9. [1:55, Hadîs No: 14]
Aişe (r.a.) rivayet ediyor ki:
Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum.[19]
Peygamberlerin en önemli özelliklerinden biri, bizim gibi birer insan olmalarıdır. Gerçi onlar peygamberliklerini ispat için mucize gösterirler, ama onların her halleri mucize değildir. Eğer öyle olsaydı, insanlar itirazı basar,
-"Biz onlara ulaşamayız, onlar gibi olamayız" derlerdi.
Onun içindir ki, peygamber, bizim gibi bir insanın taşıyabileceği bütün özelliklere sahiptir. Bir insan gibi yer, içer, kalkar, yatar, acı duyar, sevinç duyar. Mektûbafta (s. 96) belirtildiği gibi Resûl-ü Ekre-min (a.s.m.) her hâli, her tavrı doğruluğuna, peygamberliğine şahit olduğu halde, her hali ve her tavrının harikulade olması gerekmez. Çünkü Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiştir. Tâ ki dünya ve âhiret saadetlerini kazandırcak iş ve hareketlerde rehber olsun, imam olsun, normalmişler gibi görülen yaratıklardaki Allah'ın olağanüstü sanatını göstersin. Eğer fiil, işve davranışlarında bir insan gibi değil de hep harikulade olsaydı, her bakımdan insanlara önder olamaz, ders veremezdi. Ancak o, inatçı insanlara peygamberliğini ispatlamak gayesiyle ve ihtiyaç ânında arasıra mucize gösterirdi. Diğer zmanlarda Allah'ın tabiata koyduğu kanunlar çerçevesinde hareket eder, hasta olur, sıkıntı çeker, soğuğa, sıcağa katlanır, zırh giyer, "Sipere giriniz" emrini verirdi.
Resülullahın böyle davranmasının önemli bir sebebi de dünyanın bir imtihan salonu olmasıdır. Çünkü Resülullahın her hali olağanüstü olsaydı, Ebû Cehil gibi kömür ruhlu kişiler Ebû Bekir gibi elmas ruhlu kimselerle eşit seviyeye gelir, o mucizevî insan karşısında mecburen inanırlardı. Oysa Resülullahın şâir zamanlarda bir beşer gibi davranışıdır ki kâfirlerle münafıkların birbirlerinden ayrılmalarını netice vermiştir.
-"Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum"
ifadesinden bu mânâlar çıkarılabileceği gibi ilk akla gelen, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ne kadar büyük bir tevazu sahibi olduğunu anlamak olmalıdır. Çünkü Resûl-ü Ekre-me (a.s.m.) bütün dünya hazinelerinin kapılan açılmış, dünyanın her türlü nimeti önüne serilmiş, dağ ve taşların isterse altın ve gümüş yapılabileceği söylenmiş, hatta Süleyman Peygamber (a.s.) gibi kral bir peygamber olabileceği belirtilmiş, ama o kul bir peygamber olmayı tercih etmiştir. Dünyanın binbir çeşit nimetinden en geniş ölçüde istifade etmesi hem hakkı, hem de mümkünken o bunları elinin tersiyle itmiş,
-"Ben ancak bir kulum. Yerde yemek yer, sof giyer, deve sağar ve okşarım. Parmaklarıma bulaşan yemek artıklarını yer, kölelerin dahi davetine katılırım, Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" buyurmuştur.
Benliğe, kendini beğenmeye, riyaya, israfa kaçmadan, şükrederek dünya nimetlerinden elbetteki istifade etmeli. Ama yeri gelince tevazu ve mahviyet göstermesini de bilmelidir. Resûl-ü Ekremin devesine baktığı, koyun sağdığı, ayakkabısını tamir ettiği, elbiseninin söküğünü diktiği, küçük büyük, siyah beyaz, hür köle ayırd etmeden herkesle selâmlaştığı, hizmetçisiyle yemek yeyip ona yemek hazırladığı düşünüldüğünde, gurur ve kibiri kıracak bu tip davranışlara ne kadar önem verilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Birgün Hz. Âişe'ye Resûlullahın bu özellikleri duyurulduğunda Hz, Âişe, Peygamberimizin isteseydi dünyanın doğusuna batısına sahip olabileceğini, fakat bunları elinin tersiyle ittiğini belirtmiş, karnı doyuncaya kadar yemediğini, bundan dolayı da hiçbir zaman şikayetçi olmadığını, yiyecek bulamadığında oruç tuttuğunu, çoğu zaman çektiği açlık sebebiyle dayanamayarak ağladığını ve şu soruyu sorduğunu anlatır:
"Niye böyle davranıyorsun? Hiç olmazsa yetecek kadar birşeyler edinsey-din?"
Şu cevabı verir Kâinatın Efendisi (a.s.m.):
-"Peygamber kardeşlerim benden daha çok eziyet çektiler. O halleriyle Rable-rine kavuşup yüksek mevkîler kazandılar. Ben dünyada refah içinde yaşayıp da âhirette onlardan daha aşağı mevkfde bulunmaktan haya ederim. Şurada birkaç günlük sıkıntı çekeyim ki ebedî hayatta mes'ûd olayım. Bütün maksat ve gayem, kardeşlerime ulaşabilmemdir."
Bu tevazu, bu anlayış ve bu bakış açısı sebebiyledir ki Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) nazarında dünya, çok şeyler kazanılıp edinilse bile gönül verilecek değerde değildi. Böyle olmadığı için de ona sahip olmayanlara karşı üstünlük ölçüsü, gurur ve kibir vesilesi de olamazdı. Makam, mevki, mülk, tek başlarına büyüklük ölçüsü olamazlardı. Bunlar ancak tevazuyla gerçek mânâ ve değerini bulabilirlerdi.
O halde Resûlullahın bütün kalbiyle inanıp yaşadığı bir hayatı beğenmeme, sahip olduğu fâni bir kısım imkânlar sebebiyle gurur ve kibire kalkma, elbetteki aklı başında olan bir insan için başvurulacak bir yol olamaz. Allah katında en üstün, dünya ve âhirette en şerefli insan o olduğuna göre, hangi hal ve şart içerisinde bulunursa bulunsun bir Müslüman için o yüce insanı örnek edinmekten başka hangi çâre olabilir?[20]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder