3 Haziran 2011 Cuma

OSMAN İBN-İ MAZ'UN



 Ma'bedi Hayat Olan  Âbid
Eğer Rasûiüllah'ın (s.a.v.) ashabını İslâm'daki önceliğine göre sı­ralamak istersen, ondört rakamına geldiğinde, o rakamın Osman ibn-i Maz'ûn'a ait olduğunu görürsün.
Şunu bil ki; bu Osman ibn-i Maz'ûn Medine'de vefat eden Bakî mezarlığına defnedilen ilk muhacirdir.
Son olarak şunu da bil ki, şu anda hayatını incelediğin bu yüce sahâbî, büyük bir âbiddi... İnzivaya çekilen âbidlerden değil, aksine hayat, abidlerindendi!!...
Evet... Hayat bütün gençliğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîîetleriy-le onun ma'bedi idi... '
Onun abidliği, Hakk yolunda devamlı bir çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı bir fedakârlıktı.
İslâm'ın taze, nemli ışrği Rasûiüllah'ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp gizlice söylediği sözleri bazı kulaklara aktığında...
Osman ibn-i Maz'ûn, Allah'a koşup onun elçisinin etrafında top­lanan azınlıktan biriydi...
O sırada sabırlı ve dirençli mü'minlerin başına gelen ezâ ve ce­fâlar onun başına da gelmişti...
Rasûlüllah (s.a.v.), Habeşistan'a hicret etmelerini emrederek ve işkence karşısında tek başına kalmayı tercih ederek bu mazlum mü'-min azınlığını memnuniyetle kabul ettiğinde Osman ibn-i Maz'ûn, Al­lah'ın düşmanı Ebû Cehil'in hilelerinden, Kureyş'in tehditlerinden ve onların işkencelerinin şiddetinden uzak ülkelere doğru yönünü çevi­rerek oğlu es-Sâib'i de yanma alarak hicret edenlerin ilk grubunun başkanıydı...
Birinci ve ikinci, her iki hicrette Habeşistan'a hicret edenlerinki gibi, Osman  ibn-i Maz'ûn'un  sadece İslâm'a bağlılığı arttı...
Gerçek şu ki, Habeşistan'a yapılan iki hicret, İslâm davasında tek ve  şerefli bir olayı temsil ederler...
Rasûlüllah'a (s.a.v.) inanıp onu tasdik eden ve onunla birlikte in­dirilen nura tabî olanlar, bütün sapıklık ve cehâletloriyle putçuluktan bıkmışlardı. Oniar artık taştan veya çamurdan yapılmış putlara tap­mayı hazmedemedikleri sağlam bir karaktere sahiptiler...
Onlar Habeşistan'a hicret ettiklerinde, orada semavî ve düzenli bir dinle karşılaştılar. O dinin kiliseleri, alimleri ve rahipleri vardı...
Bu dîn, —onların o dîne bakışı ne olursa olsun— kendi memle­ketlerinde ortaya çıkardıkları putçuluktan, bilinen şekliyle ve geride bıraktıkları  usulleriyle putlara tapmaktan uzaktı...
Habeşistan'daki kilise adamlarının, bu göçmenlerin kendi dinle­rine meyletmelerini sağlamak ve bir din olarak hıristiyaniığa inan­dırmak için birçok gayret sarfetmiş olmaları  gerekir...
Bütün bunlarla birlikte, bu muhacirlerin tek olan Allah'a ibadet etmek, barış günlerinde, mescidde; şirk güçleri harbe zorladığın­da, savaş meydanında; büyük Peygamberlerinin arkasındaki yerlerini almak için sevgili ülkelerine dönecekleri o yakın günü hasret ve en­dîşe içinde bekleyerek, İslâm'a ve Allah'ın Rasûlü Muhammed'e olan derin sevgileri üzere kaldıklarını görüyoruz...
O halde muhacirler Habeşistan'da güven ve huzur içinde yaşadı­lar... Amcasının oğlu Umeyye ibn-i Halefin hilelerinin kendisine ve başkalarına yaptığı ezaları   cefaları   gurbetteyken   unutamamış   olan Osman ibn-i Maz'ûn da onlarla birlikte yaşadı. O onu hicvetmek tehdit etmekle kendini teselli ediyordu:
«Tüyleri seninle anlaşmayan oklara tüy takıyorsun, Sen, bütün tüyleri sana ait olan okları düzeltiyorsun, Sen yüce ve aziz kavimlerle savaştın, Sen  kendilerinden  korktuğun kavimleri mahvettin. Bir gün başına bir belâ gelir ve   seni,   yaptığın   şeyden,   ; [gördüğün) insanlar vazgeçirirse öğreneceksin.»
Muhacirler, hicret ettikleri yerde Allah'a ibâdet edip   bildikleri Kur'ân âyetlerini  incelerlerken ve —gurbette   olmalarına   rağmen benzersiz bir ruh heyecanı taşırlarken onlar;
Kureyş'm  İslâm'a girip  Hz.  Peygamberle birlikte tek ve kahhâr olan Allah'a secde   ettiklerine dair peşpeşe   haberler gelmeye  baş Bu arada muhacirler eşyalarını yüklenip özlem ve hasretleri da­ha önde Mekke'ye uçtular...
Ancak onlar Mekke'nin tepelerine yaklaşır yaklaşmaz, Kureyş'in müslüman olduğuna dair kendilerine ulaşan haberin yalan olduğunu anladılar...
Daha o an pişman oldular ve acele ettiklerinin farkına vardılar... Fakat şu Mekke, gözlerinin önündeyken nereye gidebilirlerdi?!
Mekke müşrikleri uzun zamandır, peşinde oldukları ve avlamak için ağlarını attıkları avın gelişini duydular... İşte şimdi tam zamanıy­dı. Fırsat doğmuştu. Avı  kendi  kaderi getirmişti...
O gün, «himaye» Arapların kutsal ve saygı duyulan adetlerinden biriydi. Zayıf bir adam Kureyşli bir efendinin himayesine girdiği za­man o, kanının dökülmesine müsâade edilmeyen; kendisine güvenin sarsılmadığı güçlü bir himayede olurdu.
Dönen kimseler bir himaye elde odebifmede aynı seviyede değil­diler...
Bundan dolayı, onlardan az sayıda kişi himaye elde etmişti. Bun­ların arasında el-Velîd ibnu'l-Muğîre'nin himayesine giren Osman ibn-i Maz'ûn da vardı.
Böylece o, Mekke'ye güven ve huzur içinde girdi. Mekke'nin yol­larından geçip gitti. Hiç bir zulüm ve kötülük görmedi...
Fakat Kur'ân ve Hz. Muhâmmed'in terbiye ettiği ibn-i Maz'ûn onların etrafında dönüyor ve kendileri için bir himaye ve himayeci bulamayan fakir ve zayıf müslüman kardeşlerini görüyordu... Onları her taraftan işkencenin sardığını her yolda zulmün takip ettiğini gö­rüyordu... O kavminin eziyetlerinden uzak olarak yolunda yürürken hür ruhu kabarıyor, asîl vicdanı kaynıyor ve içi içine sığmıyordu. Evin­den Veiîd'in himayesinden çıkmaya Allah'ın yolundaki eziyeti taşıyan lezzeti, inanan dünyanın öncüleri ve yarın her tarafından iman, tev-hîd ve  nur fışkıracak bir dünyanın  müjdecileri  olan  müslüman kardeşlerîne  benzeme  şerefini kendisine  haram kılan bu himayeyi  sır­tından atmaya  karar vererek çıkıyordu...
Olanları  bize  anlatması   için sözü,  olayı bizzat yaşayan kimseye bırakalım:
«— Osman ibn-i Maz'ûn, Velîd ibnu'l-Muğîre'nin himayesinde ya­şarken, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) ashabının başına gelenleri görünce şöy­le dedi: Vallahi, arkadaşlarım ve dindaşlarım, benim görmediğim ezi­yet ve kötülüklerle karşılaşırken, müşrik bir adamın himayesinde ya­şamak benim için büyük bir ayıptır.
El-Velîd  ibnu'l-Muğîre'ye gidip:
«— Ey Ebû Abdi'ş-Şems! Senin üzerine aldığın himaye sona di. Artık senin himayeni kabul  etmiyorum», dedi.
El-Velîd de ona:
«—. Niçin? Kardeşimin oğlu! Belki kavmimden birisi yine sana eziyet edebilir?...» dedi.
Osman:
«— Hayır, ben artık Allah'ın himayesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himayesine girmek  istemiyorum...» diye cevap verdi.
«— Öyleyse, Kabe'ye git ve daha önce açıkça benim himayemi istediğin gibi, şimdi de benim himayemi reddettiğini açıkça söyle...»
İkisi  birlikte Kabe'ye gittiler ve el-Velîd :
«— Bu Osman, artık benim himayemi kabul etmediğini söyleme­ye gelmiş» dedi.
Osman:
«— Doğru söyiüyor... Ben onun vefalı ve iyi bir himayeci oldu­ğunu gördüm ama Allah'tan başkasının himayesine sığınmamayı arzu ettim...» dedi.
Osman, Lebîd ibn-i Rabîâ'nın şiir okuduğu Kureyş'in toplantı yer­lerinden birine gitti ve onların yanına oturdu. Lebîd:
«— Şüphesiz, Allah'tan başka her  şey  batıldır»   dedi.
Osman:
«__ Doğru söyledin» dedi.
Lebîd:
«— Her nîmet mutlaka yok olacaktır» deyince, Osman:
«— Yalan söyledin, cennet nimetleri yok olmaz» diye cevap ver-Bunun üzerine Lebîd:
«— Eskiden sizin toplantılarınıza katılanlara böyle davranilmaz-dı. Bu ne zaman çıktı?» dedi.
Oradakilerden birisi:
«— Bu beyinsiz bizim dinimizi terketti. Söylediği sözden dolayı canını hiç sıkma» dedi.
Osman îbn-i Maz'ûn ona cevap verince öfkelendiler. Adam kal­kıp Osman'ın yanına geldi ve ona bir tokat attı. Tokat gözüne isabet etti. Osman'a yakın bir yerde oturmakta olan eî-Velîd, onun başına gelenleri görüyordu. Bunun üzerine şöyle dedi:
«— Evet, kardeşimin oğlu! Eğer gözün uğradığı belâdan kendi­ni koruyabilseydi, sen de güçlü bir himayede olurdun...»
Osman da:
«— Vallahi, sağlam gözüm de, Allah yolunda böyle birşeye muh­taçtır... Şüphesiz ben, senden daha üstün ve daha güçlü birinin hima-yesindeyim, ey Ebû Abdişems!...» dedi.
El-Velîd:
«— Gel yeğenim! İstersen, yine himayeme dön...» dedi.
İbn-i  Maz'ûn:
"— Hayır...» diye cevap verdi.                                               
İbn-i Maz'ûn gözü ağrı ve sancıya dayanamazken ruhundan afi­yet, sağlamlık ve sevinç fışkırır bîr halde olay yerini terkettî.
Yolda, şu şiirini söyleye söyleye evine gitti :
«Eğer gözüme Allah rızası için, hid; kişinin elleri  ulaşmışsa, Rahman olan Allah ona karşılık bana sevap verdi. Ey kavmim! Rahman'm hoşnut  kıldığı kimse  mesud olur. Siz, sapık ve yolunu şaşırmış deseniz de, ben Peygamber (s.a.v.) Muhammed'in  dini  üzerinde yaşıyorum.
Ben  bu yaptığımla Allah'ın rızasını  istiyorum. Bize  saldırıp  zulmeden  kimselere rağmen, Hak olan bizim dinimizdir.»
Osman ibn-i Maz'ûn böylece darb-ı mesel olmuştu. Tabii, buna lâyıktı...
Böylece hayat, bu eşsiz davranışıyla ve şu ebedi ve şahane söz­leriyle bütün kainatı duygulandıran büyük bir insanı tanımıştı:
«— Vallahi, sağlam gözüm de, Allah yolunda böyle birşeye muh­taçtır... Şüphesiz, ben senden daha üstün ve daha güçlü birinin hi-mayesindeyirrt...»
Osman, el-Velîd'in himayesini reddetikten sonra, Kureyş'ten ezâ ve cefayı almaya başladı. Bununla son derece mutluydu... Bu eza ve cefa onun için imanı pişirip olgunlaştıran bir ateş mesabesindeydi.
Böylece o, hiçbir yasak kendilerini korkutmaksızın ve hiçbir sal­dırı onları engellemeksizin mümin kardeşleriyle birlikte yürüdü!...
Osman artık Ebû Cehil, Ebû Leheb, Umeyye ve Utbenin bulun­madığı ve uykusuz bırakmadığı Medine'ye hicret eder... Uzun zaman­dır, gecelerini zehir eden, gündüzlerini de burnundan getiren zulüm­ler de artık orada yoktur...
Güçlüğü, meşakkati ve şiddeti son haddine varan bir imtihanda sabır ve azimleriyle başarılı olan, Medine'ye dinlenmek ve tembellik yapmak için değil, oranın geniş kapısından, Allah'ın sancağını yükle­nerek ve onun kelimelerini, ayetlerini ve hidayetini müjdelemek üze­re yeryüzünün bütün bölgelerine gitmek için hicret eden yüce arkadaş­larıyla birlikte Medine'ye gider...
Nurlu hicret yurdunda, Osman İbn-i Maz'ûn'un cevheri ve eşsiz yüce hakikati ortaya çıkar. O, bir abiddir, zahiddir, her şeyi bırakıp Allah'a yönelen, ona tövbe ve ibadetle meşgul olan bir kişidir...
O, hayatı terkedip mabedine çekilmeyen büyük ve örnek bir abid­dir.
Hatta o, hayatı ameliyle ve Allah yolunda cihadıyla dolduran bir abiddir...Evet...
O geceleyin ibadet eden, gündüz savaş için ata binen birisidir. Hatta o, gece gündüz ibadet eden ve yine gece gündüz ata binip sa­vaşan birisidir...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.} ashabı, bilhassa hayatlarının bu dönemin­de, hepsi zühd ve inziva ruhunu taşısalar, îbn-i Maz'ûn'un bu alanda hususi bir kişiliği olurdu... Çünkü o, zühdünde ve fedakârlığında çok ileri gitmişti... Bütün hayatını, gece gündüz, devamlı ve nurlu bir na­maza, uzun ve tatlı  bir teşbihe vermiştir!...
O, ibadete dalmanın tadını alır almaz, insanları hayatın nimetle­rine  bağlayan  bütün sebepleri   kesmeye  niyet  etti...
Artık o, sadece kaba elbise giyiyor, katıksız ekmek yiyordu...
Bir gün o, Rasûlüllah (s.a.v.) ashâbıyla otururken mescide girdi. Üzerinde tamamen yırtılmış bir elbise vardı. O yırtığı bir post par­çasıyla yamamışti. Rasûlüllah (s.a.v.) ona acıdı, Ashabı da ağladı. Peygamber onlara şöyle dedi:
«— Sizden birinizin giderken bir elbise; gelirken bir başka elbi­se giydiği, önüne bir tabak konulduğu, sonra başka bir tabak kaldı­rıldığı, Kabe'nin örtüldüğü gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz nasıl olur­sunuz acaba?!»
Ashab:
«— Ya Rasûlellah! Biz bolluğa ve rahat yaşamaya kavuştuğumuz İçin böyle olmasını  istiyoruz...» dediler.
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
«— Bu mutlaka olacak... Ve siz bugün o günkü halinizden daha iyisiniz...»
Şurası kesindir ki; İbn-i Maz'ûn bu sözleri dinledikten sonra da­ha çok güç olana koşmuş, nimetten daha çok kaçmıştı!...
Hatta Rasûlüllah'ın (s.a.v.) haberi olmasaydı o hanımıyla- da iliş­kisini kesmişti. Ama Rasûlüllah (s.a.v.) onu çağırıp:
«— Ailenin de sende  hakkı  vardır» demiştir!...
.Rasûlüllah  (s.a.v.) onu  çok sevmiştir.
Temiz ruhu, sahibinin, Medine'de vefat eden ve Cennet'in yolunu arayan ilk muhacir olmak için göç etmeye hazırlandığı sırada Rasûlül­lah (s.a.v.) yanındaydı...
Öpmek ve şefkatli gözlerinden akan gözyaşlarıyla onu kokula-mak için alnının üzerine eğildi. Ölüm anında, en parlak ve en güzel şekliyle görülen Osman'ın yüzü, Rasûlüllah'ın gözyaşlarıyla kokulan­dı...
Rasûlüllah  (s.a.v.) sevgili  sahabîsini  uğurlarken:
«— Ey Ebû's-Saib (Osman)! Allah sana rahmet etsin... Dünya­dan çekip gittin. Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana...»
Sevgili Peygamber (s.a.v.) vefat ettikten sonra mayıp onu devamlı anar ve överdi...
Hatta kızı Rukiyye vefat ettiğinde, onu şu sözlerle uğurlamıştı «__ Bizim hayırlı selefimiz Osman İbn-i Maz'ûn'a kavuş!!...» [1]






[1] Hald Muhammed Halid, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 1/474-481.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı