14 Haziran 2011 Salı

Sultan 6. Mehmed Vahideddin,Halife Abdülmecid,Halife Sürgünde ,Halife Abdülmecid'in Hanım Ve Çocukları,Osmanlı Hanımlarının Ev İçi Ve Dış Giyimi,Aşiretten Devlete Giden Çizginin Padişah Ve Halifeleri,2. Abdülhamid Sonrasında Donanmayı Hümayun,Balkan Savaşlarında Donanmay-I Hümayunumuz ,Ege Denizi Operasyonları , Çanakkale Boğazı Operasyonları,İmroz (Gökçeada) Bombardımanı,Marmara Deniz Operasyonları ,1.Dünya Savaşı Ve Donanmamız,

Halife Abdülmecid


Osmanlı devletinin saltanat dönemi Sultan G.Mehmed Vahideddin Hân'ın vatancüdâ olması hasebiyle son bulmuştu. Hilafetin ibkası ise devam etmekteydi. Bu makam Hanedan-ı Âİ-t Osman'ın ekber veliahdı ve ülkedeki en büyük erkeği olarak Veliahd Abdülmecid EfendPye TBMM kararıyla yapı­lan bir seçim sonunda tevcih olundu. Abdüfmecid   Efendi Dedesi, Sultan Abdülmecid Hân'ın adını taşımakta ve mer­hum şehid Sultan Abdülaziz Hân'ın, Hayranıdil Kadın Efen-di'den dünya'ya gelen oğludur. Doğumu, Dofmabahçe Sara­yında 29/Mayıs/1868'de İstanbul'un fetih yıldönümünün 415.sine tesadüf etmiştir. Padişahın ortanca oğludur. Bilindi­ği gibi, Sultan Aziz'in üç erkek evlâdından ekberi Yusuf İz-zeddin Efendi olup, en küçüğü ise Seyfeddin Efendidir. Sul­tan Abdülaziz şehid edildiğinde Abdülmecid Efendi henüz 7 yaşındaydı. Bu demektirki, 1842 doğumlu olan Sultan 2. Abdülhamid hân, 26 yaş büyük olduğu Abdülmecid Efen-di'den doîaysı ile amcazadesine babalık görevi yüklenmiştir. "Son Halife Abdülmecid" adlı değerli biyografik eserin sahibi O.Gazi Aşiroğlu, Burak Yayınevince neşrolunan eserinde 14.sahifedeki şu ifadesi, bizim beyanımızı desteklemektedir. "..Saltan Abdülhamid,Abdülmecid Efendiyi çok setlerdi. O'-nun öteki kardeşlerinden daha serbestçe davranmasına izin verirdi. Şehzadenin, Abdülhamid Hân'ın nezdinde ayrı bir yeri vardı. Türklerin Hakanı ve İslamların Halifesi, bayralar-da kendi şehzadelerine hediye olarak ne alınırsa Abdülme­cid Efendi'yede aynıları verilirdi. Abdülmecid Efendi, devrin gereğine uyup, Abdülhamid Han'ın şehzadeleriyle Fransızca öğrendi. Öğretmeni; Fransız Sefaretinden Mösyö Guyut'tu. Mösyö Guyut; Bağlarbaşındaki köşkte yatıp kalkan Pazar günleri izinli sayılırdı. Şehzâde'nin Farsça hocası: Nervet Ha­nımdı. Safiye Ünüvar hatıralarında Nervet Usta hakkında şu bilgileri veriyor: Sultan Reşad, şâir ve dindar idi (Lütfi Simavi Bey'i bu cümle yalanlıyor. Safiye hanım Saray'ı pek iyi bi­len bir insan olarak, Lütfi Simâvi Bey'e nazaran daha inanılır bir kaynaktır bence bu bakımdan Çanakkale için yazdığı şiiri onun yazmadığı noktasında beyanda bulunan Başmabeyn-ci'nin maksadını bilemezsek de, Safiye Ünüvar merhumeyi bu nokta da tercih ediyorum.m.h) Bir vakit namazını bıraktı­ğı görülmemiştir. Halifey-i Rûy-i Zemin sıfatını taşıyan bir in­sana yakışacak şekilde dinine bağlılığı vardı. Maiyetinde ça­lışanların hepsinin namaz kılmalarını emrederdi(..) Saray'da Saltan Aziz zamanından kalma tiervet Usta vardı. Bilgili ve Farsça diline aşina yaşlı bir kadındı. Onu sık sık huzuruna çağırır ve kendisiyle konuşmaktan pek hoşlanırdı. Bu kadı-nefendi, aynı zamanda, Şehzade Mecid Efendinin de ders ho­calığını yapmıştı" Demektedir. Böylece 2.Abdülhamid Hân'­dan sonra Abdülmecid Efendi'yi Sultan Reşad'ında vikaye ettiğini görüyoruz. Sanatkâr ruhlu bir zât olup, edib, ressam, müzisyenlere çok değer verir ve bu kişilerin sanat alanındaki başarılarından hiç de aşağı olmayan, kimi dallarda onlara fa­ik olan becerileri vardı. Fakat takdir etmesi hanedanın bir miras gibi biribirlerine devrettikleri hâl Mecid Efendi'de de pek gani olarak mevcuddu.
Bu gün Aşiyan müzesinde bulunan Tevfik Fikret'in meşhur Sis Şiirinden aldığı ilhamla yaptığı tabloyu şâire hediye et­miştir. Abdülhakhamid'e Finten adlı oyununun şehir tiyatro­larında sahne alması münasebetiyle köşkünde yaptığı bir dâ-vetdeyse Şâiri azama ve davetlilere üzerinde Finten yazan som altından birer kravat iğnesi hediye etmiştir. Yukarıda adı geçen eserin sahibi Aşiroğlu Bey, kitabın kapağının arka tarafında şu ibare ile Abdülmecİd Efendi'nin beyanını koymak suretiyle bir çok insanımızın bazı hakikatlere muttali olmasını temin hususunda hayli makbul bir işlem yaptığını belirtirken, biz sahifemizi oradan aldığımız alıntıyla süslemek istiyoruz:
".Düşününüz, giderken bir zarf içinde ikibin sterlin lütfet­mişler. Bununla koskoca bir saray halkı hangi bir otele yerle­şir, hangi masrafı karşılayabilir Biz de, başka hükümdarlar gibi giderken oe gitmeden önce hazineden pek kıymetli mü­cevherleri kaldırabilirdik, amma memlekete mal olmuş şeyle­re el sürmeyi vicdansızlık addederim. Sonra arkamızdan ne­ler işitmedik? Yok biz hâinmişiz, biz Milli Mücadeleyle ilgilen­memişiz,' biz düşmanla işbirliği etmişiz, bütün bunların aslı esası yok! Vahdeddin de maalesef etrafındakilere uydu. O'na bazı şeyler söylenebilir Bana gelince, Allah da bilir, Peygam­berde yarın şefaat edecektir. Oğlum Ömer Faruk'u Anado­lu'ya gönderdim. Maksadım: İstanbul'dan kaçıp Anadolu'ya gelmek, İslâm mücahidlerinin başına geçmek ve bütün âlem-i İsiâmı ayağa kaldırmaktı. Ama ne yapayım ki, oğlu­mu İnebolu'dan çevirdiler Teklifimi red ettiler O zaman bize İstanbul'da işin sonuna kadar oturmak düştü. Milli zafere bir çocuk gibi sevindik. Mustafa Kemâl'i kucaklamak, hâttâ kı­zımı O'na vermek bile istedim, fakat kimse bunu anlamak is­temedi. Mustafa Kemâl Paşa'nın Rafet Paşa'ya: Ben Enver Paşa olmak istemem dediğini söylediler,amma biz kendisini Enver Paşa yapmak istememiştik!"
Hemen bahse konu kitabında Aşiroğlu Beyefendi 165.sahifedeki şu paragrafla Abdülmecİd Hân'ın yüksek karakterini ortaya koyduğunu görüyoruz, şöyleki: "Sabık halifenin kızı Dürrüşşehvar Sultan'ın, dünya'nın en zengin ailelerinden, bi­risi olan Hind Mihracelerinden Haydarabad Nizâm'inin oğlu ile evlenmesi de, kendisine Hindistana yerleşmek ve hilafet makamını Cava ve Sumatra yâni bugünkü Endonezya'da yaşayan yüzmilyon mu.slo.man ilâve olarak, Pakistan ve Hindistan'ın muhtelif yerlerindekilerle beraber, ikiyüz milyo­nu aşan müslüman kitlesinin yaşadığı bölgede ihya ve de­vam ettirmesi teklifinin tabii neticesi olarak karşılanmıştı. Fa­kat Abdülmecİd Efendi, Hindistan'a yerleşmek, daha sonra da sonrada hilafeti orada tesis etmek yolundaki teklifleri red etti. Ne İngiltere'den ne Fransa'dan doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak gelen, daha sonra Mısır Kralı Birinci Fuad'ın cazip tekliflerine müsbet cevap vermeyerek, vaziyetini mu­hafaza etti." Yâni maddi zorluklar içinde yaşamayı göze aîıp, makam-ı muallayı satılığa çıkarmadı. Sultan Vahideddin'de aynı davranış içinde olduğundan bu vasf-ı mümeyyiz hane-dan-ı Osmâniyanın ne kadar iftihar etse yeri olan bir davra­nış biçimidir.
Abdülmecİd Efendi'nin milli mücadeleye ne kadar destek verdiği, daha sonraları general Yümni (Üresin) Paşa o yıllar­da yaverlerden olduğundan bu işlerin şahidinden olup, hatır­larında aleyhte söz etmemektedir. DP'döneminde mebus da olan Paşa, bakanlık görevinde bulunduğunu da hatırlıyor gi­biyim. Sultan 6. Mehmed Vahideddin'in ülkeden ayrılmasının akabinde 18/Kasım/1922'de, TBMM'nin yaptığı içtimada 148 milletvekili reylerini Abdülmecİd Efendi'de topladı. Böy­lece Efendi saltanatsız olarak hilafeti omuzlarına almış oldu. Bu hâli daha evvel tahmin eden sabık padişah Havideddin hân ve hanedan'ın üyelerinin bir çoğu bu tarz bir hilafeti uh­desine almamasını hatırlattılar.
Fakat Efendi Hazretleri, görev alınmazsa kendi gelecekle­rinin daha çabuk sıkıntılar getireceğini tahmin ettiğinden bu me'suliyetin altına girmeyi vazifenin kûtsîliği ve hanedan'ın akıbeti bakımından kabul etmeyi tercih etti. Meclis, halifenin seçildiği içtimada Mehmed Selim Efendi'ye üç rey, Abdürra-him Efendi'yede iki rey çıkmış böylece halife ır-sen değil, namzetler şeklinde seçilmiştirki, bu halifelik için yapılan ilk tür seçimdir hilafetin ihdasından sonra. Mesela Takiyüddin Taktaki adlı bir zat'a da rey verilebeleceğini ihsas etmek iste­mişlerdir. Abdülmecid Efendi'nin hilafet müddeti, 1 sene, 3 ay, 15 gün sürmüş ve 3/Mart/1924'de son bulmuştur. Abdüi-mecid Efendi'nin son Cuma selamlığı 29/Şubat/1924'de ya­pılmıştır. 6/Ekim/1923'de İstanbul'a duhûl eden Kuvayı Mil-liye-miz, hilafetinde kaldırılabileceğinin işaretlerini vermeye başlamıştı. Çünkü, halife'ye gösterişli merasimlerden kaçınıl­masını ifade eden mütalaalar duyuruluyordu. Refet Paşa'nın Abdülmecid Efendi'ye Beyaz bir at hediye etmesi Ankara'yı kızdırmıştı. Nihayet Lozan muahedesinin imzalanmasının ar­dından meclis 341 sayılı kanunu çıkarmış ve bu kanunun 1.maddesi halife hâl edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuri­yet mâna ve mefhûmlarında esasen mündemiç olduğundan, makam-ı hilafet mülgaadır. 2.madde ise, Hânedan-i Âlî Os­man'ın Türkiye'den ihracını âmirdi.
İstanbul Valisi Ali Haydar (Yuluğ) Bey ve İstanbul Poîis Müdürü Sadeddin Bey ve lâzım gelen elemanlarla birlikte Dolmabahçe Sarayına gitmişler ve Ali Haydar Bey merhum pek mükedder ve refiki Sadeddin Bey'de üzgün bir hâl içinde olduklari halde durumu özel bir oda da halifeye aktarmışlar­dı. Gayrıresmî olarak daha önce duruma muttali olan halife önce bir mukavemet ifadeleri beyan etmiş ve yine Haydar Bey'in ricası üzerine daha bir başka oda da görüşmeleri üze­rine Abdülmecid Efendi durumu kabullenmiştir. Bu satırların yazan, Alî Haydar Beyzade emekli kaymakamlardan Melih Yuluğ Bcvefendi ile gerek naşir ve yazar münasebeti gerekse de peder-evlad münasebetleri Melih Beyefendinin irtihali dârı beka eylemesine kadar devam etmiştir. Bu mevzuyu biz sormaktan haya ederdik, o ise sorulmadan hiç bir şey anlat­mayan tarzı sürdürürdü ki, bir gün mevzuyu okurken yanıma gelmiş ve şu ifadeyi beyan eylemişti. Babamın en üzüldüğü iki vak'a vardı. İlki, Bolu valisiyken, bir takım âsilerin eline geçmiş ve onların hakaret dolu sözlerine ve bir tokatına mu­hatap olması, diğeri de Halife Abdülmecid'e, terk-i vatan et­me hususunda tebliğ ettiği görevdi, demiştir. Pek enteresan­dır ve hikmeti ilâhidir ki, ülkede herkesten çok kalma hakkı olan bir hanedan yurt dışı olunurken, nice Dönmeler baştacı ediliyor, ahali ise bir takım iç çekişlerle sessiz muhalefetini yapıyordu. İşte. Cuma Namazını, Salı günü kılmayı kabul eden topluluk vak'asıni hatırlamak gerekir.

Halife Sürgünde


4/Mart/1924 sabahı saat 5.30'u gösterdiğinde iki çocuğu ile doktoru, hanımları ve kâtibinin yanında bir uşağı ile oto­mobille getirildikleri Çatalca'da Simplon ekspresine konmuş­lar bindikleri özel vagon İsviçre'ye vardığında halife burada bir deklarasyon yayımlayarak vaziyeti müslüman dünyasına duyurdu, TC hükümetinin bu kararına itirazlarını haykırdı. Hindistan müslümanları en çok heyecan gösterenlerdi. Milli Mücadeleye Hind müslümanlannın gösterdiği muavenet şüp-hesizki müslümanlar kardeştir mealindeki ayet-i kerime icâ­bıydı.
Halife mü'minlerin emiri olduğu için Hind müslümanları düşman karşısında bizi desteklemişlerdi. İngilizler, Hindistan sömürgesi olduğundan bunlarla mesele çıkmasın diye İngiiiz askeri yerine işi Yunan ordusuna ihale ettiler. Hind müs­lümanlannın kurduğu Hindistan Hilafet Komitesi, Halife Ab-düfmecid'e yaşadığı müddetçe dolgun bir tahsisat bağladılar.
Haydarabad Nizamı bu tahsisat'ın büyük bir bölümünü öde­mekteydi. Daha sonra da, Halife Abdülmecid ile Nizam dü­nür oldular, halife'nin kızı Dürrüşşehvar Sultanhanım, Hayda-rabat Nizamının oğluyla izdivaç ettiler. Halife Abdülmecid ve­fatına kadar Avrupa'da Paris'de yaşamak mecburiyetinde kaldı. Vasiyeti vefatı vukubulduğunda, Dedesi Sultan Mah-mud Türbesine, babası Abdülaziz Hân'ın yanına konmaktı. 23/Ağustos/1944'de emr-i hakk vâki olduğunda saat akşa­mın  9'unu yâni 21 'i göstermekteydi.
Dürrüşşehvar Sultanhanım, Nizam Prensinin hanımı olma­sı hasebiyle İngiliz pasaportuna hâmildi. Halifenin vasiyetini ifaya gayret eden başda kızı Dürrüşşehvar Sultanhanım ol­duğu halde hanedan üyeleri ellerinden geleni geri komadılar. Gelmiş olduğu Türkiye'de Dürrüşehvâr Sultanhanım, Çanka­ya'da İsmet Paşa ve Mevhibe hanımla yemek yemekle bera­ber gösterilen nâzik kabule rağmen defin işine mezuniyet alamadı. Paris Camiinde Abdülmecid Efendinin naşı taş bir odada beklemek mecburiyetinde kaldı. 1950 sonrasında ikti­dar olan DP'nin tek başvekili Adnan Menderes defnetme işi­ne sıcak bakmıştı. Mevzuata uygun olarak TBMM dilekçe ko­misyonuna bir dilek çe yazmasını ve bir ay içinde bir itiraz zuhur etmediği takdirde, defin işinin gerçekleşebileceği bildi­rilen Dürrüşehvâr Sultanhanımda, böyle bir dilekçe yazmış ve komisyona vermiştir. Hiç kimse böyle bir talebe birinin çı­kıp da itiraz edebileceğini ummaları akla ziyandı. Fakat sapı sizden dercesine, DP listesinden Kırşehir mebusu olmuş bu­lunan E. Amiral Rif'at Öndeş bu itirazı yapınca defin işi im­kansızlaştı. Dürrüşehvâr Sultanhanımın kuvvei mâneviyyesi kırıldığından naşı alıp Medine'ye götürüp orada Resulüllaha komşu kıldılar.
Fevkalâde güzel bir ressam olan merhum halife, daha on-oniki yaşlarındayken kızı Dürrüşehvâr Sultanhanımın, pek güzel bir folklorik kıyafetiyle resmini yapmış ve Dolmabahce Sarayında salonların birinde asılı olarak kalmış. Kimse de or-dan kaldırmamış ve saray'ın ziyarete açılmasından sonra zi­yaretçilerin bu resimin güzelliği dikkat çekmekte olup, re-simdekinin kim olduğu sorulduğunda zamanla cevap olarak atmasyon bir isimin söylendiği görülmüş ve hayli zaman da bu böyle devam edip, gitmiş. Nice yıllar sonra bir İngiliz tu­rist kafilesinin mezkûr sarayı ziyaretinde kafileden biri, resim hakkında rehberden bilgi istediğinde rehber alışılmış hikâye­yi okumaya başlamış ki, içlerinden bir bayan, biraz dinledik­ten sonra dayanamamış, pek asilâne ve nefis bir Türkçe ile bu beyanı nasıl yaparsınız? Evet! Doğrudur, Son Halife Hz.le-rinin yaptığı bir tablodur. Küçük kerimeleri Dürrüşehvâr Su!-tanhanımdır o resimdeki mealinde sözlere karşılık, rehber kendi beyanında İsrar etmek temayülü gösterince, hanıme­fendi daha otoriter bir ses ile,evet efendim o resimdeki kız Dürrüşehvâr Sultanhanımdır der demez, rehber'de ne biliyor­sunuz? Cevabı verince turist bayan da, biliyorum! Çünkü o resimdeki Dürrüşehvar benim dediğinde herkes donmuş kal­mış.
Bu müthiş darbenin şaşkınlığını atlatan rehber doğruca sarayın müdürünün yanına koşmuş vak'ayı haber vermiş müdür bey'de hemen kafilenin yanına gelmiş Dürrüşehvâr Sultanhanıma mülâki olup kendilerine yer gösterip ikramlar­da bulunduktan sonra: Efendim niçin böyle habersiz, bir tu­rist gibi geliyorsunuz? Haber versenizde sizin eviniz olan bu­rada sizleri sânınıza lâyık şekilde ağırlayalım demek suretiyle pek nâzik bir davranış sergilediğini ve bu ifadenin Sultanha­nımın gözlerini buğulandırdığını bana hanedana hizmet veren kıymetli bir dostum nakletmişti. Şimdi son halife Abdülme-cid Efendinin, eş ve çocuklarıyla ilgili bölümü yazmaya ge­çelim.

Halife Abdülmecid'in Hanım Ve Çocukları


Halife Abdülmecid Efendi dört izdivaç yapmıştır. Bunlar­dan ilkini Şehsüvar Başkadınefendi ile 22/Aralik/1896'da Ortaköy sarayında 7.veliahd iken yapmıştır. Halife'den bir sene sonra 1945'de, 64 yaşında olduğu halde Paris'de vefatı vukubulmuş buradaki Bobigny müslüman kabristanında def-nolundu. İstanbullu olan Şehsüvar Hanımefendi, 2/ Ma­yıs/188 l'de doğmuştur. Halife Abdülmecid Efendinin biricik oğlu Ömer Faruk Efendi bu hanımından tevellüd etmiştir. Evlilikleri Halife hz.îerinin vefatıyla münakid olmuş ve 47 se­ne, 7 ay, 28 gün sürmüştür. Hanımefendi, Türkiye'den çıka­rıldıklarında 43 yaşının içindeydi.
Abdülmecid Efendi'nin 2.kadınefendileri 2/Mart/1876'da Bandirma'da dünyaya gelmiş bulunan Hayrünnisa Hanıme­fendiyle yapmışlardır. Kocasına bir evlad verememiştir. Vefa­tı, Abdülmecid Efendi hayatta iken 3/Eylül/1936'da Fran­sa'da Nice vukubulmuştur. İzdivaçları 18/Haziran/1902'de Ortaköy sarayında gerçekleşmiştir. 34 sene, 2 ay, 15 gün süren evlilik hanimefendİ'nin dâr-ı bekaya irtihali münasebe­tiyle son bul- muştur.
Halife Abdülmecid Efendi'nin 3.İzdivacı Atiyye Mehisti İsimli Adapazarı'nda tevellüd etmiş bulunan ki 27/Ocak/1892'de doğmuş olan bu hanımefendi ile olmuştur. Bu Atiyye Kadınefendi Dürrişehvâr Sultanhanımın vâlidesi-dir. Vefatı 1964'de Londra'a vukubulmuştur. Vefatında 72 yaşındaydı. Haydarabad Nizamı'nın gelini olan kızıyle Ömrünün büyük bir kısmını geçirmiştir.
4.Kadınefendi ise Bihruz hanım olup, İzmit'te 24/Mayis/1903'de dünya'ya gelmiştir. 1955'de İstanbul'da vefat et­miştir. 21/Mart/1921'de Çamlıca Veliahd Sarayında başla­yan evlilik hayatları, 23 sene, 4 ay, 29 gün sürmüş hafife hazretlerinin dâr-ı bekaya irtihalleri münasebetiyle nihayete ermiştir.
Halife Abdülmecid Efendinin çocuklarına gelince bunlar iki tane olup, Hatice Hayriye Ayşe Dürr-i Şehvâr Sultanha-nım Üsküdar İcadiye Tepesindeki Kasr'da 24/Şubat/1914'de doğmuştur. Hanedan'ın padişah ve halifelerinden dünya'ya gelen çocukların sonuncusudur. Haydarabad Nizamının oğ­luyla yaptığı izdivaç hanedan üyelerinin geçimlerine bir ko­laylık sağladığı görülür.
Halife Abdülmecid Efendi'nin bir oğlu bulunmakta ve adı da Ömer Faruk Efendi'dir.
Ortaköy Sarayı, 29/Şubat/1898'de bu şehzadenin doğdu­ğu yerdi. Osmanlı şehzadesi olarak milli mücadelemiz için pek mühim sayılacak harekâtı gerçekleştirmiştir bu da, Anadolu'ya çok zor şartlarda vapur yolculuğuyla İnebolu'ya gelmesi ve Ankara'nın bu zâtı geri çevirmesi, ilerleyen yıllar­da yazılı târihler üzerinde pek mühim değişiklikler getiren hatırat, mütalaa ve kabullenişlere sebeb teşkil edecektir. Kendi adıma yakınlarım ve arkadaşlarım arasında takriben iki yüz kişi üzerinde bir soru anketi yaptım ve bu şehzadenin ne zorluklarla yaptığı vapur seyahatinden haberleri yok, iki üç kişi bir şeyler duymuştum amma demekten Öteye geçe­mediler. İnebolu'dan geri çevrildiğini söylediğimde şaşkınlık büyüdü, inanılmaz bulanlar kahir ekseriyeti teşkil etti. Bazı gizlilikler ve bazı yasaklar meriyetten kalktığında bu hususdaki mütalaalar hürriyete kavuşacaktır. O zaman da, haklan yenmiş bir takım kahramanlar târih önünde itibariarına ka­vuşacaklar, uğradıkları mağduriyetin manevî bakımdan gide­rilmenin memnuniyetini yaşayacaklardır.
Ervah âlemî bunu duymaz zannetmeyelim. Neyse; Ömer Faruk Efendi 26 yaşının 5. ayını sürdürürken vatancüdâ olundu. Vefat ettiği 28/Mart/1969'a kadar vatan dışında ya­şamak mecburiyetinde kaldı. 1907'de kurulmuş bulunan Fe­nerbahçe Spor Klübünün dört dönem reisliğini yüklenen Ömer Faruk Efendi'ye 1925'de Arnavutluk Kralı olma şansı doğduğunda o sırada başbakan durumunda olan ve sonrada bu ülkeye Kral olan Ahmed Zogo, İngiliz'lerin isteğini bir ba­kıma yerine getirmişti. Amma; bu Arnavutlar davranışdan dolayı nice çile ve meşakkatli yıllar yaşadılar ki, bu Ömer Faruk seçimini yapmamanın bedeli olarak düşünülmelidir. Bunun yerine; Ahmed Tevfik Paşa'nın casus olarak kullandı­ğı Ahmed Zogo'yu, böyle asil ve devlet tecrübesi olan biri varken kral olarak tercih etmeleri yanlışları oldu.
Evvelâ 30/Mart/1969'da Kahire'de defnedildi. Daha sonra 1977 nisan'ının nakli kabir münasebetiyle Sultan Mahmud Türbesinde defnolundu. Şehzade Ömer Faruk Efendi, İngiliz­ce, Fransızca, Almanca ve Arabça bilmekteydi. Kültürlü bir insandı. Vefatında 71 yaşını 28 gün aşmıştı.

Osmanlı Hanımlarının Ev İçi Ve Dış Giyimi


Sevgili Özer Şenler büyüğümün kerimeleri hanımefendi bir telefon görüşmemizde dediki, aman metin Amca, çalışma­nızdan haberdarım, istirhamım bizim Osmanlı klâsik târihle­rinde kadın giysilerinden pek bahsedilmez. Lütfen bu kafile­ye siz de, iştirak etmeyiniz. Demek suretiyle pek yerinde ol­duğunu hissettiğim bir ikazda bulundular. Fakat, çalışmayı editörüme vermeyi vaad ettiğim gün de gelip çatmıştı. Bu bakımdan dağarcığım da bulunan bilgilerden bir demetle ik­tifa etsemde alışılmışın dışına çıkmayı bu hanımefendi kızı­mın ikazı ile yapmış olmanın teşekkürünü etmeden geçeme­yeceğim.
Osmanlı hanımları tabiiki giyim ve kuşam anlayışında, kendileri bizzat Kur'an-ı Kerim' den okumasalar bile ulemâ­nın ve imam efendilerin kendilerine ulaştırdıkları bilgilerle te­settür âyetlerine uygun giyim şartlarını oluşturmaya çalış­mışlardır. Bu espri içinde husule gelen biçimlerde zaman içinde, bilgiden ve gerektiği ahkâmdan bihaber olarak gele nekselleşme vücuda geldiği görülür. Meselâ; annem böyle giyiniyor, demek ki olması ge reken bu! Deyip, onlar gibi gi­yim problemini halletme yoluna gitmişlerdir. Giyim hususu dâima başkalarından beğenmek suretiyle edinüdiğinden bu kaidenin islâm kadınlarında da aynen cereyan ettiğini söyle­meden geçemeyiz.
Devlet-i ebed müddet anlayışı içinde Osmanlı hanımefen­dileri ve en basit kadın giyimleri islâm çizgisinde hayat sü­ren Devlet-i Selçukî'ye hanımefendilerinin çizgisini sürdürmekden hiç de imtina etmeyip, tatbik etmişlerdir. Yine de, harp ve sulhların getirdiği göze hoş ve şer'! şerife mugayir ol­mayan dış kıyafetler tercih olunmuş, iç kıyafetlerdeyse şarkın kendine has gizliliği olan ev ve yatak hayatı genel olarak meknuz ve hafi tercihi üzerinde yoğunlaşıldiğından, bu hu-susda târih perspektifinde verilen bilgilerin çoğu, siradişi ha­yatı olanların olup, dışlandıkları toplumu kendi süfli yaşayış­larının aynını yaşamakta olduğu intibaına, sonraki nesilleri inandırma gayretine matuf olup, bilerek veya bilmeyerek is­lâm düşmanlarının da ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Kültür bakanlığının bu mevzuda l/Eylül/2002'de yayımla­dığı bir araştırmada şu ifadeleri bulmak kabildir. Biz bu de­ğerli makaleden bir takım aynen aktarmalar zaman zaman da özetlemek suretiyle sahifemizi süsleyelim: "Türk kadın giysinin en önemli özelliği, yüzyıllar boyunca aynı gelenek­sel çizgiyi koruması ve sokakta giysinin kumaşı dışında kişi­lerin maddi gücünü yansıtan veriler taşımamasıdıı: Kadınla­rın 12. Ve 14. Yy'lardaki giysileriyle başlıkları konusunda bilgiler, çini, taş eserler ve minyatürlerdeki betimlemelerden (görüntülerden) alınabilir, Selçuklu kadınlarının ev giysileri gömlek, şalvar ve entariden oluşur. Şalvarlar bol paçalı, enta­riler uzun bol kollu yakasız üe genellikle önden açıktır. Çoğu kez etek uçları, öndeki yırtmaç veya açık olan ön kısım ge­niş biyelerle çevrilmiş, kolların üst bölümüne Arap giyim kültürünün bir öğesi olan tiraz denilen bantlar konulmuştur. Selçuklu kadınları bol enta rilerine,bellerine taktıkları kuşak yada kemerlerle, dizkapağı ile topuk arasında bir uzunluk vermişlerdir; giyimlerini çeşitli süslerle zenginleştirirler. Bun­lar diademler, küpeler, inciler, bilezikler, ve ayak bileklerinde­ki ha inallardır
Büyük Selçuklu devri kadın giysileri konusunda bilgi ve­ren kaynaklardan biri, İran'ın önde gelen seramik merkezi olan Rey'de bulunan, 12. ve 13.Yy.Harda perdah tek niğinde yapılmış tabaktır. Bugün metropolitan Muesum of artta sergilenen bu tabak taki kadın'ın uzun saçları örgülüdür Başın­da inci sırası oe alnın ortasına rastlayan yerinde yuvarlak taşta dizisi süslenmiş bir diadem vardır. Kulağında birbiri al­tından sarkan üç halka ile zenginleştirilmiş küpe, üzerinde önden açık bir entari bulunur Kadın figürün entarisi bou-nundan aşağıya doğru v biçiminde açıktır; kollarının üst kıs­mında şerit vardır.
13.Yy.başlarında Konya'da hazırlanmış Varka ve Gülşah adlı aşk romanındaki minyatürler, Anadolu Selçukluları devrindeki giysiler açısından önemli bir kaynaktır.
Kadın ve erkek giysileri arasındaki ilk göze çarpan ayrım, kadınlarda görülen inci kolyeler ile incili veya alnın üstünde tek taşla taçlandırılmış diademlerdir. Sevgililerin ikisi de, ay­nı boyda entariler giymişlerdir. Gülşah'ta paçaları geniş şal­var ve küçük yüzlü ayakabıtar vardır; entarisinin yakası V kesimlidir ve yakasından inci dizilen görülür. Başında alnın üst bölümünde yaprağa benzer bir taş dikkati çeker
Güişah gerektiğinde erkek gibi giyinip savaşa gider. Ka­dın figürlerin gayet açık giysilerle betimlendiği ve eğlenceler­de kadınlı erkekli gurupların bir arada bulunduğu halkın bazı kervansaraylarda kadın okuyucuları dinledikleri, sey­rettikleri düşünülürse, Selçuk'tu kadınlarının son derece öz­gür oldukları anlaşılır. (Bu figürlerin gösterdiği motifler ve beraberlikler bütün toplumu değil, o dönem ressam ve sanat­çılarının şahsi görüşlerini ve tasvirlerini toplumun hayat tar­zı olarak kabullenmek ne derece doğru bir harekettir, umu­miyetle sanatkârlar toplumdan farklı bir düşünce tarzı içinde olduğu hatta bu düşüncesinin tatbikatı toplumla arasında bir farklılık meydana getirmiştir, bu gün bile bu hâl rastla­nan hallerden olduğunu hatırlatmadan geçemiyorum. Hele o çağlarda resim hakkındaki ihtilaf, minyatür sanatının gelişmesln de rol oynamıştır. Bu bakımdan minyatüre yönelenler aslında resim yasağından buna gelmişlerdir. Toplumun adet ve geleneklerini değiştirmek bu ressamların fikri anlayışında bir anarşi meucud olduğunu göz ardı etmemek lâzımdır,M,H) 13.Yy'ltn ortalarında Musul'da resimlendirilmiş "Kitab el Tiryak"ın saray sahnesinde dönemin kadın, erkek figürleri bîr arada bulunur. Aynı yapıtın U99'da yapılmış, Paris Bib-liotheque Mationel'deki başka bir kopyasının sunuş sayfa­sında da kadın figürlerine rastlanır. Kompozisyonun ortasın­daki başı taçlı kadının saçları örgülüdür ve iki örgünün uçla­rı geriye atılarak düğümlenmiştir. Kotları şeritle süslü entarisi önden bele kadar açıktır ue geniş parçalar şalvar giymiştir. Kulaklarında inci halka küpeler, boynunda iki sıra altın kol­ye dikkati çeker. Sahnenin dört köşesinde uçuşan melekle­rin giyimi de aynıdır; başlarında taç yerine önü taşlı diadem-ler vardır." Denen çalışmada Sultan Fâtih Mehmed Hân dö­nemi için saray sanatı olan minyatürlerdeki tasvirleri şöyie nakietmekteler: ".13. Yy.dan itibaren Anadolu topraklarında egemen olan Osmanlılarda kadın, özellikle saray sanatı olan minyatürlerde izlenir. Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) dö­nemi minyatürlerinde kadınlar,eski Anadolu ve Orta Asya geleneklerini sürdürecek şekilde açık giyimlidir. TSMK'R.989'da kayıtlı, 1460 civarında Edirne'de minyatürle-nen Külliyat-ı Katibi, 15. Yy.Osmanlı saray kesiminin yaşam biçimini ve dönemin giysilerini sunması açısından önemli bir belge nitetiğindendir. Yapıtta yer alan Sultanın meclisinde müzisyen kızların betimlendiği minyatürlerde Suttan'm çev­resinde içki ve yiyecek sunan hizmetliler, resmî görevli- ter, kadınlı erkekli müzisyenler yer alır. Resmin giysi yönünden en ilgi çekici tarafı kuşkusuz başlıklarıdır Başka çevrelerde rastlanılmayan bu başlık, erken Osmanlı kadın başörtme biçimi hakkında olduğu kadar, yapıtın târihlenmesi konusun­da ip ucu verir. Müzisyen kadınlardan biri cenk, diğeri diğeri tef çalar; kenarda oturansa ellerini çırparak tempo tutmakta-dır.Çenk çalan kadın;arkaya doğru sarkan baş örtüsünün üzerine külahvâri başlık giymiş, alnının üstüne dilimli bir kaşbastı bağlamıştır. Tempo tutan hanımda da aynı tür baş­tık vardır. Tef çalan müzisyenin başlığı yoktur; uçları omuz­larına değen beyaz örtüsünün üzerine ortası dilimli koyu renk kaş-bastı bağlamıştır. Entarileri küçük yakalı, önden açık ve bele kadar düğmelidir. Fâtih Sultan Mehmed döne­minde, Edirne nakkaş ha nesinde kopya edilmiş 1455/1456'ya târihlenen "Dilsuz-nâme" minyatürle/indeki kadınlarda da aynı tür başlıklara rastlanır. Fakat Yy.tın so­nunda Sultan 2.Bayezid (1481-1512) döneminde hazırlanan minyatürlerde bu tür kadın başlıklarına rastlanmaz."
İstanbul'un feth olunması; yerleşik düzene geçiş, impara­torluğun sınırlarının genişlemesi ve iktisadî şartların hâli, kadın-erkek dünyasının ayrılmasına ve kadınların sokakda giyecekleri kıyafete kurallar getirildiği görülmüştür. 16.Yy.da yazılı ve resimli gerek yerli gerekse yabancı kaynaklara ba­kıldığında sokakda giymek üzere; ferace, yaşmak, ve her za­man olmamak şartıyla peçe kullanıldığı görülür. Ferace; ön­den açık bedeni ve kolları bol, eteği yere kadar uzun, yaka kesimi zaman zaman değişen biçimde olup,16. Ve 17.asırlar­da ise genellikle V yaka veyahutda boyunda oturmuş yuvar­laklıkta olup, ön açıklığının iki tarafında yer alan dikey yırt­maç cepli olup sokak kıyafetidir. Yaşmak bayanların, sokak­ta feraceyle kullandığı genellikle bir parçası baş'dan çene'ye, diğer parçası da çene'den baş'a doğru bağlanan iki bölüm­den oluşan, feracenin üstünden sarkıtıldığı gibi, yaka'nin içinde de olabilen, zenginlerin ve saraylıların kolalamak su­retiyle kullandığı beyaz bir örtüdür.
Bayanlar ile ilgili yabancı yazılı kaynaklardan 16. asrın ilk çeyreğine ait bilgileri genç yaşta esir alınıp 1501'de Osmanlı Sarayına satılan Cenevizli Givaantonyo Menavino'nun kita­bından almaktayız. Bayezid-i Velî, Yavuz Sultan Selim dev­rinde Saray'da iç oğlanı olarak bulunduğunda ve Çaldıran savaşı (1514) sonrasında firar etmeye muvaffak olan ve ül­kesine dönebilen Menavino'nun onbeş yılı kapsayan bilgileri arasında hanımların ince bezden barami adı verilen bir giysi ile şehre giderken de yüzlerine at kılından yapılmış bir peçe taktıklarını ifade edip, fakir ve köle kadınların da gözleri gö­züksün diye peçe takmadıklarını, diğer kadınların bu konuda cimri olduğunu yazar.
Bir çok ecnebi elçi ve ressamlar 1533'de İstanbul'a gelip dolaşırlar ve bunlardan Flaman yâni Hollandalı bir ressam altı tane gravürle İstanbul ve Balkan memleketlerini görüntü­lemiştir. Halayıkların bohçaları taşırken verilen görüntülerin­de yüzlerinin açık olmasına karşılık onların önünde yürü­mekte olan hür hanımların yüzlerinde, peçe mevcuddur. Bu ressamın gravürlerindeki şekiller, yukarıda adı geçen Mena-vio'nun yazdıklarıyla hem ahenktir.
Şimdi de Sultan Fâtih dönemi diyebileceğimiz, 1451 iie 1481 seneleri arasındaki zaman diliminde yapılmış minya­türlerde rastlanılan tasvirlerde kadınlarımızın kıyafetleri eski Anadolu ile Orta Asya geleneklerini sergİlediğiyle karşılaşılır. Manuel Serrano Sanz'ın 1905'de Madrid'de yayımladığı ilk baskıda ve daha sonraki baskılarda Andreas Laguna adında bir doktor tarafından kaleme alındığı anlaşılan "Viaje de Tru-quia" adlı seyahatnâmeyse üç kişi tarafından gerçekleştirilen bir sohbetten meydana gelmiştir.
Bunlardan biri olan Pedro, 1552 yılının İstanbuldaki kadın giyim tarzı için sohbet arka daşian Juan ve Mata'ya şunları aktarır: "kadınların büründükleri çarşafların renkleri ve ku­maşları değişebilir; kimi bu renk, kimi şu renk, kimi ipekli çuhadan, ama o kadar. Kadınların başörtüleri bir yana, er­kekleri kadınları hep bir çeşit giyinirler. Bizde olduğu gibi bo­yuna giysi değiştirmezler. Kadın veya koca, hangisi erken kalkarsa biribirlerinin el- biselerini giyerbilirler. Terziye elbise sipariş ettiklerinde model meselesi diye bir özenti ortaya çık­maz. Bunlar elbiseleri asla süslemezler. Yalnız en üste giydik­lerine pek ince olan bir astar geçirirler.
Terzi ölçü almaz elbisenin dikileceği kişiyi gören terzi buna bir elbise gösterir. Terziler hem usta hem de ucuzcudur. Elbi­se de dikiş çok oldukça elbisenin kıymetinin yüksek kabul edildiği bir vak'adır" Yine: 1554 ile 1562 yılları arasında Avusturya elçisi olarak İstanbul'da üç defa b.elçilik görevi ile bulunmuş olan Flaman asıllı Busbek'in, memleketindeki bir dostuna yazdığı mektupda: "kadınların sokağa çıktıklarında-ki gördüğüm kapalılıkları benim onları birer hayalet sanma­ma sebeb oldu demektedir.
Yine, Busbek ile birlikte aynı dönemi yaşıyan Ressam Melchior Lorics, Kanuni Sultan Süleyman devrinin Osmanlı hayat tarzıyla ilgili çizimleri bulunmaktadır. Bu çizimlerde bulunan dört Türk kızındaki figürlerin giysileri, uzun feracele­ri, fes biçimi hotozları ve uçları püsküllü ya da püskülsü. uzun, desenli yaşmaklarıyla devrin hususiyetlerini taşır. Ve de yine:
1596-1597 senelerinin şahidi olan Fynes Morysın seya­hatnamesinde bayan giyiminden şöyle söz eder. "Kadınl ince bezden elbiseler giyerler, bilekleri, etekleri, pek iğne işiyle işlidir. Bunun üstüne giydikleri, yine iğne işi süslü, uzun, kolları ve göğüsler dar mantoları, boyunlarını çıplak bı­rakacak biçimdedir. Çorap ve ayakabılan, çoğunlukla açık renk, deriden, altın ve gümüşle, eğer daha zengin ve önemli bir kişinin hanımları iseler, mü cevherlerle süslüdür. Saçlarını alışılmamış bir biçimde örüp, inci, altın çiçekler, mücevherler ve ipek iğne oyalan ile süslerler." Diyen bütün yabancılar gi­bi, Moryson da, Osmanlılarda kadınların elbiseleri ile erkek­lerinin elbiselerinin birbirine çok benzediğini ifade ettiği gibi, nereye giderse gitsin, hiç bir Türk kadınının evinin dışında başını açmadığını yazmaktan kendini alamamıştır.
Sultan 3. Murad'ın oğlu 3. Mehmed'in târihde pek ün yap­mış meşhur elliiki gün elliiki gece süren 1582 senesinde Sultanahmed Meydanında icra edilen sünnet düğününü nakleden "Surnâme-i Hümayun'un" minyatürlerini yapan nakkaşların başında olan Nakkaş Osman bu eserde 427 adet minyatür yapmışlardır. Bu minyatürlerde, İbrahim Paşa sarayından düğünü temaşa eden padişah ve şehzadesinin sol sayfada, saray ve elçilik görev- lileri ile halkın sağ sayfalarda gösterildiği yazmada, çeşitli gösteriler yaparak geçen esnafı ve düğünü temaşa eden halkı temsil eden figür gurubu için­de, tellaklar ve berberlerin geçişinde görüldüğü gibi kadınlar da yer alır. Genellikle ön sırada yer alan kadınların, her renk­ten ferace giydikleri ve bazılarının yüzlerine peçe Örttükleri görülür. Daha önce minyatürlerde siyah peçeli kadınlara pek rastlanmadığı hatırlanırsa bu modanın Araplardan geldiği ve yaygınlaştığı düşünülebilir.

Osmanlı Ülkesinde Gayrimüslim Hanımların Giyimi


Devlet-i âliye'nin pek geniş sınırları içinde ömür süren ahalinin din ve inançlarında hür bırakıldığı malumdur. Os­manlı devlet yapısında hâkim olan merkezî anlayış üretilen­lerin üretenleri zarardide etmeden son alıcı kesimini koruma­ya ehemmiyet vermiştir.
Böylece, fiyat ve kalitede normlar ihdas etmiştir. Normali-zasyon diğer deyimîe standartizasyon Sultan 2. Bayezid Velî tarafından tatbik olunduğunu da hatırlatmadan geçemeyiz. Bu ölçüler içinde hazır giyim olarak satışa arzedilen kaftan ve benzeri giyimleri satın alınacak fiyatlara bir ölçü getirir­ken, bu ürünlerde eksik malzeme kullanmayı cezay-ı nrıüstel-zim olduğu ilânını yapmaktan içtinap etmemiştir. Meselâ kaf-tan'ın kolu standartlaştınlmış ölçüden kısa olursa, astan ek­sik konursa etek uçları, kol pervazları dikilerek imâl edile­cek, yapıştırılma yapılmayacaktır. Devlet idâresinin sahib-i selâhiyeti olan padişah ve dîvân, gerek müslüman gerekse reayanın giyimini tanzime önem vermiştir.
Bu yaklaşımda gözetilen husus bu gün moda denen illetin insanlar ve bilhassa tâife-i nisa üzerinde tevlid ettiği haksız ve kıskançlığa kadar uzanan rekabetin toplumun faydası ol­mayan harcamalarla, zaruriye-i esasisi olan ihtiyaçlarının te­mini hususunda maddi bakımdan yetersizliğe yuvarlanması­na sebeb olduğu havada kazanıp, tavada yiyenlerin dışında herkesin kabullendiği bir hakikattir. Bu hakikati gören münsif yönetim, bu hâle idare ettiği insanların düşmemesini temin edebilmek çâresini ısdar ettiği ferman ve hükümlerle yönlen­dirmeye çalışmışlardır. Bu hükümler aşağıya alacağımız bazı misallerle daha iyi anlaşılabilir.
Kültür bakanlığının; Gayrimüslim Kadın Giysi'si adlı inter­net sitesinde yer alan araştırma mahsûlü makalede, şöyle bir misâl verilmekte: "21/Sefer 976-1568/'16/'Ağustos târihînde Saray'dan İstanbul Kadısına gönderilen bir hükümle, gayri­müslim kadınların ipek peruazlı ala çuha kaftan, atlas ve kutnu kumaşından kaftan, ala şalvar, ala tülbend ve müslü-manların giydiği içedlk ve başmak cinsi ayakabtlardan giy­meleri fiat arttırdığından yasaklanmıştır?'/Sefer/976-1568/1 /Ağustosda da İstanbul Kadı sına gönderilen başka bir hükümde gayrimüslimlerin giysilerinin cinsleri belirtilmiştir. Gayrimüslim kadınların ferace giymemeleri, eski ka­nunlarda belirtildiği gibi Bursa kutnusundan fistan giymele­ri, şalvarlarının sadece açık mavi olması, ayaklarına da, baş­mak yerine kundura ve şirvani giymeleri, müsliman kadın­lar gibi seraser yaka ve arakıyye (başlık) giymemeleri, giyer­lerse de bunların atlas ve kutnu'dan olması, Ermenilerin de Yahudiler gibi giyinmeleri fakat başlarına alaca kuşak sa­rınmaları, Ermeni kadınlarının da ferace yerine fahir fistan ve terlik giymeleri, İçlerine siyah ve koyu gri Bursa konusu, mâui şalvar ve meşin İçedik ve şiruanl başlık giymeleri isten­miştir. 1577 târihinde saraydan İstanbul Kadısına gönderilen hükümdeyse, gayrimüslimlerin giysilerle ilgili kurallara uy­madıklarının görüldüğü; tekrar uyarılmaları ve müslümanta-ra özgü giysilerle gezmemelerinin hatırlatılması istenmiştir
Nikolay adlı bir seyyah, Pera yâni Beyoğlu semtinin Rum kadınlar! son derece alayişli ve gösterişli kıyafetlerle kendile­rini topluma göstermekten geri kalmadıklarını ileri sürerken, yalnız güze! olmak ve güzel giyinmekle iktifa etmez, gerek klişeye gerekse hamama giderken süslenirler ve takılarını, servetlerini üstlerinde taşırlardı. Şehirli ve tüccarların ma­damlarının fes rengi kadife, saten ve de şam kumaşından
kenarları dantel bantlarla çevrili altun veya gümüş damask-ları yine kenarları dantel ile çevrili altın, gümüş düğmeli; da­ha az zenginler tafta ve desenli Bursa ipeğinden elbiseler gi­yerler.
Genç kızlar ve yeni izdivaç yapmış olanlar başlarına çev­resine beş santim kadar kalınlıkta inci ve değerli taşlarla işli ipek ve sırmalı bantlarla sarılmış, fes rengi saten veya sırma­lı desenli kumaştan yuvarlak şapkalar giyerler. Feraceleri müslüman kadınlarınki gibi selvi yeşili taftadandır. Yaşlı ka­dınlarda aynı şeyleri daha az süslü olarak tatbik ederler. Giy­sileri arka baldırlara kadar inen beyaz ketendendir. Dul ka­dınların ise feracelerini safran sarısı renkde yaptırdıkları gö­rülür. Yazar Mikolay, bu kumaşların Bedesten'de satıldığı kaydını koymayı ihmal etmemiştir. Ayrıca şunu da ilâve ed­er, zaman zaman çı- karılmış giyim tahditlerine karşı oiarak-da gayrimüslimlerin Türk kadınları gibi giyindikleri saray dı­şında da bu kumaşların alıcı bulduğunu ilâve etmeden geçe­memiş.
Yine Nikolay'ın ayrıca ressam olması hasebiyle de yaptığı bir gravürde, Beyoğiu(Pera)lu Rum kızının elbisesi çizgili bürüncekten yuvarlak yakalı bir gömlek ile derin kesimli dik­dörtgen yakalı desenli bir üstlükten oluşur. Fes biçimli başlık kadife kumaştandır.
Gerdanlık, kolye, bilezikler ve başlığın çevresindeki şerit, uyumlu bir bütünlük oluşturur Hanımların üstten bağciklı ayakabılan vardır; entarisi Önden açık olmadığından, içinde şaîvar olup olmadığı hakkında bir fikir vermez. Peralı Rum kadının sokak giysisi tek düğmeli, kısa yenli belden aşağısı bol kesimli, cepli ferace, feracenin kollarından ve ön açıklı­ğından görünen entari, tek parça halinde başı ve boynu örte­rek belden aşağıya ka- dar uzanan oldukça büyük baş örtüsünden oluşur. Bu büyük sarı renkli örtünün altında hanımın başını ve boynunu saran beyaz bir örtü dikkati çeker. Sey­yahlarında belirttiği gibi peçesi yoktur.
Yine ecnebi seyyahlardan Gerlah; Türk kadınları gibi Er­meni matmazel ve madamaîannm bol pantalon üzerine etek giydiklerini, ama yüzlerine siyah bezden peçe yerine beyaz ve güzel desenli tül taktıklarını belirtir. Dersvanham ise var­lıklı yahudi kadınlarının has ipek Şam kumaşından mamul elbiseler giydiğini ve kiymetdar aitun takılar taktığını ileri sü­rer. Rum kadınlarının bütün servetlerini ipekli, sırmalı ve itina ile işlenmiş kumaşlar için harcadıkları, giysilerinin diğer gay­rimüslim kadınlardan daha gösterişli olduğu bütün yabancı seyyahların dikkatini çekmektedir.
Fresne Caneye; Rum kadınlarının sokakda peçe takma­dıklarını ve kendilerindeki güzellikleri sergilerken bakışlardan pek memnun kaldıklarını gösterdiklerini beyan eder. Bu Rum kadınları çok parlak far kullandıkları gibi, Türk kadınları da tabii olan sürme'den başka bir şey kullanmazlardı demekte. Rumların genç kızları pek sokağa çıkmamakla beraber, pen­cereden de ayrılmadıklarını ve seyredildiklerinin farkına var­dıklarında yabani bir biçimde odalarına kaçtıklarını yazar. Yi­ne bu seyyah Rum, Yahudi, Macar, Venedik'Ii yâni bütün do­ğulu kadınların bacaklarına kadar inen elbise giymeleri çek­miştir. Böylece de; çalışmamızın bir nebze de olsa, muazzam insanlık ailesi âleminin muhterem üyeleri hanmefendilerin kıyafetlerinden, giyim tarzından ve devletin zaman zaman gerek ekonomik sebebler, gerekse cemiyetin ahlâk yapısını muhafazaya kadir olması hasebiyle yayımladığı hükümler­den bahsetmek suretiyle sayfalarımızı süslemiş bulunuyoruz. Makbul olması temennimin dahilindedir.

Aşiretten Devlete Giden Çizginin Padişah Ve Halifeleri


Künyesi:  Doğ.yeri ve Tr.        Saltanat Dönemi miktar vi".                              yaşı
Süleyman oğlu Ertuğrul Bey      1191 Ahlat       UçBcyi:1231-128l-50  1281       90
Osman Gazi                             1258 Söğüt
1.Orhan Gazi                           1281 Söğüt
] .Sullan Murad(Hüdavendigar)   1326 Söğüt
Sultan 1 .Bâyezid( Yıldırım)         1360 Bursa
Sullan l.MehmccKÇelebi Sullan 2.Murad Sullan 2.Mehmcd(Fâtih) Sultan 2.Bâyezid(Vciî) Sultan 1. Seli m( Yavuz) Sultan 2.Süleyman(Kanuni) Sultan 2.Selim Sultan 3,Murad Sullan 3.Mehmcd Sullan l.Ahmcd
Bey:      1281-1324=43   1324 66 Padişah: 1324-1362-38  1362 81 ":  1362-1389-13 1389 63 "      ": 1389-1402=13 1402       43 1382 Bursa            "      ": 1413-1421-07 1421      39
1404 Amasya " ": 1421-1451-29 1451 46 1432Edirnc            "      ":  1451-1481=30 1481     49
I450Dimetoka " ": 1481-1512-31 1481 6! 1470 Amasya " ": 1512-1520-08 1520 50 1495 Trabzon          "     ": 1520-1566-46 1566    71
1524 İstanbul          "      ": 1566-1574=08 1574    50
1546 Manisa          "     ": 1574-1595-20 1595     48
1566 Manisa          "     ": 1595-1603-08   1603   37
1590 Manisa           "     ": 1603-1617=14   1617 27
Sullan l.Mustafa/1592Manisa/l617'dc3ay,4gün-1622/1623'dc   I'scnc3'ayl639   47
Sultan 2.0sman(Gcnç) Sultan 4.Murâd Sultan 1.İbrahim Sultan 4.Mehmcd Sultan 3.Süleyman Sullan 2-Ahmed Sultan 2.Mustafa Sultan 3.Ahmed
1604 İstanbul 1604 İstanbul 1615 İstanbul 3 642 İstanbul
1642 İstanbul
1643  İstanbul 1664 Edime 1673Hacıoğlupazarı
1618-1622-04 1622 17 : 1623-1640^16 1640 28 : 1640-1648-08   1648   32
1648-1687-39   1693   51
1687-1691-03 1691 49 : 1691-1695=03 1695   52
1695-1703=08 1703 39 : 1703-1730=27  17       36
Sullan l.Mahmud Sultan 3.Osman Sultan 3.Mustafa Suitan İ.Abdülhamid Sultan 3.Seiİm(Şehid) Sullan 4.Mustafa Sullan 2.Mahmud Sullan Abdülmecid Sultan l.Abdülaziz Sultan 5.Murâd Sultan 2.Abdülhamid Sultan 5.MehmcdRcşad Sultan ö.Meh.Vahidcddin Sadece Haille .sıfatıyla: Abdülmecid Efendi
1696 Edirne 1699 Edime 1717 Edime 1725 İstanbul 1761 İstanbul 1779 İstanbul 1785 İstanbul 1823 İstanbul 1830 İstanbul 1840 İstanbul 1842 İstanbul 1844 İstanbul 1861 İstanbul
: 1730-1754-24 1754    58
1754- 1757=02  1757    58
1757-1774=17 1774   57
1774-1789-15   1789    64
1789-1807=18   1807     18
1807-1808=01   1808    29
1808-1839=31   1839   53
: 1839-1861=22   1861   38
1861-1876=15    1876   46
1876-1876=3'ay 1904   64
1876-1909=33    1918    75
: 1909-1918=09    1918   73
: 1918-1922=04    1926   65
1922-1924=0l.3'ay.l5*gün
1868 İstanbul
Padişahlarımızın sayısı otuzaltı olup,fetret devri dediğimiz 1402 ile 1413 yılları arasındaki şehzadelerin birbirleriyle mü­cadelesi sonucunda meydana gelen karışıklıklarda başa ge­çenler olmuş fakat bunlar sifat-ı padişahiye nail ve sahip ola­bilecek otoriteyi tesis edememişlerdir. Bu bakımdan kimi ta­rihçiler bunları padişah saymak yoluna gittiği gibi kimileri de böyle görmemişlerdir. Biz de ikinci kategoride yerimizi af-makla beraber, Bu şehzadelerin de, hükümran olur gibi gö­ründükleri dönemi hiç değilse târih ve sırasına göre esas cedvel dışında göstermeyi doğru bir davranış addettik.
Sultan l.Süleyman(Emir)   1375 Bursa         "     ": 1402-1410-08
1410   35
Sultan l.Mûsâ Çelebi         1388 Kütahya      "     ":  1410-1413-03
1413   25
Taht'dan indirilenler ve menkubiyetde sürdükleri ömür;
Yıldırım Bâyezid: 00'sene,07'ay,06'gün    / 2.Bâyezid(Ve!î): 00'se-
ne,01'ay,02'gün
2.Osman(Genç)   : 00'    "    ,00, " ,01'   "     / 1 .Mustafa       :   15'"
,04' " ,10'   " 1.İbrahim            : 00'   "   ,00, ", 10   "    / 4.Mehmed      :  04' "
,01' " ,28'   " 2.Mustafa           : 00'    "    ,04, % 08    "    / 3.Ahmed        :    05'(i
,09' " , 01' " 3.Selim               : 01'  "    , 02, ", 00   "    / 4.Mustafa       :  00' "
,03, " , 19' " AbdülazizHân   : 00'  "    , 00,  ",05    "    / 5.Murâd          :27'"    ,
11, " , 29' " 2.Abdülhamid    : 08'  "    ,09,  ",13     "    / Vahdeddin      :  03'"    ,
05, " , 28' "
Abdülmecid Efendi de hilâfetin lağvı ve yurt dışı edilmiş ve yurdışına çıkışından sonra 20 sene, 5 ay, 21 gün muam­mer olmuştur.


Padişah Validelerinin İsimleri


Osman Gazi anneshHayme Hatun-Orhan Gazi annesi: Mâl Hatun-Murad-ı Evvel annesi: Nilüfer Hatun-Yıldınm Bayezid annesi: Gülçiçek Hatun-Çelebi Mehmed annesi: Devlet Ha-tun-Murâd-ı Sâni annesi: Emine Hatun-2.Mehmed(Fâtih)an-nesi: Huma Hatun-Bayezid-i Velî annesi: Mükrime Hatun-l.Selim(Yavuz)annesi: Gülbahar-l.Süleyman(Kanuni)annesi: Hafsa Hatun-2.Selim annesi: Hürrem SuItan-3.Murâd annesi: Nurbânu Sultan-3.Mehmed annesi: Safiye Sultan-l.Ahmed annesi: Handan Sultan-1.Mustafa annesi: Handan Sultan-
2.Osman (Genç) annesi: Mahfiruz Haseki Sultan-4.Murâd annesi: Kösem Valide Sultan-1 .İbrahim annesi: Kösem Vali­de Sultan-4.Mehmed annesi: Hatice Turhan Sultan-2.Süley­man annesi: Saliha Dilaşup Sultan-2.Ahmed annesi: Hatice Muazzez SuItan-2.Mustafa annesi: Rabia Emetullah Gülnüş Sultan-3.Ahmed annesi: Emetullah Rabia Gülnüş Sultan-l.Mahmud annesi: Saliha Valide Sultan-3.Osman annesi: Şehsuvar Valide Sultan-3.Mustafa annesi: Mihrimah Valide-sultan-l.Abdülhamid annesi: Râbia Şermi Vâlidesultan-3.Se­lim (Şehid) annesi: Mihrişah Vâlidesultan-4.Mustafa annesi: Ayşe Saniyeperver VâlidesuItan-2.Mahmud annesi: Nakşidî! Vâlidesultan- Abdülmecid annesi: Bezmiâlem Vâlidesultan-Abdülaziz annesi: Pertevniyal Vâlidesultan-5.Murâd annesi: Şevkefza Vâlidesultan-2.AbdüIhamid annesi: Tirimüjgân Ka-dınef- endi-5.Mehmed Reşad annesi: Gülcemâl Vâlidesultan-ö.Mehmed Vahideddin annesi : Gülüstî Vâlidesultanlardır.

2. Abdülhamid Sonrasında Donanmayı Hümayun


l/Eylül/1910'da Barbaros Hayreddin ve Turgut Reis isim­lerini almış bulunan iki savaş gemisinin Osmanlı donanması­na teslim edildiğini görüyoruz. Bu gemileri donanma cemi­yeti satın almış 25 milyon mark tutan ödemenin nasıl yapıla­cağı gündeme gelmiştiki, bu paranın ödenmesi donanma ce­miyetinin ahaliden toplayacağı paralara bağlıydı. Fakat İs­tanbul'da, bu iki geminin fiatının haylice fazla olduğunu ileri süren, mukabil bir gurup protestolarda bulundu. Bu gemiie-rin 1891'de inşa edilmişti. 1902 ile 1904 târihinde kazanları modernize edilmiş, Ne varki kondensatör arızası, hızında kayıblara sebeb olmuştu. Bu bakımdan donanmamızda randı­man vermesi hayli aksamıştı.
1911'de İngilizlerle iki gemi için pazarlığa girişildi ki bu gemilerin adları Minas Gerais ile Rio de Janerio idi. Bu pa-zarhk ilk gemi için tamamlandı. İkincisi yâni Rio de Janerio gemisi Elswick'de inşa olunmaktaydı. Fakat ödeme aksa­ması hasebiyle Armsotrong ile yapılan görüşmeler kesilmesi gerekti. Vikers firması daha başarılı olup, Sir Douglas Gamb­le iki ağır kravozör için plânlar hazırlarken, Cemâl Paşa ara­ya girip, 5.Mehmed Reşad gemisi için l,5(birbuçuk)miiyon altun lira maliyetle Vikerse sipariş verildi. 1912'de zuhur eden Balkan muharebesi hasebiyle faaliyet tatil olunmuştu. 1913'e gelindiğindeyse, adına 5. Mehmed Reşad denilen ge­mi İngilizlerce bize teslim olunmayarak, kraliyet donanması­na HMS Erin adıyla hizmet vermeye başladı.
Osmanlı devleti; güçlü bir donanmaya sahip olamadığı takdirde, Yunanlıların eline geçmiş bulunan adaların istirdadına kabil olmadığına aklı kesmişti. Bu bakımdan çeşitli sa­vaş gemilerinin ısmarlanmasına önem atfediyordu. Evvelâ 5.500 tonluk iki hafif kravozör, 1000'er tonluk dört destro­yer, iki tahtelbahr yâni denizaltı, bir de mayın döşeyeci gerektiği rapor hâlinde ortaya kondu. Almanlar donanması­nın bazı gemilerinin satılık oldu ğunu imâ edince iki cereyan belirdi bir kısmı bunların alınmasını ileri sürerken, bir kısmı da, yeni gemi almak gerektiğini müdafaa ediyorlardı. 1/Ara-lık/1913'de İzmit antlaşması gündeme gelirken; Armstronga GÖlcük'de bir tersane kurması bunada yaptırtılacak bütün gemilerin burada inşa ettirileceği garantisi verildi. Armstrong adlı İngiliz şirketi Tersane-i âmireden de hisse almak suretiy­le bir güven sağladı. Böylece de,Tersane-i âmire ile Gölcükte mutasavver yeni tersane <Doklar-Tersaneler ve İnşaat-ı Bahriye Şirketi> adını aldı. Bütün bu olanlar cihan savaşı çık­madan Önce tasarlanmıştı. Rio de Janerio adlı gemiye, <Sultan Osman-Î evvel> adı verilip, tashavvülata başlandı. Teslim târihi 3/Ağustos/1914 olarak plânlanmıştı. Ancak 2/Ağustos târihi, parası ödenmiş bu gemimizi kraliyet donanmasında HMS Agincourt ismini vermek suretiyle gasp etmiş oldu.

Balkan Savaşlarında Donanmay-I Hümayunumuz


17/Aralık/1912 günü Londra sulh müzakereleri başladı­ğında devfet-i âliye Edirne, Ege Adaları ve Girid'i vermeyi red etti. Otuzaltı gün sonra murahhaslarımız, yâni 22/Ocak/1913'de Edirne'yi gözden çıkartmaya razı geldi. Ertesi günde meşhur babıâlî baskını gerçekleşmişti. 5/Mart/1913 günü elviyei selâseden yâni Rumeli'de üç mü­him vilayetten biri olan Yanya, Yunan işgaline boyun eğmişti.

Ege Denizi Operasyonları


Buharlı gemimiz Florida,Kuşadasmdaki donanma komu­tanlığı Sisam Adasına oradaki askeri Personele almak üzere yola çıkarıldı. Bu operasyon neticesinde birliklerimizin tama­mı Ege'yi boşaltarak meydan Yunana bırakılmıştı. Bu sırada da, ellibeş adet Yunan ticaret gemisi Marmara denizinde bir nevi tutsak idi ki, iyiniyeti sergilemek için bunların serbest bırakılması gerçekleştirildi. Günlerde donanmamız savaşa katılabilmek için lâzım gelen teçhizat, cephane ve kömürden mahrum bulunuyordu. Öte yandan da kuvvei mâneviye çök-memiş ümidvar olarak kendini hissettirmekteydi. Boşalttığı­mız Ege havzasındaki bir çok yer Yunanlıların ellerine geçi­yordu. İmroz ve Bozcaada da Yunanlıların eline geçmişti. Halbuki Balkan savaşının bidayetinde Ege denizinin avrupa kıyılarında Selanik ile Preveze'de Osmanlı donanma üsleri bulunuyordu.
Bununla birlikte Karadağ sınırı olan İşkodra denizinde de bir deniz müfremiz bulunmaktaydı. Selânik'deki donanma garnizonu kumandanlığı aynı zamanda Feth-i Bülend'inde komutanı olan Binbaşı Aziz Mahmud Beydi!. Bu geminin top­ları sökülmüş Selanik kalesine takviye olarak yerleştirdiler. Fethi Bülend adlı gemi ise, bir barınak olarak kullanılma du­rumuna getirilmişti. Bu kumandanın emrinde Sürat, Tes- hi-lat, Katerin ve Selanik isimli römorkörlerde bulunmaktaydı. Selanik ise, mayın döşemeci donatılmıştı. Bütün bu römor­körler ise 37mm.lik çaplı toplarla toplarla silahlandırmıştı.
Takvim yaprakları 31/Ekim/1912 târihini gösterirken 2 nomerolu Yunan torbidobctu, '-eftehois'den Selânik'e t ket etmiştir. Gecenin on'unda Vardar İle Karaburun jöktörleri ve mayın tarlalarını sıyırarak geçer. Gecenin onbir-buçuğunda Fethi Bülende üç tane torpido atılır. Biri uzaktan geçerek kömür İskelesine isabet eder ve hayli zarar verir. Di­ğer İki torpi! ise pruva direği ile baca arasına isabet kayde­dince gemi alabora olur ve batar. Bu gark oluşta yedi kişi şe-hid olur. 2 nomerolu Yunan gemisi kaçmaya muvaffak olur. Aynı gün ve târihde Yunan'a sınırı olan Preveze'dekİ donan­ma üssü düşmanın pek güçlü olması hasebiyle teslimden başka çâre bulamamıştı.
Antalya adlı torpidobotumuz ve yanmış bulunan Tokad ile 9 ve 10 numaralı motorlu gambotlar teslim olunmadan ön­ce, garnizon komutanın binbaşı Hüsameddin'in emriyle batı-rılırsa da, Yunanlılar iki torpidobotun batmmasmı engelledi. İşkodra'da bulunan kuvvetlerimiz buharlı olan Güre, eski bir boğaz feribotu olan, göl buharlısı İşkodra ve Kiyonc-ya,1912'de aldığımız motorbot olan Filiyo ve Kisnya, Mesu­diye ve Asarı Tevfik'in buharlı fiiikalarıyla çok sayıda yelken-ii tekne ve satımız vardır. Üç adet buharlı gemi ve iki adet buharlı işkampavya'dan ibaret küçük bir filomuz vardır.
9/Kasım/1912'ye baktığımızda iki adet Yunan gemisi kör­feze girerek oradaki komplekslerimize ateş açarlar. Bu arada baskına tedbir olarak, Sürat, Selanik ve Teşkilât adlı gemile­rimizi silahlardan tecrit ederek, Fransa siciline tebdil edilmiş görüyoruz ve böylece Fransa gemisine yapılmış bu tecavüz tabiatıyla Fransız donanma komutanlığınca şiddetli bir şekil­de Yunanlılar nezdinde protesto olunur. Aynı gün ve târihde Ayvalık'dan Midilli Adasına gitmekte olan Trabzon adlı ah­şap bir yük gemimiz Yunan, torpidobotları tarafından batırıiır. Kaptan ve makinist hayatlarını kaybederler. Üç gün sonra da yine Yunanlılar Selânik'de bulunan Kızıl Haç emrindeki hastane gemisi olarak vazife almış bulunan Fuad adlı yatı tanı­mayı red eden Yunanlılar bu gemiyi zorla ele geçirdiler.
27/Kasım/1912'de Selanik, Sürat ve Teşkilat isimli Fran­sızlara tescillenen gemilerimiz bu ülke bayrağı altında liman­dan çıktı. Yunanlılar Limni açıklarında gemileri durdurmaya teşebbüs ettilerse de, buna muvaffak olamadan gemilerimiz Çanakkale Boğazına ulaşmayı başardılar. Burada üç geminin de bayrakları Osmanlı bayrağına tahvil olundu. Anadolu do­nanma üssü İzmir, Yunan genel kurmayı için fazla ilgi çeken bir yer değildi. Gemilerini dâima izmir körfezinden uzak tut­tular. Savaşsız bir dönem yaşandı. Zâten bizim gemilerden Muin-i Zafer hareketsiz, kazanları hasarlı olan Yunus destroyeri, İzzeddin yatı, Timsah, buharlı Arşipel ve kiralık 8'nome-ralı Golden Horn feribotunun savaşa cak hâlide yoktu.
Karadeniz operasyonları vakalarına baktığımızda, Afrika kıtasını bize kısıtlayan İtalya ile savaşımız donanmamızın ka­rasularımızda bulundurulması neticesini getirmişti. Beri yan-dan da Balkan ülkeleri ile çatışma olacağı intizarı hasebiyle donanma ile nazırlık arasında gidip gelen yazışmaların ardı arkası kesilmemiş ancak arızalı gemilerin tamir işine de şitap olunamamıştı. 1912 yaz mevsiminde bazı gemilerimiz bil­hassa Barbaros Hayreddin, Turgut Reis savaş gemilerimiz, yine Hamidabad ve Demirhisar muhripleri yabancı donan­malarının evsafında olmamasına rağmen hizmete hazır oldu­ğu mü talaa ediliyordu.
Savaş gemilerimizde bir çok eksiklikler vardı. Pompa bo­ruları çürümüş, telefonlar iş görmüyordu. Su geçirmez kapo-talar kapanmıyordu. 2/Ekim/1912'de Nevşehir adlı gemimizi Trabzon'da hazır ederken, Zuhaf adlı olan da İstanbul boğazı dışında volta vuruyordu. İsmini zikredeceğimiz, şu gemiler demirli olarak beklemekteydiler: Turgut Reis, Barbaros Hayreddin, Hamidiye, Mecidiye ile Schichau ve Samsun sınıfı destroyerlerden müteşekkil filo, yine Mesudiye, Hamidabad, Kütahya gemilerimizde Tarabya önlerinde demirde idiler. 17/Ekim/1912'de Donanma kumandanı Miralay Tâhir Bey; Barbaros Hayreddin, Turgut Reis, Muavenet-i Milliye ve Ta-şoz gemileriyle İğne Ada'ya git- mek üzere denize açıldılar.
29/Ekim/1912'de Mecidiye ve Yarhisar, 2472 grostonluk 1872 yapımı nakliye gemisi olan Marmara'nın, Trabon'dan son kalan osmanlı birliklerini getirdiği Midye açıklarında de­mirlemiş görüyoruz. 30/Ekim/1912'de Mecidiye ve Yarhisar gemilerimiz Varna'ya yola çıkar. Barbaros Hayreddin ve Numûne-i Hamiyet gemileri onlardan boşalan bölgeyi muha­fazaya koşarlar. l/Kasım/1912'de 4084 gros tonluk, 1872 yapımı nakliye Bezm-i âlem, 2500 asker ile 5062 gros ton­luk 1890 yapımı Akdeniz adlı gemimiz içinde ikibin piyade askeri ve ve dörtyüz adet yük hayvanı ile Varna'ya gelir. Ne varki, Bulgarlar, Midye'yi 2/Kasım/1912'de işgal etmiş ve 1901 yapımı 4458 gros tonluk Reşid Paşa beş taburu indirir. Barbaros Hayreddin ve humune-i Hamiyet Midye civarındaki karambolda kendi askerlerimizi vurnnayalım diye savaşa işti­rak etmez. Bu arada 3/Kasım ile ayın 10.günü arasında ge­çen zaman diliminde birbiri peşinde vürûd eden Osmanlı sa­vaş gemileri Bulgar birliklerini topa tutmak için Midye'de is-bat-ı vücud ederler. Pek eski gemilerimizden olan İclâliye ve Necm-i Şevket korvetleri gayretlerini arttırıp, bu hizmete so­kulurlar.
19/Kasım/1912'de Berk-i Satvet, Hamidiye, Berkefşan, Yarhisar, ve Mecidiye Varna açıklarında rasat vazifesi yap­mak üzere suları katetmeye başladılar. Bu vazifenin ifası es­nasında dört adet Bulgar torpidobotu bizim Hamidiye ve Berkefşan'a saldırdılar. Halbuki bu gemilerimiz, bölgede dolaşmakta bulunan Fransız ve Ruslara ait gemileri takiple va­zifeliydiler. Hamidiye bu saldırıda aldığı isabetle su kesiminin bir metre altında vücuda gelen delik yüzünden 12 metre uzunluğunda bir yırtıkla karşılaşır sancak tarafında yatmaya sebeb olan suların tahliyesi ve delik ve yırtığın kapanmasına üstün bir gayretle çalışan bahriyelilerin gece yarısına kadar süren onarım ve su tahliye işlemi sonunda Hamidiye'yi atış menzili dışına çıkartıp, dengesinde yüzdürmeğe muvaffak ol­maları denizcilerimizin talihi ile gayretlerinin semeresi olduğu dost ve düşmanın takdirine mazhar olmuştur. Öte taraftan Berkefşan ile Yarhisar Bulgar gemilerinin avlanmasını sağlar­lar. Hamidiye gemisi ise, Haliç'de tamir görmek üzre, İstan­bul istikametine yola koyulur.
7/Şubat ile ertesi gün olan 8/Şubat/1913'de Podima üze­rine bir ihraç harekâtı planlayan genel kurmayın, evvelâ Asar-ı Tevfik adlı gemimizi harekete geçirdiğini görüyoruz. Basra ve Taşoz adlı destroyerlerimiz hizmete hazırken, İstan­bul'a silah ve cephane yüklü olarak seyirde olan Kızılırmak ve ona re fakat eden Bezm-i âlem'Ie birlikte bu ihraç harekâ­tına iştirak etmek üzere rotalarını Podima üzerine çevirirler. Fakat bombardıman için Podima'da ses vermek isteyen Asar-ı Tevfik, haritada gösterilmeyen bir kumsalda karaya oturur. Makinelerini kullanarak halasa çalışması daha fazla kuma oturmasına sebeb olur. O dönemde haberleşmede kul­lanılabilecek radyo sistemi olmadığından bir kaç kişiyi kara­ya çıkarıp, İstanbul ile temas kurmayla vazifelendirirler.
Neticede haberleşme temin edilir bölgeye gelen Yunanlı­lardan ganimet olarak aldığımız Nikolas kuma oturmuş ge-mimizdeki silah ve cephaneyi alır, Giresun, kömür ve yorgun mürettebatı alır İstanbul'a doğru yola çıkarlar. Kumsalda boş gövdesi ile kalan Asar-ı Tevfik, Bulgar topçularının hedefi
olarak terk edilmiş olur. 1913'ün Nisan ve Mayıs aylarında tek ticaret gemimiz Kızılırmak, Berkefşan ile Taşöz'un refa­katinde Romanya üzerine ticarî seferlerine devam eder.

Çanakkale Boğazı Operasyonları


İttihad ü Terakki gizli cemiyetinin yavaş yavaş kendini le-galize etmesi hasebiyle ve bu harekâtın dahilinde askeri ka­nadın da dâhil olduğu bilinmekte bunların muhalifleri olan subaylarda bulunmakia birlikte neticeye müessir olabilecek sayı zabitler arasında İttihatçılar tarafındaydı. Bu eğilimden bahriye zabitlerinin de bulunduğunu elbet kabul gerekir. İtti­hatçılar savaş cihetini gütmekteydiler.
Bu bakımdan Tahir Bey, savaş taraftan Ramiz Muman Bey'in yerine başkomutan olarak atandı. Çeşitli operasyon plânları yapıldı .Yunanlıların Averof adlı gemisi menzil dışın­da olduğu her an, Yunan gemilerine baskın karar altına alın­dı. Ne varki gemilerin donanımındaki yetersizlik ve tamir güçlükleri planların kâğıt üzerinde kalmasına badi oldu. Me­selâ; Çanakkale açıklarında devriye görevi yapmakda bulu­nan Basra ve Taşoz gemilerimize ve oradaki sularda demirde bekleme görevinde olan Yadigâr-ı Millet ile Muavenet-i Milli-ye'ye Yunan gemilerine av olma vazifesi verilmişti. Yüzbaşı Rauf (Orbay) kumandasındaki bu operasyonlar güzel bir plânlama olmakla beraber teknik imkânlarla çatıştığı iç- in iptalden başka çâre kalmadı.
14/Aralık/1912'de Averof gemisinin İmroz önlerinde ka-ra'ya oturduğu haberi alındı. Bu tabiiki iyi bir haberdi ve bu­nun üzerine Sultanhisar Bozcaada'ya harekete geçirildi. Bas­ra gemimizin Kumkale ve Çanakkale boğazının Anadolu kı­yılarını devriye görevi ile emniyet içinde seyri kararlaştırıldı.
Bu devriye esnasında bahse konu gemimiz, Supendom ile Lonchi adlı gemilerinin ateş salvosuna düştü. Çanakkale ön­lerine sığınmağa doğruldu. Mecidiye gemimiz bu takibi gör­düğünde rotasını takipçi Yunan gemilerinin üzerine doğrulttu. Supendom ile Lonchi'ye iki Yunan gemisi daha iştirak etmişti bunlar Tilla ve Nafkratosa olup, buna rağmen Mecidiye bun­lara ateş açmaktan içtinap etmedi. Bütün bunlar olup biter­ken Yunanlıların, Doksa,Nagena ve Venos adlı gemileri de bu deniz çatışmasına iştirak ettiler. Durumu uzaktan müşahede eden Numûne-i Hamiyet adlı gemimiz telsizle vaziyeti Nara-burnu'na rapor etti. Çünkü; şecaat gemisi olan Mecidiye'nin telsizi çalışmamaktaydı.
Velhasıl Çanakkale operasyonları esnasında çeşitli deniz müsademeleri vukubuldu. Averof, İmroz'da oturmuş olduğu yerden halas olunca yine korkulu rüyamız oldu. Nitekim bir çok gemimizin Çanakka le'ye sığınma yolunu seçmesine se-beb oldu.
19/Aralık/I912'de Nilüfer adlı gemimiz, İstanbul'dan, Ça­nakkale Maydos'a üst rütbelerde zabitler ile Bahriye Nâzın Ferik Hurşid Paşa'yı getirmiş burada, pek mühim bir istişare yapıldı. Düşman eline geçen bazı adaları istirdat etmek için beraberlik İçinde harekâtı tavsiye ederler. Donanma böyle bir harekâta lojistik destek veremeyeceğini ifade ederken, düş­manı tedirgin edecek her harekâta taraftar olduğunu beyan eder. Bu arada da bahse konu toplantı da, donanmanın yeni­den tanzimi kararlaştırıldı. Mecidiye, Berk-i Satvet 1, donan­ma kolunu teşkil ederek, Çanakkale'den İmroz(Gökçeada)a hareket etti.
2. Donanma kolu ise boğazlan muhafaza durumunu üst­lendi ve enerjik komutan Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey, düşmanın Çanakkale üzerine saldırılarına karşı, düşmanlara mukavemet göreviyle tâyini yapıldı. İki kol hâline getiriien donanmanın bu tanzimini Rauf Bey, Anadolu kıyılarına menfi tesir veren Yunan destroyerlerini sıkıştırmaya bakacaktı. 22/Aralık/1912'de Yunan denizaltısı (Tahteibahr) Mecidiye gemimize bir torpil atar ancak torpilin gemimizi ıskaladığı görülürki bu dünya târihinde ilk defa yapılan denizaltı torpili saldırışıdır.

İmroz (Gökçeada) Bombardımanı


10/Ocak/1913'de Albay Ramiz Bey, başkomutan sıfatıyla İmroz adasında üslenen düşman gemilerinin burdan ayrılma­larını temin babında, ada'nın gemilerimizin hepsinin iştirak edeceği bir bombardıman taarruzu yapmalarını emretti. Plân şöyleydi: Nümûne-i Hayat adlı gemimizin haricinde bütün gemiler denize açılacaklar, savaş gemileri İmroz'a saldıracak ve Asar-i Tevfik, İntibah ve dört torbido-bot Çanakkale boğ­azı açıklarındaki sularda devriye vazifesi yapacaklardı. Has­tane gemisi Reşid Paşa Çanakkalede kalacak Tir-i Müjgân (Sultan 2.Abdülhamid'in validesinin adı) gemimizse, Kum-kale yakınlarında saf tutacaktı. Sancak gemimiz Barbaros Hayreddin liderliğinde Turgut Reis, Mesudiye ve Asar-i Tev­fik; Hellas burnunu aştığında önlerinde Mecidiye ve Hamidi-ye'nin gittiğini gördüler. Ana filo 12,5 mil süratle öndeki ge­mileri takip etmekteydi. Krovozörler saat 8.33'de iki düşman destroye ri görürler takibe başlarlarsa da mesafe ikibin met­reye düştüğünde Yunan gemileri dönüp kaçarlar.
Gemilerimiz bunun üzerine hızlarını kesip ana filonun gel­mesine intizar eder. Bu arada da Tir-i Müjgân gemimiz, Asar-ı Tevfik Hen bölgesinde bir düşman gemisi olduğu haberini alır. Ramiz Bey, derhal filoya geri dönmesini emreder. Krovözörler olsun, eskort destroyerleri toplanır ve Çanakkale'ye doğru rota düzeltilir. Kefalo burnuna doğru paralel bir rota da giden filomuz, Asar-ı Tevfik'den doğu istikametinden üç tane düşman gemisinin gelmekte olduğu haberini alır. Gemileri­miz bu gemileri görünce ateş açarlar, onlarda firar yoluna düşerler. Bu denizdeki operasyonlar Nisan/1913'ün sonları­na kadar devam etti.

Marmara Deniz Operasyonları


7/Kasım/l912'de Tekirdağ, Bulgar işgaline mâruz kaldı. Asar-ı Tevfik adlı gemimiz kumsalı bombaladıysa da, düş­mana bir zarar veremedi. Turgut Reis ve Basra gemilerimiz­de gelip bir kaç gün bombardıman yapıp geri çekildiler. Cep­hane sıkıntısı kendini göstermeye başladığından bombardı­man müddeti kısıtlı tutuluyor böylece istenen netice elde edi­lemiyordu. Bu da ülkenin kendi savaş ihtiyaçlarını kendisinin bol bol karşılamasının gerektiğini ortaya koyan husus olma­lıdır herhalde. İthal silahla yapılacak bir savaşın akıbeti her zaman bir meçhuliyet arzeder. Şimdi Hamidiye kruvözörün-den bahsederek donanma ile ilgili bölümü de tamamlayalım.
Osmanlı Donanmasının belkide dünyaca bilinen girişimle­rinden biri Hamidiye Krövözörü ve eski başbakanlarımızdan bu kravÖzörün kumandanı Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Or-bay'1881 -1964) Bey'in gerçekleştirdiği peşpeşe üç adımdan oluşan ünlü vur-kaç harekâtıdır.
Hüseyin Rauf Bey, İttihat ve Terakki harekâtına genç bir deniz yüzbaşısı olarak katıldı. 1908'den, 191 l'e kadar ko­muta ettiği Peyk-i Şevket'in kaptanı iken, Sultan Abdülha-mid'in tahtdan çekilme krizinde faal bir rol aldı. İtalya sava­şının patlak vermesiyle Peyk-i Şevket, Süveyş'de enterne edilince Hüseyin Rauf Bey, Hamidiye'nin komutanlığını al­mak üzere İstanbul'a dönmek mecburiyetinde kaldı.
Kendisini hep siyasete karışmış bir subay olarak gördükle­rinden Balkan savaşları nihayetlendiğinde Bahriye Nazırlığı­na getirilmesi pek tabii idi. Bir çok siyasi görevleri subay olarak yüklendi. Hele 30/Ekim/1918'de Mondros'ta imzala­dığı mütarekede baş murahhas olması üzerine takılı kalan bir târihi olaydır.
Yunanlıların Averof zırhlısının varlığı Osmanlı donanması için mühim bir dert olmuştu. O varken bizim gemilere Yu­nanlıların ancak küçük gemilerini batırmak şansı kalıyordu. Rauf Bey Hamidiye ile bu işi istenilen duruma getirmek için denize açılıyordu. 15/Ocak/1913'de İngilizlerin ticaret gemi­lerinden olan Alexsandra'yı korumakta olan Makedonya ge­misini gözüne kestiren Rauf Bey, bu gemiyi batırmaya mu­vaffak olur. Artık hedefi Averof zırhlısı olmuştur. Kaptan Londoriotis. Rauf Bey'in eline düşmemek için kendini tuzak­lardan korumakdan başka bir şey yapamaz hâle gelir.
16/Ocak/1913'de Girit üzerine rota kıran Rauf Bey, 18/Ocak'da Beyrut önlerinde demir atar. Burdan aldığı kumanya ve kömürle birlikte Mısır üzerine rota çevirir. Ertesi gün Port-Said'e gelir. Mısır laf itibarıyla bizde ise de, İngilizle­rin menfi tesiri burada kendini gösterir ve 150 ton kömür alabilir ve ancak küçük kazanlarının tamirini yaptırabilir. 21/Ocak/1913'de tarafsız sularda bir müddet kalan Hamidi­ye gemimiz Port-Said'den ayrılarak, Süveyş Kanalından ge­çer ve Kizıldeniz'e açılır. Burada bulunan bütün Osmanlı li­manlarına uğrar ve kendilerine ulaşacak emirleri beklemekte ve bu arada da yakıt olarak kullanacakları kömürleri de alır­lardı. 21/Ocak/1913'de Port-Said'den başlayan ve 7/Ey-lüi/1913'e kadar süren seferin 7 ay, 17 gün sürdüğünü ve
Dolmabahçe önlerinde demirlediğinde nice deniz baskınlarını gerçekleştirmiştir.

1.Dünya Savaşı Ve Donanmamız


Eğer biri kalkıp, 1.cihan harbine girişimizin sebebi donan­madır dese bunu yalanlayacak gücümüzün olmadığı görülür. Çünkü bir plânmı yoksa hasbel kadermi henüz kesinlik ka­zanmamış ve bundan sonra da, kesinleşmesi pek kabil ol­mayan Goben ve Breslav adlı gemilerin Çanakkale Boğazına iltica etmeleri ve daha sonra da Almanlardan satın alındı muamelesi yapılarak bayrağımızın çekildiği bu iki geminin, mürettebat ve süvarisinin sadece Osmanlı üniforması giye­rek aynı gemilerde vazife görmelerine bakarsak bu iltica ve satın alınmanın pek tesadüfe bağlı olmadığını göz önüne al­ma hususunda hayli güçlü iddialar mevcuddur.
Devlet memurlarının maaşını vermekten aciz hâle gelmiş bulunan Osmanlı mâliyesinin, gemi alacak bir durumu olma­dığı pek açıktır. Nitekim, Osmanlı donanmasının Karade­niz'de yaptığı bir tatbikat esnasında Rus limanlarını bu iki geminin bombardıman etmesi savaş sebebi sayılmıştı. Os­manlı başkumandan vekili Enver Paşa'nin katıksız bir Aiman hayranlığı, bu ülke kurmaylarının görüşlerine meclup olma­sına da yol açmıştı. 1/Ağustos'u 2/Ağustos'a bağ- layan ge­ce Sadrıazam Said Halim Paşa'nın Yeşilköy'deki ikametgâ­hında Rusya; Almanya,Avusturya ve Macaristan'a bir saldırı yaparsa Osmanlı devletide bu devletler yanında Ruslara kar­şı savaşa girecekti. Akabinde de, Almanya gerek gemileri­mizin tamiri, gerekse Boğaz tahkimatındaki topların gözden geçirilmesi dahil bir teknisyenler gurubu gönderdi. Bunların mühendis ve teknisyen ile uzman sayısı altıyüz kişiyi bul­makta kumandanları da Amiral Von Cisedom idi. Bunlar ilk iş
OSMANLI TARİHİ olarak, Barbaros Hayreddin, Mecidiye ve Peyk-i Şevket bir de Mesudiye zırhlımız İstanbul'a gelmiş olduklarından derhal incelemeye alındı ve eksikleri tesbit olunup giderildi birde güzelce gemiler boyandı. Cephane, kömür ve erzak ile yük­lenerek seyire hazır hâle getirildi. Fakat; savaşın daha ilk dö­neminde yakıt yâni mazot ihtiyacı için Rusya ve Romanya'ya muhtaç haldeydik. Kömür istihsalimizde ihtiyacımızı karşıla-makda zorluk çekmekteydi. Böylece de donanmamız fevka­lâde bir durumda olmayıp da, büyük gayretlere bağlı olarak deniz hareketlerini yerine getirmeğe çalışmaktaydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı