kaderinde neler vardı?.
Ukbe İbn-i Muayt, Umeyye'yi Bilâl'e ve diğer zayıf müslümanlara işkence etmeye teşvik edenlerin en başında geliyordu...
Bugün onun ölümü orada olacak. Bedir savaşına çıkmaya teşvik eden bizzat o idi!.
Yine Ukbe'nin ölümü de orada olacaktı!
Umeyye savaşa gitmek istemeyenlerdendi. Eğer, gördüğümüz gi­bi Ukbe onu zorlamasaydi çıkmayacaktı.
Fakat Allah buyruğunu yerine getirir. Umeyye mutlaka çıkacak çünkü onunla Allah'ın kullarından birisi arasında eski bir hesap var­dır. Hesabın görülme zamanı gelmiştir. Deyyan (Hesaba çeken) (1) öl­mez, hesaba çektiğiniz gibi, hesaba da çekilirsiniz!...
Kader, zalimlerden öç almasını iyi bilir.. Tahriklerine kapılıp safi) Allah Tealâ'nın sıfatlarından birisi.
lih mü'minlere işkence etmede nefsine uyan Umeyye'yi ölüm alan m götürecek olan da Ukbe'dir.
Acaba kimin eliyle?
Bizzat Bilâl'ın eliyle mi? Tek başına Bilâl'in eliyle mi?
Umeyye'nin zincir takıp vurarak ve eziyet ederek sahibinin ca nını yaktığı aynı el.
Bu elin ta kendisi, o gün yani Bedir savaşında, kaderin tam denk getirdiği randevuda, mü'minlere düşmanlık yapan Kureyş'in cellâdıy-la birliktedir.
İşte durum, tam ortadadır..
İki taraf arasında çarpışma başlayıp müslümanların tarafı paro lan olan «Ehâd, Ehâd» ile çalkalandığında, Umeyye'nin kalbi yerinder fırladı ve ona bir korku geldi.
Dün, kölesinin, işkence ve dehşet altında tekrar edip durduğu kelime, bugün bir dinin ve yeni ümmetin tamamının parolası olmuştu!.
«Ehâd, Ehâd».
Böyle mi? Bu hızla mı?. Ve bu büyük gelişmeyle mi?.
Kılıçlar sakırdadı ve harp şiddetlendi..
Çarpışmanın sonuna doğru, Umeyye İbn-i -Halef, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) arkadaşı Abdurrahman İbn-i Avf'ı görüp ona sığındı ve canını kurtarmak ümidiyle onun esiri olmak istedi.
Abdurrahman, Umeyye'nin teklifini kabul edip ona eman vercli. Daha sonra onu harbin ortasında esirlerin tutulduğu yere götürdü.
Yolda onu Bilâl görüp şöyle haykırdı:
«— Küfrün başı, Umeyye İbn-j Halef... Eğer o kurtulmuşsa ben kurtulmuş olmayayım..»
Umeyye'nin uzun zamandan beri gurur ve kibirini ağırlaştırdığı başını koparmak için kılıcını kaldırdı ama Abdurrahman İbn-i Avf ona bağırdı :
' «— Bilal!.. O benim esirim». Harp ateşi yanıp tutuşurken, bir esir ha?
Bir dakika önce, müslüman cesedlerine yapılanlardan dolayı kı­lıcından kan damlarken bir esir ha?.
Hayır.. Bilâl'e göre, bu komik bir şeydi ve onunla alay etmek, de­mekti.  Umeyye gülüp onunla yeterince alay etmişti.
Umeyye, böyle  bir gün için, böyle bir savaş meydanı ve böyle
bir akıbet için sakladığı alayı eksik bırakmadan yapmıştı!.
Bilâl din kardeşi Abdurrahman fbn-j Avf'in himayesine aldığı ki­şiye tek başına saldıramıyacağını anladı ve yüksek sesle müslüman-iarın arasında şöyle bağırdı:
«— Ey Allah'a yardım edenler! İşte, küfrün başı Umeyye İbn-i Halef,  eğer o  kurtulursa ben kurtulmuş olmayayım!.»
Kılıçlarından ölüm damlayan bir müslüman topluluğu gelip Umey-ye'yle oğlunu kuşattılar —Oğİu da Kureyş'le beraber savaşıyordu— ve Abdurrahman İbn-i Avf hiçbir şey yapamadı. Hatta kalabalığın da­ğıttığı zırhlarını bile koruyamadı.
Bilâl sakırdayan kılıçların altında düşen Umeyye'nin cesedine uzun  süre baktıktan sonra, gür  sesiyle:
«— Ehâd, Ehâd» diyerek hızla onun yanından ayrıldı.
Böyle bir durumda Bilâl'ın hoşgörüsünün faziletini incelemenin hakkımız olduğunu sanmıyorum..
Bilâl'Ie Umeyye'nin karşılaşması başka şartlarda olsaydı. Bilâl'-den tolerans hakkını istememiz caiz olurdu ve böyle bir iman ve tak­vaya sahip olan kişi bu konuda cimri olamazdı.
Fakat aralarında vaki olan karşılaşma her iki tarafın hasımlarını yok etmek için geldikleri bir savaşta olmuştur.
Kılıçlar parlamakta, insanlar ölüp yere düşmektedirler. Bilâl, üze­rinde Umeyye'nin yaptığı işkencelerin izlerini taşırken, onu vücudun­da sadece parmak ucu kadar yer bırakılmış olarak görür.
Onu nerede ve nasıl görüyor?.
Onu harp meydanında, ele geçirdiği her müsiüman başını biçer­ken görüyor. Eğer o sırada, Bilâl'ın başına ulaşsaydı, onu da uçururdu.
İki kişinin karşılaştığı böyle şartlarda Bilâl'e:
 «— Niçin iyi bir tolerans göstermedi» diye sormamız doğru bir mantık değildir?
Günler geçer.  Mekke fethedilir...
Hz. Peygamber, on bin müslümanın başında şükrederek ve tekbir getire getire Mekke'ye girer.
Önce Ka'be'ye. Kureyş'in, yılın günleri sayısınca putlarla doldur­duğu bu mukaddes yere yönelir!.
Hak geldi, batıl yok oldu.
Bugünden itibaren ne Uzza ne Lât ne de Hubel var. İnsan bugün­den sonra ne bir taşın ne de bir putun önünde eğilecek... İnsanlar ancak benzeri olmayan tek ve yüce olan Allah'a gönüllerince ibadet edecekler...
Peygamber,  yanında  Bilâl'Ie  Kabe'nin  içine  girer!.
Kabe'nin içine girer girmez bir heykelle karşılaşır. Heykel Hz. İb­rahim'in fal okîanyla kısmet aradığını temsil etmektedir. Rasûlüilah (s.a.v.) öfkelenip :
«Allah onları kahretsin... Şeyhimiz fal oklarıyla kısmet aramazdı. İbrahim ne yahudî ne de hıristiyandı, ama o hanifti, müslümandi, müşriklerden değildi».
Hz. Peygamber Bilâl'e Kabe'nin damına çıkıp ezan okumasını em­reder.
Bilâl  ezan okuyor...  Ne> güzel zaman, ne güzel mekan, ne güzel münasebet!.
Mekke'de hiçbir hareket yok. Binlerce müslüman, huşu içinde, Bilâl'den sonra ezanın kelimesini içinden tekrar etmek üzere kesilmiş bir soluk gibi ayakta dururlar.
Evlerindeki   müşrikler   nerdeyse   inanamazlar:
Bu Muhammed ve dün bu diyardan çıkarılan yoksulları mı?
Gerçekten, beraberindeki onbin mü'minle  birlikte o mu?
Gerçekten bu, birbirimizle atışıp, savaştığımız, ailesinden ve ak­rabalarından en sevdiklerini  öldürdüğümüz  kimse mi?
Gerçekten bu, boyunlarımız önünde, bize hitabede bulunup:
«— Gidiniz... Sizler serbestsiniz» diyen kimse mi?
Fakat Kureyş eşrafından üçü Kabe'nin avlusunda oturuyorlardı. Ayaklarıyla putlarını çiğneyip tozlanmış put yığınlarını tepesinden bü­tün Mekke ufuklarında bahar kokusu gibi yayılan ezanla sesini yük­seltirken, Bilâl'ın orada olması adetâ onları yakıp kavuruyordu...
Bu üçü : Ebû Sufyan İbn-i Harb
—Henüz birkaç saat önce müs-lüman olmuştu— Attab İbn-i Useyd ve el-Hâris İbn-i Hişam'di —Bu ikisi henüz müslüman olmamışlardı.—
Ezanını okurken, gözü  Bilâl'in  üzerinde olarak Attab :
«— Allah, babam Useyd'i vaktiyle öldürdü de şu sesi işitmemek nimetini  ikram etti» dedi. El-Haris  ise:
«— Muhammed'in hak olduğunu bilsem vallahi ben de icabet eder­dim» dedi.
Dahî Ebû Sufyan onların konuşmasına şöyle katıldı :
«— Ben hiçbir şey söylemiyeceğim. Şayet birşey söylersem şu çakıllar bile dile gelerek hemen gidip ona haber veriyorlar!»
Hz. Peygamber Kabe'den ayrıldıktan sonra onları gördü. Bir bakış­ta onların yüzlerini okudu.  Gözleri Allah'ın nuru ve zafer sevinciyle
parlayarak :
«— Söylediklerinizi biliyorum» dedi.
Konuştuklarını onlara anlatmaya başladı.
El-Haris'ie Attab:
«— Biz şehadet ederiz ki, sen Allah'ın elçisisin. Vallahi bunla­rı konuştuğumuz sırada bizi, kimse dinlememişti ki o sana haber ver­sin. Herhalde sana bir taraftan haber veriliyor!...»
O ikisi, Bilâl'i yepyeni kalplerle karşıladılar.
Zihinlerinde, Mekke'ye ilk girdiğinde Hz. Peygamber'in yaptığı konuşmada işittikleri şu kelimelerin yankısı vardı:
'— Ey Kureyş topluluğu!...
Şüphesiz Allah sizden Cahiliye kibirini ve atalarla büyüklenmeyi kaldırmıştır.
İnsanlar Adem'dendir... Adem de  topraktandır».
Bilâl Rasûlüllah'la [s.a.v,] birlikte yaşamış ve bütün olaylarda onun yanında olmuştur. Namaz için ezan okur, kendisini karanlıklar­dan aydınlığa, kölelikten, hürriyete kavuşturan bu büyük dinin şiar­larını yaşatır ve  korurdu...
İslâm'ın şanı yüceldi, onunla birlikte müslümanların şanı da yü~ çeldi. Bilâl'in; kendisini «Cennetliklerden birisi» diye niteleyen Rasû-lüilah'ın kalbine yakınlığı her gün artıyordu.
Fakat Bilâl, daha önceki gibi, alçak gönüllülüğünü muhafaza etti. O kendisini ancak: «Daha düne kadar köle olan bir habeşii» olarak gö­rüyordu!..
Bir gün o kendisine ve kardeşine kız istemek için gitti. Kızların babasına :
„— gen Bilâl'im. Bu da kardeşim. Biz Habeşistan'lı iki köleyiz... Biz yolumuzu şaşırmıştık. Allah bizi doğru yola ulaştırdı. Biz iki köley­dik, Allah bizi kölelikten kurtardı... Eğer siz bizi evlendirirseniz, Al­lah'a hamdolsun... Eğer bizi evlendirmezseniz ne yapalım, Allah bü yüktür!.»
Hz. Peygamber, birbirlerinden hoşnut bir şekilde Raflk-i A'la'ya gittiğinde, müslümanların başına ondan sonraki Halifesi Ebû Bekr es-Sıddîk geçti.
Bilâl Rasûlüilah'ın [s.a.v.} halifesine gidip şöyle der : «— Ey Allah'ın elçisinin halifesi...
Ben  Rasûlüllah'ın-fs.a.v.},  mü'minin  en  faziletli ameli, Alla Sunda cihâddır» dediğini duymuştum.
Ebû Bekr ona :
«— Ne istiyorsun  Bilâl?» dedi.
O da:
«— ölünceye kadar Allah yolunda cihâd etmek istiyorum» dedi.
Ebû Bekr:
«— Peki, bize ezanı  kim okuyacak?» dedi.
Bilâl, gözlerinden yaşlar boşaiarak:
«— Allah'ın Rasûlü'nden sonra hiç kimseye ezan okuyamam» dedi.
Ebû Bekr:
«— Burada kal ve bize ezan oku, Bilâl!» dedi.
Bilâl :
«— Eğer beni kendin için azat ettinse emret, senin yanında ka­layım, şayet beni Allah rızası için azat ettinse o zaman bana izin ver gideyim...» dedi.
Ebû Bekr:
«—  Bilesin  ki  ey  Bilâl sen Allah  için azad edilmiştin» dedi.
Raviler değişik şekillerde rivayet etmektedirler: Bazıları onun, mücahid  olarak  kaldığı Şam'a gittiğini söylerler.
Bazıları da onun, Ebû Bekr'in kendisiyle birlikte Medine'de kal­ma ricasını kabul ettiğini, Ebû Bekr vefat edip halifeliğe Hz. Ömer ge­çince ondan  izin  isteyip Şam'a gittiğini  rivayet ederler.
Hangisi olursa olsun, Bilâl, Allah ve Rasûlü'nün sevdikleri en hayırlı amel üzerindeyken Allah ve Rasûlüyle karşılaşmaya azmede­rek ömrünün geri kalanını İslâm sınırlarında cihâd etmeye adamıştır.
Artık gür, duygulu ve heybetli sesi ezan okumuyordu. Çünkü ezan­da: «Eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah: Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim», cümlesini söyleyemiyordu. Çünkü hatıralar onu coşturuyor ve üzüntüsünden sesi kayboluyor ve çıkar­dığı  kelimeler gözyaşları ve  üzüntülerle  boğuluyordu.
Onun son ezanı, Emîrulmü'minin Ömer'in Şam'ı ziyaret ettiği gün­lerde olmuştu. Müslümanlar, bîr tek namazda olsun, Bilâl'ı ezan oku­maya razı etmesi için Hz. Ömer'e geldiler.
Emîrulmü'minin Bilâl'i çağırdı. Namaz vakti gelmişti. Ondan na­maz için ezan okumasını rica etti. Bilâl çıkıp ezanı okudu. Bilâl'ın ezan okuduğu sıralarda Hz. Peygamber'i görmüş olan sahabîler ağla­dılar... Hem de daha önce hiç ağlamadıkları bir şekilde ağladılar... Hz. Ömer ise onların en çok ağlayanıydı!...
Bilâl arzu ettiği şekilde Allah yolunda cihâd ederek Şam'da vefat etti...
Bugün Şam topraklarında, inanç ve kanaatini  en  sağlam şekilde koruyan  insanlardan  biri  yatmaktadır. [1]




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı