3 Haziran 2011 Cuma

EBU MUSA EL-EŞ'ARİ



Ne  olursa olsun,  ihlâs...
Emirulmü'minin Ömer Ibnu'i-Hattâb kendisini vali olarak Basra'ya gönderdiğinde o, halkı toplayıp şu konuşmayı yapmıştı:
«— Mü'minierîn Emiri Ömer, beni size, Rabbinizin "kitabını, pey-« gamberinizin (s.a.v.) sünnetini   öğretmek ve yollarınızı   temizlemek üzere gönderdi!...»
Halkı bir dehşet ve hayret kapladı. Çünkü onlar idarecinin halkı kültürlü hale getirmesi ve onlara dinlerini öğretmesinin nasıl bir gö­rev olduğunu biliyorlardı. Yalnız, yolları temizleme görevi onlar için yeni  bir şeydi, hatta enteresan ve tuhaf birşeydi.
Hasan-ı Basrî'nin, hakkında;
«— Basra'ya halk için ondan daha iyi bir yolcu gelmedi» dediği bu vali  kimdi  acaba?.
İşte o, Ebû Musa ei-Eş'ârî künyeli, Abdullah İbn Kays'ti...
Mekke'de tevhidi anlatan, bilerek Allah'a davet eden ve güzel ahlâkı emreden bir peygamberin (s.a.v.) çıktığını duyar duymaz ora­ya  gitmek üzere  memleketi Yemen'den  ayrıldı.;.
Mekke'de Resûlüllah'ın {s.a.v.) huzuruna oturdu ve ondan hidâ­yet ve kesin imanı aldı...
Kelime-i tevhidi alarak memleketine döndü. Daha sonra, Hayber'in fethi bittikten hemen sonra Resûlüllah'a (s.a.v.) gitti.
Onun gelişiyle, Cafer İbn Ebî Talib'le arkadaşlarının Habeşistan'­dan dönüşleri aynı vakte rastladı ve peygamber (s.a.v.) de onlara ka­tıldı...
Ebû Musa bu gelişinde yalnız gelmemiş, onunla birlikte, kendile­rine İslâm'ı telkin' ettiği Yemen halkından elli küsur kişi ve onun Ebû Ruhm ve  Ebû  Burde isimli  iki kardeşi  de gelmişti...
Peygamber (s.a.v.) bu heyete bir isim verdi...
Hepsini  «Eş'ârîler» diye isimlendirdi...
Peygamber (s.a.v.) onları en yufka yürekli insanlar diye niteledi...
Çoğunlukla onları ashabına en büyük misal olarak verir onlardan şöyle söz ederdi:
«— Eş'ârîler'in bir savaşta erzakları tükenir veya ellerindeki yi­yecekler azalırsa, onlar mevcut olanları bir torbada toplar sonra onu eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir... Ben de onlardanım!..»
O günden itibaren Ebû Musa, kendilerine Resûlüliah'ın (s.a.v.) ashabı ve öğrencileri olmak, bütün çağ ve zamanlarda dünyaya İslâm'­ın taşıyıcıları olmak nasip olan müslüman ve mü'minler arasındaki devamlı   yerini aldı...
Ebû Musa büyük vasıfların garip bir karışımıydı...
O, savaşmaya mecbur kalırsa cesur bir asker ve yürekli mir mü-câhiddi...
O, barışçıydı, iyiydi ve son derece sakindi!...
O, anlayışlıydı, sağlam kararlıydı, zekiydi, kapalı konulan doğru anlamada iyi idi, fetva ve hüküm vermede önde gelenlerdendi. Hatta şöyle denilmişti:
«— Bu ümmetin kadıları, (hakimleri) dörttür: Hz. Ömer, Alî, Ebû Musa ve Zeyd İbn Sabit'tir».
Buna rağmen, temiz bir fıtrat sahibiydi ki, Allah rızası konusunda onu kim aldatırsa, onun için aldanırdı!...
Onun sorumluluklarına bağlılığı büyüktü... İnsanlara güveni çoktu...
Eğer hayatındaki bir olaydan bir parola seçmek istesek, mutla­ka şu cümle olurdu:
«Ne olursa olsun, ihlâs...»
Cihâd  yerlerinde el-Eş'ârî,  şerefli   bir atılganlıkla sorumlulukla­rını yüklenirdi. Bundan dolayı Resûlüllah (s.a.v.) onun hakkında: «— Yiğitlerin efendisi Ebû Musa'dır» demiştir.
İşte o bize, bir asker olarak hayatından bir tablo gösteriyor:
«—Resûlüliah'la (s.a.v,) birlikte bazı savaşlara gittik. O savaş­larda ayaklarımız parçalandı. Benim ayaklarım prçalandı, tırnaklarım düştü. Hatta ayaklarımızı bez parçalarıyla sarmıştık!...»
O, iyi niyetliliği yüzünden savaş halindeki bir düşmana karşı ha­reket etmezdi...
O, böyle bir yerde işleri tam bir açıklıkla görür ve kesin bir şe­kilde karara bağlardı...
Müslümanlar İran'ı fethederlerken e!-Eş'ârî ordusunu, ona cizye vermek üzere anlaşma isteyen ve onun da bu anlaşmayı kabul ettiği İsfahan'da konaklatmıştı...
Ancak Isfahan halkı bu anlaşmasında samimi değildi... Onlar kal­leşçe bir darbe için fırsat arıyorlardı.
Fakat, Ebû Musa'nın gereken yerlerde kaybolmayan-ihtiyatı bun­ların durumunu ve geceleyin yapmak istediklerini araştırıyorlardı. On­lar darbeye niyetlenince komutan gafil avlanmadı. Bu arada onlara savaş ilân etti. Öğle olmadan büyük bir zafer kazandı.
Müslümanların Acem imparatorluğuna karşı yaptıkları savaşta Ebû Musa el-Eş'ârî'nin büyük bir kahramanlığı ve yüce bir cihâdı vardı.
Özellikle, Hürmüzan'ın ordusuyla içine çekilip orada korkunç bir ordu topladığı Tüster savaşının kahramanı Ebû Musa'ydı.
Emîrulmüminin Hz. Ömer o gün başlarında Ammar İbn Yâsîr, el-Berâ İbn Malik, Enes İbn Mâlik, Meczeetü'l-Bekrî ve Seleme İbn Ra-câ'nın bulunduğu büyük bir sayıdaki müslümam ona takviye olarak göndermişti...
İki ordu karşılaştı...
Ebû Musa'nın komutasındaki müslüman ordusuyla Hürmüzan ko­mutasındaki İran ordusu en şiddetli çarpışmalardan birlndedir.
Acemler muhkem Tüster şehrinin içine çekildiler...
Müslümanlar orayı günlerce kuşattılar, nihayet Ebû Musa kafa­sını çalıştırıp bîr hîle buldu...
O, bir acem ajanıyla birlikte iki yüz yiğidi gönderdi. Ebû Musa onu, bu iş için seçtiği öncü birliğe şehrin kapısını açması için bîr hile yapmaya teşvik etti...
Kapılar açılır açılmaz ve öncü birliğin askelreri kaleye saldırır saldırmaz, Ebû Musa ordusuyla şiddetli bir şekilde düşmanın üzeri­ne atıldı...
Birkaç saat içinde tehlikeli kaleyi ele geçirdi. Acemlerin komu­tanları teslim oldular. Ebû Musa Emirulmüminin'in haklarındaki hük­münü vermesi için onları Medine'ye gönderdi...
Bu becerikli asker, savaş alanından ayrılır ayrılmaz, kuş gibi sa­kin, çok ağlayan ve çok tövbe eden bir insan haline gelirdi!.
Dinleyeni titretip sarsan bir sesle Kur'ân okurdu. Hatta Peygam­ber (s.a.v.)  onun hakkında şöyle demişti:
«— Ebû Musa'ya Al-I Davud'un mizmarlarından birisi verildi» (güzel ses verildi}.
Hz. Ömer [r.a.3 onu görünce kendisine Allah'ın kitabından oku­ması için şöyle derdi:
«— Bize Rabbimizin aşkını duyur. Ebû Musa».
Böylece o, ancak dinin karşısında duran ve Allah'ın nurunu sön­dürmek isteyen müşrik ordularına karşı durmak için bir savaşa katı­lıyordu.
İki müslüman arasında savaş çıktığında, o savaştan kaçar ve as­la o savaşta rol almazdı.
Onun bu tutumu Hz. Ali'yle Hz. Muâviye arasındaki çekişme ve o gün ateşi müslümanlar arasında tutuşan savaşa açık olarak görü­lüyordu...
Belki söz bu noktada bizi hayatının en meşhur tutumlarından bi­rine götürmektedir. Bu Hz. Ali'yle Hz. Muâviye arasındaki hakemlik konusundaki tutumdur.
Bu davranış, çoğunlukla Ebû Musa'nın aldatılması çok kolay bir derecede aşırı iyi niyetiiliğine delil ve şahit olarak alınmaktadır.
Ancak göreceğimiz gibi, onda da kötüye âlet olma veya hata ola­bileceği halde, bu davranış, bu yüce sahabinin yüceliğini, ruhunun yüceliğini Hakk'a ve insanlara inancının yüceliğini göstermektedir. Hakem  meselesinde, Ebû Musa'nın   görüşü   şöyle   özetlenebilir:  O, müslümanların birbirlerini öldürdüklerini, her bir grubun bir idareci­yi tuttuğunu, savaşanlar arasındaki durumun çok gerginleştiğini, bü­tün müslümanların sonunu uçurumun kenarına getiren halin düzeltil­mesinin imkânsız hale geldiğini görüyordu.
Diyoruz ki: Onun görüşü, durumun bu derece kötüleştiğiydi. Bü­tün mesele, tutum ve davranışı tamamen değiştirmek ve işe yeniden başlamaktı.
O günkü iç savaş, idarecinin kim olacağı hakkında çekişen iki müslüman grup arasında sürüyordu. İstedikleri halifeliği şura yoluy­la seçmek üzere meselenin tümünün yeniden müslümanlara geçmesi şartıyla Hz. Ali ve Hz. Muâviye geçici bir süre için halifelikten vaz­geçsinler diyordu,
Ebû Musa meseleyi böyle münâkaşa etti ve çözümü bunda buldu. i Hz. Ali'nin halifeliğine hakikî bir biat yapıldığı doğrudur.
Gayr-i meşru bir başkaldırmanın meşru hakkı düşürmede mak­sadına ulaşması gerekmez. Ancak Hz. Ali'yle Hz. Muâviye arasındaki, yani İraklılarla Suriyeliler arasındaki işler  Ebû Musa'nın görüşüne göre  yeni bir düşünce ve çözüm gerektiren mesafeye ulaşmıştı... Muâviye'nin isyanı artık sadece bir isyan değildi... Suriyelilerin baş­kaldırması artık sadece bir başkaldırma değildi... Bütün ihtilâf sade­ce görüş ve tercihteki ihtilâf değildi...
Aksine bütün bunlar iki taraftan binlerce kişinin öldüğü şiddetli bir iç savaşa dönüşmüştü... İslâm'ı ve müslümanları çok kötü akıbet­ler tehdit etmeye devam ediyordu...
Çekişmenin ve harbin sebeplerini gidermek ve tarafları uzaklaş­tırmak, Ebû Musa'nın zihninde kurtuluş yolundaki başlangıç noktası­nı temsil etmişlerdi...
Hakem olayından önce, Hz. Ali, hakem olarak kendi tarafını, Ab-' dullah İbn Abbas veya arkadaşlarından birinin temsil etmesi görüşün­deydi...
Fakat ordusu içindeki güçlü büyük bir grup onu Ebû Musa'yı ha­kem yapmaya zorlamıştı...
Onların Ebû Musa'yı tercih etmelerinin sebepleri; Hz. Alî'yle Hz. Muâviye arasındaki çekişme başlamadan önce, onun asla kavgaya ka­tılmaması, her iki tarafı anlaşmaya ve savaşı bırakmaya teşvik edip nihayet onlardan ümidi kesince bir kenara çekilmesiydi...
Ebû Musa'nın dindarlığı, samimiyeti ve doğruluğunda Hz. Ali'nin hiçbir şüphesi yoktu... Fakat öbür tarafın niyetlerini anlıyor ve onla­rın dalevere ve hileye başvurma derecelerini biliyordu. Ebû Musa an­layış ve bilgisine rağmen hüe ve dalevereden hoşlanmıyor, insanla­ra zekâsıyla değil, samimiyetiyle davranmayı seviyordu. Onun için Hz. AN, Ebû Musa'nın diğerleri tarafından aldatılmasından, hakemliğin tek taraflı bir dalevereye dönüşmesinden ve işlerin iyice kötüye git­mesinden çekiniyordu...
İki taraf arasında hakemlik başladı...
Ebû Musa el-Eş'ârî Hz. Ali'nin tarafını temsil ediyordu.
Amr ibnul'-As da Muâviye'nin tarafını temsil ediyordu.
Amr ibnu'J-As'm bayrağı, Hz. Muâviye lehine almada keskin ze­kâsına ve hileciliğine güvendiği gerçekti.
Ebû Musa ile Amr brraraya- geldiler. Ebû Musa şöyle bîr teklifte bulundu. Her iki hakemin Abdullah İbn Ömer'in adaylığında hatta onun müslümanların halifesi olarak ilânında anlaşmalarıydı. Çünkü Abdul­lah İbn Ömer'i herkes sevip sayıyordu...
Amr ibnul'-As, Ebû Musa'nın bu eğiliminde müthiş bir fırsat gör­dü ve bunu ganimet bildi...
Ebû Musa'nın teklifinden anlaşılıyordu ki, artık o temsil ettiği tarafa yani Hz. Ali'ye bağlı değildi...
Şu da anlaşılıyordu ki, Abdullah İbn Ömer; teklif ettiğine göre o, Resûlüllah'ın (s.a.v.) ashabından başka kimseleri de halifeliğe getir­meye hazırdı...
Amr böylece, kurnazlıkla gayesine varacağı geniş bir açıklıkla karşılaştı. O, Muâviye'yi teklif etmeye başladı. Sonra kendi oğlu Ab­dullah ibin Amr'ı teklif etti. Çünkü o Resûlüllah'ın (s.a,v.) ashabı ara­sında büyük bir mevkiye sahipti,
Ebû Musa'nın zekâsı Amr'ın dehası karşısında kaybolmadı. Amr'-ın aday gösterme prensibini konuşmanın ve hakemliğin temeli yap­tığını görür görmez meseleyi daha sağlam bir yöne çevirdi. Amr'a halife seçmek bütün müslümanların hakkı olduğunu Allah'ın araların­daki işlerin müşavere ile olduğunu söylediğini ve seçme hakkının yalnız ve tamamen onlara bırakılması gerektiğini söyledi...
Amr'ın, bu yüce prensibi Muâviye'nin lehine nasıl istismar etti­ğini ileride  göreceğiz...
Fakat ondan önce,, buluşmalarının başlangıcında Ebû Musa'yla Amr ibnul'-As arasında geçen tarihi konuşmanın metnine kulak ve­relim.
Bu konuşmayı Ebû Hanife ed-Dîneveri'nin, EI-Ahbaru't-tıval kita­bından aktarıyoruz:
Ebû Musa: Amr! Sen, ümmetin asayişini ve Allah'ın rızasını is­tiyor musun?
Amr; Bu da ne demek?...
Ebû Musa: Abdullah İbn Ömer'i halife yaparız. Çünkü o, bu sa­vaşın hiçbir meselesine kendisini sokmadı...
Amr:  Muâviye'ye  ne dersin?
Ebû Musa:  Muâviye halife değildir ve ona hakkı da yoktur,
Amr: Sen Osman'ın mazlum ve günahsız olarak öldürüldüğünü bilmiyor musun?
Ebû Musa: Evet biliyorum.
Amr: Elbette sen, Muâviye'nin ve ailesinin Hz. Osman'ın kanının velisi olduğunu da biliyorsun. Eğer insanlar, bir önceliği olmadığı hal­de niçin halife yapıldı? derlerse, bunda senin için bir bahane vardır. Şöyle dersin: Onun Osman'ın velisi olduğunu gördüm. Allah Ta'âlâ şöyle buyurmaktadır: «Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki ta-nımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira kendisi ne de olsa yardım görmüştür». (İsra/33)
Bunun yanında o, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hanımı Ümmü Habî-be'nin kardeşi ve Resûlüllah'ın ashabındandır...
Ebû Musa: Allah'tan kork ya Amr! Muâviye'nin birçok şerefini zikrettin, eğer hilâfet şerefle elde edilseydi Ebrehe ibnu's-Sabah ona en lâyık kimse olurdu! Çünkü o, yeryüzünün doğusuna ve batısına hükmeden Yemen kralları tübbaların oğullarından biridir. Sonra Ali İbn Ebî Talib'în yanında Muâviye'nin şerefi  nedir ki?
«Muâviye Osman'ın velîsidir» sözüne gelince, Osman'ın oğlu Amr, ondan daha lâyıktır...
Fakat benim fikrimi kabul edersen, Ömer ibnu'l-Hattab'ın oğlu Abdullah'ı halife yaparsak, Ömer ibnu'l-Hattab'ın uygulamasını ve adını yaşatmış oluruz,..
Amr: Faziletlerini, hicretteki ve müslümanlığındaki önceliğini bildiğin halde, seni oğlum Abdullah'ı kabul etmekten engelleyen ne­dir?
Ebû Musa: Oğiun dürüst bir kimsedir. Fakat sen onu bu savaş­lara soktun. Gel, sen, bu halifeliği iyinin oğlu iyiye, yani Abdullah İbn Ömer'e verelim.
Amr: Ebû Musa! Bu işe ancak, iki dişi olup da birisiyle yiyen, diğeriyle yediren kimse lâyıktır!
Ebû Musa: Yazıklar olsun sana, Amr! Müslümanlar birbirleriyle savaştıktan sonra durumu bize havale ettiler. Onları tekrar bir fitne­ye düşürmeyelim...
Amr:  Görüşün nedir?
Ebû Musa: Ben düşünüyorum ki, Ali'yi ve Muâvîye'yî halifelik­ten azledeÜm. Sonra meseleyi müslümanlar arasında bir şuraya ha­vale edelim. Onlar kendileri için sevdiklerini seçerler.
Amr:  Ben bu goruşu  beğendim. Halkın selameti bu görüştedir.
Bu konuşma, bu hakem olayını ne zaman hatırlasak Ebû Musa'yı görmeye  alışık olduğumuz  tablonun yönünü tamamen  değiştirir...
Ebû  Musa  olacaklardan tamamen habersizdi...
Hatta onun bu konuşmasındaki zekâsı, zekâ ve kurnazlığıyla meşhur Amr ibnul'-As'ın zekâsından daha kıvraktı...
Amr, Ebû Musa'ya, Kureyş içindeki soyluluğuyla Hz. Osman'ın kanının velisi olması deliliyle Muâviye'nin hilâfetini Ebû Musa'ya yutturmak isteyince Ebû Musa'nın kılıç gibi keskin ve parlak Gevabı geldi!...
Halifelik şerefle olsa, Ebrehe ibnu's-Sabah ona Muâviye'den da­ha  lâyık olurdu.
Halifelik Osman'ın [r.a.) kanının velisi olmak ve hakkını savun-maklaysa, Osman'ın (r.a.) oğlu bu veliliğe Muâviye'den daha lâyıktı...
Bu konuşmadan sonra hakemlik meselesi Amr ibnu'l-As'ın so­rumluluklarını tek başına yüklendiği bir yola girdi...
Ebû Musa, işi, sözünü söylemek ve halifesini seçmek üzere mil­lete havale etmekle kendini temize çıkarmıştı.
Amr bu görüşü uygun görmüş ve benimsemişti...
Ebû Musa'nın, İslâm'ı ve müslümanları en kötü felâketle tehdit eden bir durumda Muâviye'ye güveni ne olursa olsun, Amr'ın daleve-reye başvuracağı aklının ucundan bile geçmemişti...
Ebû Musa, üzerinde anlaştıkları şeyi bildirmek için İbn Abbas ve diğer müslümanların yanına-dönünce, İbn Abbas, Amr'ın onu oyu­na getirmesinden korkarak Ebû  Musa'ya dikkatli olmasını söyledi:
«— Aman Ebû Musa! Korkarım, Amr seni aldatmasın. Birşeye karar verdiyseniz, önce o konuşsun, sonra da sen!»
Fakat Ebû Musa durumu, Amr'ın dalaveresinden daha büyük ve daha önemli görüyordu... Bu bakımdan, Amr'ın kararlaştırdıkları şe­yi yerine getirmede herhangi bir şüpheye düşmedi...
Ertesi gün, Ebû Musa, Hz. Ali tarafını temsil etmek üzere birara-ya geldiler...
Ebû Musa söze başlaması için Amr'ı davet etti... Amr kabul'etr meyip şöyle dedi:
«— Sen benden daha faziletliyken, benden daha önce hicret et­mişken ve daha yaşlıyken asla senin önüne geçemem...»
Ebû Musa ilerleyip her iki taraftan kalabalık bir insan topluluğu­nun karşısına geçti ve şöyle konuştu:
„— Ey insanlar! Biz bu ümmetin işini düşünüp taşındık. En uy­gun olarak şundan başkasını göremedik. Biz Ali ve Muâviye'yİ hali­felikten azledeceğiz. Müslümanlar da kendilerine, uygun gördükleri birini halife seçecekler...
İşte ben, Ali'yi ve Muâviye'yİ azlettim.
Siz işinize bakın ve sevdiğiniz kimseyi kendinize halîfe seçin».
Ebû Musa'nın Ali'yi azlettiği gibi,, dün kararlaştırılan anlaşmayı yerine getirmek yani Muâviye'nin azlini ilân etmek için Amr ibnu'l-As'ın sırası geldi...                                 
«— Ey müslümanlar! Ebû Musa'nın dediğini duydunuz. O Ali'yi azletti...
Ben de onun gibi Ali'yi azlettim ve Muâviye'yİ makamında bırak­tım. Çünkü o mü'minierin emir! Osman'ın velisidir ve kanının tali­bidir. Muâvîye onun makamına en lâyık kimsedir!»
Ebû Musa olayın tesirine dayanamayıp kızgın ve sitemli sözlerle Amr'a çattı...
Yeniden uzlete çekildi ve hızlı hızlı adımlarla Mekke'ye ömrünün geri kalan günlerini orada geçirmek üzere Ka'be civarına gitti...
Ebû Musa (r.a.) Hz. Peygamber'in güvendiği ve sevdiği bir kim­seydi, aynı şekilde onun halifelerinin ve ashabının da güvenip sevdi­ği bir kimseydi...
Resûiüilah [s.a.v.) sağlığında, onu Muaz İbn Cebel'le Yemen'e tayin etmişti...
Resûlüllah'ın vefatından sonra, İslâm ordularının İran ve Bizans'a karşı giriştiği büyük cihadda sorumluluklarını yüklenmek için Medi­ne'ye dönmüştü...
Hz. Ömer, halifeliği esnasında onu Basra'ya vali yapmıştı, Hz. Osman da onu Kûfe'ye vali yapmıştı.
Kur'ân'ı  ezbere bilen, hükümlerini  iyi anlayan ve   onunla   amel eden kimselerdendi...
Kur'ân'ı aydınlatan sözlerinden birisi şudur: «Kur'ân'a uyunuz...
Kur'ân'ın size tabi olmasını arzu etmeyiniz...» O, devamlı ibadet edenlerdendi...
Sıcağı nefesleri kesen kavurucu günlerde Ebû Musa'nın oruç tut­mak için o günleri hasretle beklediğini ve şöyle dediğini görürdün:
«— Belki sıcak günlerin susuzluğu, Kıyamet gününde bizim için kana kana içilen bir pınar olur».
Ve ıslak bir günde onun eceli geldi...
Yüzüne Allah'ın rahmetini ve onun güzel sevabını uman kimse­nin parlaklığı  geldi.
İnançlı  hayatı  boyunca devamlı tekrar edip  durduğu   kelimeler şimdi dHindeydi ve göç anında da tekrar edip duruyordu:
İşte o kelimeler: «Allah'ım! Sen selâmsın... Selâm sendendir...» [1]






[1] Halil Muhammed Halil, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/99-108.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı