Mukaddime
Oniki yaşında Kırım muharebesinde (1854) pederinin refakatinde bulunarak Gazilik ürvanını ve diğer mübareze meydanlarında bir çok yararlıklar gösterek Rusya mes'ele-sinde vatanın muhafazası için rütbe-i şehadeti ihraz eden, Mirliva peder-i azizim Feyzullah Paşanın nâmının yâdına, hatırlanmasına vesile olur halisane düşüncesiyle bu nâçiz hatıratı, büyük ve şanlı ordumuzun fedakâr ve mücahid-i hürriyet (hürriyet mücahidi) kahra-man kumandanı ve zabitlerine, fedai bir asker kardeşlerinin yadigârı olarak acizane ithafa cesaret ediyorum.
mahdumu(oğlu)
Boğaziçi Yeniköy Posta ve Telgraf Müdürü
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM İnnallah eştera minel'mü'minîyne enfüsehüm ve emvale-hüm bienn'e lehümülcen ete yükalilûne fiy sebiylHlahi feyak-tülûne ve yuktelûne "ağden ğaleybi hakkan fiyttevrati vel'in-ciylî velkur'ani vemen evfa biğahdihİ minallâhi festebşirû bi-beyğı kümülleziy bayağtüm bini ve zâlike hüvelfevzül ğazıy-mü (Tevbe suresi 111)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Ve lâ tekûlû limen yukteîü fiy sebilillahi emvatün bel ah-yaün ve lâkin iâteşurune (Surei Bakara 154)
Dini Vatanı Ve Milleti Uğrunda İfnayı Vucüd Eden Gayet Şecî Bir Şehidin Mühtasar-I Târihçe-Hayatıdır
1270/1853 senesinde Kırım savaşında İspartanın eşrafından Hacı Ateş adıyla nâm Salmış dilâver, sipahi askerine serdar yâni kumandan tâyin olunarak, Giridli Mehmed Paşanın kafilesini muharebeye sevk etdiği sırada 12 yaşında bulunan mahdumu (oğlu) Feyzullah, babasının yanından bir dakika bile uzaklaşdırılamamış, Sivas topol'da, Silistre'ye bir' saat mesafede Aydemir Köyü'nün üst tarafında meydana gelen bir muharebede sipahilerin serdarı bulunan pederi, Hacı Ateş'in rütb^i şehadeti ihraz eylemesini müteakip Rus Kazaklarının kancalı mızraklarından Avn-i Hakla kurtularak ordu karargâhına ilticaya muvaffak olmuştu. Bosna'daki bir bahadırın her zaman için vatan uğrunda canını vermekten çekinmeyeceğini defaatle gözleriyle görmüş bulunan Serasker merhum Rıza Paşa; vatanperver Feyzullah'ı cephe safında parlayan nûr-u zadegan istidad-ı fıtriyyesinin parlaklığını keşfederek o günden sonra Bursa'ya tahsile göndermiş Bursa rüşdiye ve idadisini bitirip, 1276/1859'da mektebi harbi-yei şahaneye girmiştir. Feyzullah girmiş olduğu bu mekteb-de, şehidzâde ve Gazi namı ile şöhret bulmuştur. 1280/1863'de göz ağrıları münasebetiyle buradan müazim rütbesiyle çıkmıştır. Eğer göz ağrıları olmasaydı erkân-ı harb yâni kurmay subay olarak mezun olması muhakkak idi.
Piyade teğmenliğiyle orduya katılmış ve lityakat-ı askeriy-yesi ve besaleti sayesinde çok kısa zaman içinde mirlivalığa yükselmiştir. Bu başarıyı Osmanlı ordusunda daha bir çok kişide gösterbilme fırsatı bulmuştur. Çünkü Osmanlı ordusunda liyakat her şeyden önce gözönüne alman bir ölçüydü. Feyzullah Paşa Mirat-i Mekteb-i Harbiye adlı eserin 344. sa-hifesinde adı çok takdir edici bir lisanla yâd edilen İspartah Gazi Feyzullah Efendi mektebden subaylıkla çıktığı zaman, merhum Nafiz Paşa maiyetinde bulunarak Kanun Zabitliğini ihdas etmiş ve 12/haziran/1283/1866 senesinde terfi etmek suretiyle Girid'e gitmiştir ki ( Kandiye'de Feyzi İlâhiyye adıyla inşa eylediği kaleler hâlâ mevcud ve ortadadır) isyancıları takibe bu işe tahsis olunmuş taburlarla vazifelendiği sırada eşkiya başını ele geçirme muvaffakiyetine erişince hükümet-den hem terfii hemde hediye ile taltif edilmişti.
Çetebaşının derdest edilmesiyle Girid karışıklıklarına şimdilik nihayet verilmiş olmasının arkasından 1286/1869 nisanında Vali Halid Paşa ve dört tabur Osmanlı askeri ile Trab-lusgarb'e azimet ederek, orada da devam eden pek ateşli karışıklıkların teskini işinde görülen fevkalâde hizmetleri tekrar İstanbul'un takdirlerine ve bir rütbe daha mükafaten terfi-ine 12/aralık/1286/1870'e rastlayan ramazan-ı şerif bayramı gecesi İstanbul'dan hareket eden birkaç taburla birlikte Yemen'e varmak üzere yola çıkmış ve orada da bir çok ve pek kanlı savaşlara iştirak etmiştir. Muhtelif mevkiilerde ve harp esnasında cephane ve suyun azlığı hasebiylede bir kaç defa mahv olmak tehlikelerinden kurtarılarak (Yemen Târihine Bir Nazar) Müşir Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin maiyetlerinde Yemen'in bütün zorluklarına göğüs gererek 10/ni-san/1287/1870'de Rüyde adlı kaleyi fethettiği gibi bu kabilenin müfsid reisinin kuyudunu silmeğe muvaffak olmuş bir arslan idi.
1289/1872'de takdire şayan olarak beşinci orduya bağlı 3. nizamiye alayına kaymakam (yarbay) nasbedildiğinden, Yemen'den dönmüş bahse konu beşinci ordunun dahilinde bulunan Trablusşam mevkii kumandanı bulunduğu sırada Lazkiye civarında Dürzilerle, ahalinin meydana getirdiği kavga ve çarpışmayı başarılı tedbirle ortadan kaldırmayı başarmıştır. Kaymakam Feyzullah Efendi evinde hiç bir vakit rahat oturup yatmağa alışamamıştır. Bir cengâver davranışı içinde olduğundan, Bosna-Hersek ve Rus vak'alanmn çıkmasıyla beraber derhal bu savaşa alınmasını defaatie istirham etmiştir. Orduda zâten üstün hizmet vasıflan ile sık sık mükâfata nail olduğunu bildiğinden 2/haziran/1292/1875 senesinde bu cepheye bakan ordunun 1. nizamiye alayına miralay tayin olunarak 14/temmuz/1292/l 875'de Sırbistan'a gönderilmiştir. 9/ağustos/1292/l 875'de Aieksinaç'a hareket etmiştir. Burada ağustos ayı içinde vukubulan savaşlar esnasında sağ koluna gülle parçası isabet ettiğinden Kumandan müşir Ahmed Eyyüb Paşa merhum, tedavisi için Dersaadet'e dönmesini tavsiye etmesine rağmen (beni millet ancak bu gün için besledi ve benden bu gün için hizmet bekliyor) yolunda son derece mert ve vatanperverce cevaplarla oradan ayrılmağa yanaşmadı. Ayaküstü tedavi ve kolu boynunda asılı olarak savaşlara iştirak etmiştir. 17/teşrin-i evvel/1292 yâni; 17/ekim/1875'de pazar günü Kızıltepe'nin fethini görmesi müyesser olmuştur.
Albay Feyzullah - Paşa Ölüyor
20/kasım/1292/1875'4e, Aleksinaç'dan hareketle Niş (Sofya) ve Rusçuk istikametinde Şumnu'ya gelebilmiş ve savaşlarda gösterdiği yüksek cesaret, delicesine hizmetlerine mükafat olarak Müşir Ahmed Eyyüb Raşa, tarafından gaye! takdir edici bir telgrafla padişah Sultan Hamid'e yapılan arz üzerine ve bu hususda istirhamı değerlendiren Sultan Hamid 26/ocak/1292/1876'da Feyzullah Albay'ın uhdesine mirlivalik verilmiş ve Tuna cihetine vazifelendirilerek Ferik Aziz Paşa refakatine tâyin olunmuştur. O sırada Hezargrad yönünde düşman askerinin görüldüğü haber alınınca lâzım gelen keşif yapılmak üzere pek az miktarda piyade ve bir.bölükde süvari ve de yarım batarya top ve topçuyu yanına alarak bahse konu yöne doğru yürüyüşe geçilmiştir. Ama hemen kuvvetli bir düşman ordusunun ilerlediği görülmüştür.
Şehadet Ve İhanet
Bu kuvvetli düşman karşısında hemen muharebeye girmektense, askeri bir ifâde olan kademe nizamında ricat etmeli ve siper sayılacak bir arazide mevzilenerek, oradan umumî karargâha durumu bildiren haberci gönderelim. Oradan gelecek imdad kuvvetiyle birleştikten sonra savaşa tutu-şulmasmı bunun uygun bir tedbir olacağını Aziz Paşaya ifade eden Mirliva Feyzullah Paşa, bu kumandanın hiddetlenip kendisine şöyle cevap vermesine muhatap oldu: "...Sen korkuyor isen geri dönebilirsin!" Bu cevâbı hakketmediğini bilmenin takdiri içinde olan Gazi Feyzullah Paşa'da cevaben: "Değil benim gibi oniki yaşında gözü muharebe meydanlarında açılmış; mektebden çıkar çıkmaz bir saat bile rahat oturub sıcak çorba içmeyerek her an ömrünü muharebelerde geçirmiş; bir şehid evlâdı, hatta nâz ve nimetle büyümüş bir asker bile hiç bir zaman muharebeden geri dönmek arını irtikâb etmez" dedikten sonra ancak bir çok eksikler olduğu halde böyle bir keşif İçin çıkarılan kısıtlı bir kuvvetin, kalabalık hayli teçhizatli ve mükemmel talimli bir düşmanla savaşa tutuşması, savaş kaidelerine pek muhalif olduğu gibi herhalde felâket dolu bir neticeye varacağını ifade ederek savaşılmcmasını kabullendirmeğe çalışmışsa öö, bir türlü ik-nâya muvaffak olamamıştır.
Sonunda verilen marş ileri! Kumandasiyla saldırıya geçil-mişse de daha ilk ateş salvosunda Ferik (korgeneral) Aziz paşa isabet alarak şehid oldu. Pederim Feyzullah Paşa (bu dünlerde süvari korgenerali olan Hakkı Paşa hazretleri) ki o zamanlar binbaşı rütbesindeydi ve bir kaç zabit yaralanmış, diğer subaylar ve erler tamamı denilecek kadarı şehadet şerbetini nûş etdiler. Aziz Paşanın ikazları dinlemeyen ve üstelik ikazı yapanları cebanetle yâni korkaklıkla ithamı sonunda verdiği hücum emri hem kendini, hemde emrindeki askerimizi, zabitimizi ölümün kucağına atmaya sebeb olmuştu.
İkinci ateş salvosundan sonra düşmanın hücuma geçtiği görüldü,, Çok süratli adetâ bir şimşek hızıyla topların yanına gelen Feyzullah Paşa, kolundan ve bacağından yaralanmış ve yere düşmüştü. Düştüğü yerde kılınanı eline almış nefsini müdafaya başarı ile uğraştığı sırada birde karnından yara almıştı. Eskiden beri kendisini askere sevdirmeyi, Hakka sevdirmek gibi sayan Feyzullah Paşa bu sevgi hâlesi uyandırmış olmanın karşılığını görmeye başlamıştı. Bir kaç fedai asker arkadaşları Feyzullah Paşayı sırtladıkları gibi Cenab-ı Hakk'm hıfz-ı emânı ile savaş alanından uzaklaştırmakla kalmamışlar, fırkanın karargâhına da ulaştırmışlardı. (O sıralarda Varna cihetlerinde Mısır Askerine kumanda eden zât Mısırlı Reşid Paşa idi zannediyorum) pederimin duçar olduğu vaziyete pek çok üzülmüş ve bu hâle düşüren Aziz Paşanın tedbirsizliğine de teessüf ederek Feyzullah Paşaya büyük bir lütufkârlık göstererek, ihtimam içinde, sarsmadan Varna' ya kadar götürülmesini orada gemiye konarak gönderilmesi hakkındaki gösterdiği kolaylıkları sağlaması ailemizin her an duyacağı şükrana sebeb olmuştur.
Feyzullah Paşa ile o hengâmede binbaşı olan şimdinin süvari korgenerali olan Gazi Hakkı Paşa ve iki binbaşı daha yarali olarak böylece İstanbul'a avdetlerinde, pederim padişah Sultan Abdülhamid Hân'ın iradei seniyyesiyle Haydarpaşa Hastanesinde tedavi altına alınmıştır. Bu hastanenin doktorlarından Dr. Volkoviç tedavisine memur edilmişti. Bu doktor Volkoviç 1289/1872'de kaymakam (yarbay) olup, Beyrut hastanesi baştabibliğinde bulunmuştu. Rusya savaşı esnasında Haydarpaşa hastanesinde operatör sıfatıyla bulunuyordu. Pederim her nekadar üç yerinden yaralı idiysede Silistre muharebesinde şehid düşen babasının intikamını henüz alamamış olmanın verdiği teessürle: "..Doktor rica ederim şu benim yaralarımın bir an evvel çaresine bak ki savaş bitmezden evvel oraya gidip şunlara biraz daha sopa atayım!" Diyordu. Bu söz asla doktorun hoşuna gitmemiş olmalı ki, bir hafta sonra koluda kesilmek üzere, ayağının kesilmesine karar verdi. Ameliyat neticesinde vefat ederse mesuliyeti kendisine aid olmak üzere (Feyzullah Paşaya) bu hususda bir de senet vererek, Saray-ı hümayunu da te'min ederek, ameliyatı yaptı. Ne kadar teessüf edilse azdır ki böyle ağır bir ameliyatı yapan doktorun yâni doktor Volkoviç'in o geceyi hastanede geçirmesi iktiza ederken o Beyoğlundaki evinde istirahate çekilirken hastanede başka şeyler oluyordu.
Doktor Vulkoviç ayağı kestiği yeri kasden güzelce bağlamadığından kan kaybı haddinden fazla olmuş ve ameliyatın bu noksanlığı, Feyzullah Paşanın sıhhî durumunu takibe vazifeli heyet tarafından da itiraf olunmuştu. Böyle mühim ve mesuliyeti üzerine alınmış bir ameliyat gecesi doktorun hastanede bulunmayarak evinde olması, diğer vazifeli sağlıkçıların kanı dindirememeleri yüzünden hayli kan zâyiine yâni bir çok kanın akıp gitmesine engel olunamaması şehid-i mağfurun, pek çok zayıf düşdüğü o zamanda: "Ağlamayınız! Ben zâten aziz vatanım ve sevgili milletim uğrunda vücudu iki dirhem kurşundan esirgememesine gece-gündüz Ce-nab-ı Hakk'a dua etdiğim ailemizin her bir ferdinin bildiği ve malumu olduğu hususattandır. Sizi mukaddes vatanımın aquş-u şefkatine (yâni müşfik kucağına) mület-i necibe-i Osmâniyemizin sonsuz şefkatine ve asker kardeşlerimin muavenet-i merdanelerine (yâni merdçe yapacakları yardımlara) terk ederek asla gözüm arkada kalmayacağı gibi, Girid, Yemen ve Şark (Doğu) târihlerinde de nâmım yazılacağı gibi vatan fedaisi olan bir asker içinde bundan büyük bir şeref ve iftihar olamaz." Dediğine Cenâb-i Hakk' şahid-i âdildir. Bu bakımdan delicesine, büyük bir cesaretle din ve devlet, vatan ve millet uğrunda vücudunun yok olmasına gönüllü koşmakla kahramanca vasıfları üzerinde toplayan Gazi Feyzullah Paşa bu dağdağai hayatı terk eyledi. Gencecik varlığından daha çok istifade edilebilecek bir zamanda r.!294/m.l878 senesinde otuzyedi yaşında olduğu halde ruh-u azizi cennet bağçelerine uçdu.
Dedem Hacı Ateş ve Pederim Gazi Feyzullah Paşa mağfuru Cenâb-ı Râbbi Mennânın gufranı içinde garik-i rahmetle yattıkça bilcümle asker kardeşleriyle bu millet-i necibey-i Osmaniyeye ömrü tavil (uzun ömür) ve her bir işinde tevfik-ı ihsan buyursun. Amin. "Gazi Feyzullah Paşanın kabri Haydarpaşa'da büyük kabristanda Viran Sebil civarındadır.
Hüvelbakı
İkinci ordunun fedaisi vatan kurbanı hazret paşa ki
Şemşiri kazayı mübrem idi farkı adaya
Aduvu tire rûz olsa acibmi rusiye
Cümle ki çok yüzler ağartmıştı girüb meydân-ı gavgaya
Olup mecruh-u harb içre nihayet kestiler pâyin
Ayakdan düşdü emasir idin çok kat'a etdi paye Nasıl Hakk' destgir etmez âna Şah-ı Şehidâm
Hatime
Doktor Volkoviç'de ihanetinin meydana çmacağını anlayınca hemen terk-i hizmet ederek Bulgaristana firar eyledi. Vulkoviç'in başında limon büyüklüğünde bir ur vardı. Fes giydiğinde pek belli olmuyordu. Her ne suretle elde ettiyse Dersaadet kapikethüdalığı ile geldiği vakit başına şapkanın güzelce yerleşmesi için bahse konu uru çıkarttırmış artık kasket giymiş olarak, diplomasi yoluyla yapmadığı hezeyanlar, çevirmediği fırıldaklar kalmamış; önce nimetiyle perver-de olduğu ve sayesinde miralay rütbesine kadar irtika (yâni yükselme) ettiği bu miflet-i necibe-i Osmaniyemizin başına bir belâyı muazzam kesilmiş idi.
Bundan takriben on sene önce bir gün klübe giderken Be"-yoğlu caddesinde gündüzün mintarafillah (Allahın emriyle) bir Bulgar tarafından karnına saplanan bıçağı kendi eli ile çıkartmağa çalışırken öldüğü gazetelerde okunmuş idi. Böylece bu müfsidin varlığından Cenâb-ı Mevlâmız bu aziz vatanı ve muazzez devlet-i Osmaniyemizi kurtarırken, Şehid ve Gazi pederim Feyzullah Paşanın intikamını aldı ve de böylece adalet-i ilâhi yerini buldu. Kan kaybından gitmek nasılmış o da görmüş oldu. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri dâima AZİZ ZCI İNTİKAMDIR.
Balkanlar'da Bir Bomba! Makedonya!
Yılmaz öztuna Bey,değerli eserinde Makedonya bir milliyetler mozaiki idi, der. Yan nüfusu müslümanlar teşkil ederken diğer yan sayıyıda gayrimüslimlerden müteşekkil topluluk meydana getirmekteydi. Makedonya, yüzbin kilometre kareye varan verimli arazide yaşayanların umumi nüfusu dört milyon kişiyi bulmakla beraber, bunların bir milyonunu teşkil eden Bulgarlar ve Makedonlan, Yunanlılar onları" da Sırplar takip ederken bir miktarda ülah'da denilen Romenler bu topraklarda İslâm koruması, Osmanlı idaresi altında fehir fahur bir hayat sürdürmekteydiler.
Tâaki 21/Eylül/1902'de başlayan Makedonya Bulgaria-rınn ihtilâli zorda olsa askeri birliklerimiz tarafından bastırılırken, hareketin de kolay geçmediğini hatırlatalım. Huzurun bozulmaması için kıyama katılma- yan Bulgarları da zorlamakta gerekirse fecii suretde öldürüyorlardı. Genç bir mülazım olarak Makedonya dağlarında askerliğini yapmış bulunan Gönen'in değerli evlâdı Ömer Seyfettin buralarda müşahede ettiği tedhiş hareketlerinden esinlenerek meşhur Bomba adlı hikâyesini kaleme almıştır.
Sultan Abdülhamid Hân; Hristiyan âleminin Osmanlı devleti ve onun geleceği hakkındaki samimi plânlarını bildiğinden yüzlerine mültefit davransada hiç bir zaman itimat et-rnez, her şeyin tedbirini almaya çalışırdı. Nitekim; Makedonya meselesi kendini gösterirken, padişahda, tedbirlerini almaya başlamış derhal <Vilâyat-ı Selâse umûm Müfettiş!iği> nâmıyla üç vilayetin genel müfettişi mânasına gelen bir ma-kam ihdas etmişti. Bu makamı da ileride sadrıazamda olacak olan Hüseyin. Hilmi Paşa'yı getirmişti. Selanik, Manastır ve Kosova.Valileri, bu zâtın vereceği talimatlarla idareyi sürdüreceklerdi.
Hüseyin Hilmi Paşanın hakkında günümüze kadar yazılmış müstakil bir kitap olmadığını tesbit etmiş bulunuyorum. Bunun ne mânası olabilir? Sorusu akla gelirse ilkönce ne demek lazımsa onu söyleyelim; can dostu olmamış. Kültür cemiyetlerinde, matbuat âleminde kendine arkadaşlar edinmemiş, klasik bir devlet memuru etrafına fazla açılmamış devlet adamı olduğundan medhini yapacak bir vâris bırakamadığı mânaları istinbat edilebilir. Abdülhamid Hân'ın Müfettiş-i Umûmi yaptığı H.Hilmi Paşa hakkında bakınız; İttihad ü Terakki cemiyetinin muhaliflerinden olup, Mısır'a kaçan sadaret şifre kalemi hulefasindan Selahaddin bey; "Bildiklerim" . adıyla 1918 yılında Kahire'de tab et tîrdiği kitabında ne demektedir: "Kâmil Paşa kabinesinde dahiliye nazırı olarak bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ise, ne sebebten.se bu hâin serserileri (ittihatçıları) serfürû (baştacı etmek) ve ınkıyaddan (onlara uymakdan) kendini bir türlü alamamış ue mevkii sadeı-rete ibadı uâdi'ne inzimam eden hırs-ı câh ile gözlerine âmâ tarl olup, halû istikbâl-i devlet ue milleti feramuş (unutmak) ederek bu hazele ile mean kabinenin sükûtuna var kuvvet-i bazu ya verüb çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâli felâket ve inkısâme maruz kalmasına,müşarünileyhin (Hüseyin Hilmi Paşa) bu vech hareketi sebebi yegânedir." Demektedir. Selahaddin Bey koskoca Yıldız sarayının kitabetinde şifre kalemi memurininden olduğundan ve asrın en kıymetli hükümdarını bilgilendiren, imlâsıyla günümüz insanının melül melül bakacağı yukarıdaki satırları karalamıştır.
Biz; tırnak içindeki ifadesinde Salahaddin bey'in ne demek istediğini okurlarımıza sadeleştirerek vermeye gayret edelim. "Kâmil Paşanın kurmuş olduğu hükümette içişleri bakanı olarak vazife almış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ne sebebten-se ittihatçıları başına taç yapmış, onların her söylediğine uymak gereğini hissetmiş, kendisini sadaret makamına yâni başbakan yapmaya dâir yapılan gizli vaad, hırsını arttırmış ve gözü başka şey görmez olmuştur. Kabinenin yıkılmasını temin edecek gayretlere giriştiğini tabiatı ile bunun sonucunda ne milletin hâlini, ne geleceğini düşünmemiş ve sonunda uğradığı mız felâket ve bölünmenin müsebbibi Hüseyin Hilmi Paşanın, bu tarzdaki davranışları tek sebebdir." demek istemiş oluyor
Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Midilli Mutasarrıflığı ile sürgünde bulunan Nâmık Kemâl Bey'in yanında pek genç yaşda bulunduğu edebiyat ve görüşlerinden çok istifade ettiği ayıca Nâmık Kemâl Bey'e büyük muhabbeti bilinmektedir.
Hüseyin Hilmi müfettişlik görevine atandığından kırkdört gün sonrada makam-ı sadarete de Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa getirilmişti. Ferid Paşa babıâlî'de teşkil edilen Rumeli Vilayetleri İslahat komisyonu riyasetinde bulunmaktaydı bu sebeble Rumeli'de olan bitene hayli vukufiyeti vardı. Make-donya'daki kıyam bir müddet sonra alınan tedbirlerle sona erir gibi oldu. 2/Ağustos/1903'de Bulgarlar, yeniden ihtilâl kıvılcımını üfle diler ve özellikle Manastır civarında te'siri ve kan deryasına çevirdikleri sokaklarda kendi dindaş ve soydaşlarını öldürmekten çekinmiyorlar bu da bizim genç subaylarımıza yeni düşünce ufukları açıyor, düşünce dünyasını başka bir pencereden mütalaa eden bu genç zabitler, itikadi-yatlannın süzgecinden bu fikir ve davranışları geçirmediklerinden, savaştıkları, öldürüp, yaralamak veya tevkif etmek zorunda kaldığı düşmanlarının fikriyatına hayran oimak gibi bir açmaza düşüp, bizim buralarda ne işimiz var diye yanlış, yanlış olduğu kadar da zararlı bir düşüncenin zebunu olup, ırkçılık tuzağına düşmeye başladılar. Bulgarların, bağımsızlık elde etme mücadelelerini, kendi ellerinden çıkmak demek olduğunu, orada Bulgarların miktarından çok daha fazla müslüman ve diğer ırklara mensup insanlar olduğunu hesaba katmıyarak Makedonya'dan olumsuz etkilendiler,
Hiç düşünmediler ki, Makedonya Rus, İngiliz, Fransız, Almanya daha doğrusu haçlı dünyasının kendilerine oyuncak ettikleri bir topluluktur. O hengamede Almanya bizim tarafımıza yakın davranıyordu. Hâlbuki o donem zabitlerinden biri olan Binbaşı Mehmed Şefik Bey ise, kafa patlatıyor Osmanlı devleti üzerinde hristiyan dünyasının plân ve programlan karşısında bizim ne yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyordu. Bu hususda da devlet-i âliyenin devamının nasıl kabil olabileceğine dâir çözümler üretmeye koyulurken, bizim Makedonya topraklarındaki genç zabitlerimiz fikri bir asimilasyona uğruyor idi. Bu o kadar mühim bir hadise olarak Sultan Hamid mekteplerinin mezunu subaylarının fikri çeliniyordu, çünkü tahsil esnasında verilen örnekler daha ziyade avrupa târihine ait oluyor, nezaket, nezafet, feragat, şecaat ile ilgili hususlar, bilhassa ecnebi muallim ler ve ırkçı düşüncelere sahip hoca'lar tarafından zabitlerimiz, asakir-i islâm ifade ve anlayışından uzak yetişiyorlardı. Bir bakıma Fravun, hasmı Musa (A.S)'ı nasıl sarayında yeti ştiriyorken, Abdülhamid Hân'da kendisini alaaşağı edecekleri kuş sütüyle besliyordu, icabında Hatay'da 35 ay maaş gönderemediği jandarma birliğini idare-i maslahat ediniz beyanıyla oyalayarak. Şimdi bu çalışmamıza yukarıda bahsettiğimiz gibi bir risaleyi Os-manlıcadan latinize edip, tetkikinize sunuyor ve diyorumki, Makedonları haklı görenmi yoksa binbaşı Mehmed Şefik Bey'mi daha isabetli bakıyor, buna emin olmak için Beka-i Osmaniye adlı risaleyi buraya alıyorum:
Beka-İ Osmaniyye Mütalaası
Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risalesinde Anadolu kıtasının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğünü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rusya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldırı hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-İ müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupa-yi Osmani ve Asya-i Osmaniye' nin ve iki büyük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berr'en ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuvvetli) bir hasmın taarruz-u cıddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen ha!-i muhasarada kalmağa salih (uygun bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine icra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sektei dimağa uğramış bir malûl vücuda benzeyecekdir. Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan
istanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (gecen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve me-malik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkedeki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, düvel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; muhtasaran beyan olunduğu üzere, hü- kümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-: coğrafiye itibarıyla emin bir istinadgâha mâlik değildir. -....
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirini?
Memâlik-i Osrnaniyye son asırda avrupa büyük devletlerinin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilirki şarkda ki niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıi mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i müttefika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri buna inzimamen Rusya'nın, Osmanlı devleti hakkındaki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha planlarıyla olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir. ' ■
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya gerek şlimdi gerekse İstikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devletide aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avusturya ve Almanya'nında siyasi menfaatlerine uygun geleceği tabiidir.. Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve ida-rei dahiliyei intizamiyesini düzeltememesi ve avrupanın dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor. Eğer
Özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâ-lib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekline-varacağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen vaziyete göre osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya İmkân göremiyor.
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabin yâni Arabyarımadasının Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne dayanak olacak sağlam bir şekle taşınması.
2) Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli ve saadâ-tın muteber hanımlarıyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevl'ye akrabalık tesisi yapılması.
3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hilafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:
Esbâb-I Mücibeler
1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh olarak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir idareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yarımada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir cihangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da bannamamışlardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ederek, Çin hududundan, Fransa* hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşıdıkları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş,
Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçilmesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temininin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız deviet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.
Mücadelesi
Bilindiği gibi Sultan Abdülhamid-i sâni hazretleri Sultan Abdülaziz hân'ın hâl'ini ki mahlu padişah amcası oluyordu ve de meşkûk ölümüne şâhid olmuş ve bundan üç ay sonrada ağabeyi 5. Murad'ın rahatsızlığı münasebetiyle tahttan in-fisâlini yaşamıştı. Ağabeyinin yerine getirildiği Osmanlı tahtına kuûd ettiğinde uyması gereken şartlardan biri kanun-i esasiyi tesis, meşrutiyet sistemine geçişe olanca yardımıyla şitab etmekti. Ancak meşrutiyetin ilânı ve onun arkasından meclisin gayri milli ve gayri müslim mebusların dolduruşu yüzünden hasm-ı biamanımız Ruslarla çok kanlı geçen ve müthiş bir insan ve toprak kaybına sebeb olacak savaşdan mağlup çıktık.
Bu fecii bozgunun yaralarını sarmak dirayetli bir el, ülkenin her tarafında olan bitenden haberdar olabilen merkezi bir idarenin yapacağı işdir kanaatına varan Sultan Hamid, milletine yayımladığı bir beyanatla ne işitirseniz, ne duyarsanız, devlete yâni bana bildirirseniz halledemeyeceğimiz hiç bir konu kalmaz mealinde ki bu açılımla millet ve padişah arasındaki ihdas olunan suni köprüleri kaldırmış, müslümanlar
li felerine her kötülük tasavvuratanı haber vermektelerdi. Gayri müslimler ise uğradıkları haksızlıkları bu açık davet karşısında korumasında oldukları padişaha bildirmekten ve tedbirlerin alınmasından, uygulamaların yapılmasından epeymemnundutar. Ne var ki zaman içinde bir takım jurnallere verilen bahşişler emelleri karanlık kişilerin bu müesseseyi istismar etme yoluna gitmeye başladılar. Gelen jurnaller çığ gibi büyümüş, padişahın bunları değerlendirmesi vaktinin çok büyük bir kısmını almaya başlamıştı.
Bu gün siyasi partiler nasılki iktidara geldiklerinde bir hayli yüksek derecede memur ve hizmetliyi sağa sola savurup, yerlerine kendine yakın olanları görevlendiriyorsa, bu kadar vâsi olmamak şartıyla o dönemlerde de başvurulan bir yoldu. Buna inzimamen o devirde partilerin yerine misâl olarak söylenenler şöyle idi:
Said Paşalıîar, Mehmed Kâmil Paşahlar, yok Ferid Paşahlar diye guruplaşmaiar olduğu gibi, saray içinde padişaha yakın görev sahipleri dışarıdaki bu paşalardan kime sempati duyuyorlarsa, veya bunların her hangi bir işini yerine getirir ise, ona yakınlık besler, adetâ onun adamı olarak padişah nez-dinde yapılacak bir hizmette gönül veya menfaat bağı olan ricali devlete yardımcı olurdu. Bunun tabii mefhumu muhalifi diğer bir ricalin işlerini engelemek, süründürmek, bir takım hafi bilgileri bağlı olduğu guruba yetiş tirmek olmaktaydı.
Zaman içinde Mithat Paşa ve onun izinde giden cöntürkle-r'n, Nâmık Kemâl'in, Ziya Paşaların, Şinasi'lerin çömezlerini tutan meşrutiyet taraftarlanda saraydan bağlı oldukları misyona ne kadar menfaat temin ederlerse inandıkları dâvaları-na kendilerini hizmet etmiş addederlerdi. Veliahd-şehzade her zaman padişahların alternatifi olarak telâkki olunduğundan o seviyede de, Sultan Murad'cı, Veliahd Reşad efendici,
OSMANLI TARİHİ
Abdülhamidci'likler alıp yürümüşdü. İşte bu kadar karışık bir ülke idaresinde en önemli unsurun kim ne yapıyor? Sorusunu bütünüyle olmasa bile bir haylisini çözebilen jurnal müessesesini aşabilen bir müessese mevcudmu? Günümüzde istihbarat için ayrılan zaman, mekân ve para boşunamı ki yinede kırsal alanda çoban'ın vereceği malumata geniş çapta ihtiyaç var. Pişmanlık kanunlarıyla örgütlerin içinden haber alma metodlarını kullanmamak olabilirimi? İşte günümüzde hissetiğimiz bütün ihtiyaçlar 2. Abdülhamid döneminde kendisini daha da hissetirmekteydi. Yine yukarıda beyan ettiğimiz gibi, her güzel hareket bir çıkmaz sokağa taşıyanı bulabilmiştir. Bu çıkmaz sokağa gidişi dönemi yaşamış bir merhum yazarın, Ziya Şâkir bey'in "Elli Yıl Önce Bizi İdare Edenler" adlı eserinden alıntılarla ve özetlemelerle sayfalarımızı süslemeyi düşündük.
Deli Fuad Paşa
Bu zât; Mısır'da 1835'de dünya'ya gelmiştir. Vefatı 1931 senesinde İstanbul'da vukubul muştur. Babası müşir Hasan Paşadır. Fuad Paşa ilk tahsilini Mısır'da, orta tahsilini İstanbul'da tamamladıktan sonra Kahirede bulunan Osmanlı harb okuluna yazıldı. Burayı bitirdikten sonra Mısır Ordusunda vazife aldı ve burada albay rütbesine kadar irtika etti. Bilahire İstanbul'a gelip Şûra-i Askeriyye'ye tâyin edildi. 1869'da yâni 34 yaşındayken, mirliva oldu. 1872 senesinde Arnavutlukta vede Kerkükte çıkan isyanların bastırılmasında büyük emeği geçtiğini görüyoruz. Balkanlarda Sırp ve Karadağ başkaldırmalarına savaş açılınca Karadağ üzerine yürüyenlerin başındaydı. 1876/1877-1293 harbinde Tuna ordusunda korgeneral rütbesiyle istihdam olundu. 2.Tümen kumandanı olarak Tırnova/İslimye arasında, Elena adı verilmiş mevkıide Rusrı başlarında ünlü kumandanları Şuvalof olduğu halde, büyük bir bozguna uğrattı. Bu zaferde gösterdiği yüksek cesaretin karşılığı olan Deli'lik lâkabı, adına eklenirkende, tâbiiki kadibine kadar hakkettiği Elena meydan muharebesi kahra-manlığıda birlikte anılırken Sultan Hamid'in gönderdiği müşirlik rütbesi de ilâve olununca kartviziti meydana getiren isim ve sıfatlar birleştiğinde şunlar okunmaktaydı: "Elena Kahramanı Çerkeş Müşir Deli Fuad Paşa" Bütün bunlara bir de yâver-i ekremlik inzimam olununca, boy ve bos bakımından iki metre ve muntazam bir vücud, heybetli bir baş ve genç yaşta kırlaşmış sakalı ile nûrani bir yüz, herkese vekar-la fakat mütebessimane bakan gözleri, dostların içini ısıtır, düşmanlarının kanını iliğini dondurucu tesir yapardı. Bu koca Çerkeş, hem çok zengin, hem de eli pek açık sehavet denen hususun kendisinde bir başka yakışığı oluyordu. Paşa; Çatalca* cja hatları düşman aştığı takdirde şehri yâni İstanbul'u savunma noktasında neler yapılabileceğini istişare eden ve bu istişarelerin gereği >e leri tahkime bizzat nezaret eden padişahın zarif bünyesi yanında ondan yedi yaş büyük Fuad Paşa dev yapısı İle manzaraya bir mehabet Kazandırıyordu. Ahali padişah ve Fuad Paşa'ya maşaallah çekmekteydi. Fuad Paşa' nin diğer bazı vasıflan yeri geldikçe anlatılacağından onu Istanbulun savunma hazırlık- larını yaptıkları kavşak noktalarında padişahla birlikte bırakalım. Zâten alınan tedbirlerin kullanılmasına lüzum kalmadı, moskof Çatalca'yı aşmayıp, bir küçük gurupla Ayastefanos, yâni şimdiki Yeşilköye geldi. Orada sulh müzakereleri cereyan etti. Bu sulhun neticesinde perişanlığımız tescil edildi.
Gelelim Menfaatçi Guruba
Padişahın etrafında yer alan menfaatçiler güruhu, padişahın değer verdiği cidden değerli insanların gözden düşmesini sadece duayla istemek değil, çeşitli tezgâhlar kurarak gerçekleştirmeye gayret gösterirdi. Padişah bunlarında kendisine lâzım olduğu inancı içinde, yâni günümüzdeki derin devlet malzemeleri gibi addettiğinden onlanda kıymetli değerli elemanlar olarak nitelemekle beraber bu işlerin çirkin işle: olduğunu tabüki; takdirden acizdi. Fakat âiet her zaman lazım gelir deyip, bunları da memnun etme yolunu açık tutardı. Deli Fuad Paşa ise bu tip adamların hiç birini sevmez, onlardan çekinmez mütalaalarına değer vermeyen bir zâtdı. Kalb kalbe karşıdır derler ya, o hesab! Bu güruh da, Deli Mü-şir'den hiç hoşlanmazlar, ne yapıp yaparlar bir takım jurnaller tertipleyip, Müşir Paşanın aleyhinde padişaha ulaştırırlar, bunlara inanmayan padişah "Dokunmayın benim Deli Müşi-rim'e"dedikten sonra jurnal sahibine harçlık verirdi. Sonra da bu jurnali alır da Fuad Paşa'ya gösterirdi. Bu tip adamlar hiç eksilmez, 1877'ile 1901'e kadar Fuad Paşa hakkında bir çok jurnalin tertiplenmesine rağmen: "yel kayadan ne alır misâli, melunlar, padişahla müşiri arasında münaferete muvaffak olamadılar.
Bir ara menfaatçiler güruhu çoğalmış, vehham padişahın bu zaafını arttıracak jurnallerla ortalıkta dolaşıp'beğenmedikleri kimseleri perişan etmeye başlamışlardı. Bunlardan Reşid Paşa, İzzet Holo (Arab), Fehim Paşa, Ali Şâmil Pasa idiler ki, aralarında anlaştıkları bir tezgâhla sadr-ı esbak Mehmed Said Paşa ile Deli Müşir Fuad Paşa güya antİaşmış-lar padişahı tahttan indireceklermiş babında bir jurnal ihzar ederler. Bunların arasında; başhafiye olan Fehim Pasa cok
Karaktersiz, insafsız, ahlâksız, cani ruhlu bir kimseydi. Nice ocaklar söndürmüş, ne hânumanların yerinde yeller estirmiş bir zâlimdi. Ayrıca haddini bilmez saygısız bir kimseydi. Bir ele en tehlikeli ve kendisini her işden sıyıran şu şekilde tarif ettiği bir tesbiti vardı: "Efendimizin hayatını korumak benim vazifem. Duyduğum, gördüğüm her şeyi zâtı şahanelerine ulaştırmak vazifelerimin başında gelir. Ne varki bütün bunları ispata mecbur değilim. Benim duyduğumu açıkladığımda ya evet ben böyle yapacağım diyen olabüirmi? Şu halde inkâr edenlere ben karışmam" şeklinde bir izah getirmekteydi.
Veliahd (Sultan) Reşad efendinin oğullarından Ziyaeddin ve Ömer Hilmi efendiler, binmiş oldukları fayton arabayla gezmeğe çıkmışlar, bir hayli dolaşmışlar ve dönüş yolu olarak da Nişantaşı üzerinden konaklarına avdet etmek üze.e Fehirn Paşanın evinin önün den geçerlerken, Fehimde hangi mülevves işi yapmaya gidecekse konağından çıkmak üze-reymiş, gelenleri gördüğünde bunların veliahd Reşad efendinin çocukları olduğunu hiç kaale almadan hatta tam aksine onlara üstünlük taslayacak tarzda önlerine çıkmış ve burası bana aid buradan geçemezsiniz ikazında bulunur. Efendiler bu saygısızlığa gücenseler de, arabacıya dön emrini verirler. Görüldüğü gibi veliahd'ın yetişmiş gençlerine bunu yapan biri, devlet memurlarına, ahaliye, meşayihe kimbilir neler yapar? Acaba; bu hâlin yâni cihet-İ askeriyyeden olan paşalar ile sivil görevlerden paşa rütbesine gelenlerin arasındaki bu elerin anlaşmazlık, sivil güruhun merdâne davranmamasın-danmı? Yoksa askerlerin disiplinlerinin farklı olmasındanmı-dır? Bunun cevabını apayrı bir soruşturmada bulmak kâbidir. Meselâ Arab İzzet Paşa (Holo), bu hususda bir hayli sıkıntılar ya şamış, bol keseden verilmiş sivil paşalardandır. Fuad Pa-şa'dan, 93 savaşının diğer bir efsane ismi Gazi Osman Paşa'dan bir hayli azar ve hakaret görmesine rağmen ve de askeri şahıslara irade-i seniyye ancak asker-İ erkân-ı harpler tarafından tebliğ edilir denmesine rağmen îzzet Paşa, böyle bir tebliği yapmaktan pek zevk alıyordu anlaşılan. Hâttâ Gazi Osman Paşa; Osmanh-Yunan 1897 savaşında Çit kasrında toplanan askeri istişare heyetine yine bir irade-i seniyye teb-. liğ etmeye kalkışan İzzet Paşa'nın kafasına iskemleyi atıver-miştİ. Canı bir hayli yanan Holo, padişaha işi götürmeme akıllılığını göstermişti.
Şimdi Fuad paşaya diş bileyenlerden biri olan Reşid Paşa pek çapkın biri idi. Ancak yakışıklı ve çok zengin, dünyada en iyi kılıç kullanan silahşörlerden biri olan Fuad Paşa' nın karşısında hep yenik düşüyordu. Reşid Paşanın göz diktiği bayanlar, son anda tercih lerini Fuad Paşa'da yapmalarının meydana getirdiği bir kıskanmamı idiî
Ali Şâmil Paşaya gelince bu adam gösterişe pek düşkün olmasına rağmen Deli Müşir' in katılmış olduğu toplantılarda bin mumluk ampulün yanında bir mum ışığı gibi kalıyordu ve onun yanında caka satamıyordu. Çerkeş Mehmed Pa-şa'ya gelince aynı kavimden olmalarına rağmen ona kızmasının sebebi, kıskanması, ondan yılmış olmaktan kaynaklanıyordu. Fehim Paşa ise; Deli Müşir Fuad Paşa'nın Feneryo-lu'ndaki muhteşem konağının parıldıyan ışıkları, her gece bitmez tükenmez davetliler, en mükemmel hanende ve sazendelerin katıldığı muazzam musiki âlemlerinin bu tertibçisi Fuad Paşa padişah'dan daha müreffeh ve şaşaalı bir hayat yaşıyordu vede bunun suyuda şahsi servetinden geliyordu. Mısır'daki çiftliklerinin gelirleri paşaya hakikaten maddî bakımdan krallar gibi hayat sürme imkânı bahşediyordu. Şimdi Fehim böyle bir kimseyi nasıl kıskanmasın di? Kendinde kudretin temsilciliği vehmeden birinin böyle bir farka tahammülü kolaymıydı?
Bütün bunlara karşılık halkın her iki tarafdan adı geçenlere yaklaşımına bir atfu nazar edelim: Ahali bu düşman kardeşleri gördüğünde ya bir tarafa saklanıyor, ya da onların bulunduğu tarafa bakmamayı tercih etmekteydi. Buna karşılık Deli Müşir Fuad Paşa herhangi bir yerden geçtimi, tanıyanlar koşar ve selâm vermeye bakarlar, tanımayanlar ise görmek için koşarlardı. O ise, bir baba tavrıyla selâmlar dağıtarak, güler yüz vede gülen gözleriyle insanların yüreklerine sevgi salarak varlığını hatırlatırdı. Fehim Paşa'yı bir gün Cuma Selamlığında kenara çeken Müşir Fuad Paşa, yaptıkların yeter, artık hakkımda hergün urnal veriyorsun fena yaparım diye tehdit etti.
Bu tehdit, Fehim'de tesirini gösterdi. Bir müddet geri çekildi. Fuad Paşanın karşısında aleyhde olup, tuzak kurmaya çalışan iki kişi meydanda kalmıştı. Bunların biri askeri savcı Reşid Paşa ile Üsküdar muhafızı Ali Şâmil Paşa idi. Ali Şâmil Paşa kurnazca davranıp, Üsküdar civarında ki çıkacak her hangi vakaya muntazırdı. Savcı Reşid Paşa ise yanına aldığı bazı sivil me murlar ile Fuad Paşa'nın köşkü civarına yanaşıyor Müşir'in sabrını taşıracak davranışlar gösteriyordu. Reşid Paşa'nın korkak ve ödlek bir kişi olduğunu bilen Fuad Paşada nasıl oluyor, kime güveniyorda benim konağın üzeri-ne bu kadar düşebiliyor diye kafa patlatmaya başlamıştı ki, bir akşamüstü sıcağında Reşid Paşa bir paytona binmiş olduğu halde ve arkasındaki faytonda da üç sivil memur geçerlerken, her zamanki gibi Fuad Paşa konağın kapisındadır. Ve de geçmekte olan faytonun içinde, bir köşeye çekilmiş Reşid Paşa, ceketinin bütün düğmeleri açık şekilde ve Fuad Paşayı görmemezlikten gelmesi disiplin düşkünü müşirin tepeşini attırmaya yetti. Paytonu durdurup Paşayı köşke çağırttı. Reşid Paşayı köşkte Koca müşir bir güzel dövdü. Arkasından sordu: Artık doğrusunu söylersen sana başka bir şey yapmayacağım, serbest bırakacağım. Seni, beni takip etmek için kim vazifelendirdi? Cevab şöyleydi:
Zât-ı devletlinize çok büyük hürmetim vardır. Arab İzzet Paşa bunu istedi. Ali Şâmil Paşa ve Fehim Paşanın sizi takibe aldığını işittim. Bunları söylerken; daha sonralar! babiâli baskınında öldürülen Harbiye Nâzın Nâzım Paşada hayretle Fuad Paşanın yanında geçen olaylara şâhid oluyordu.
Peki Arap İzzet ne talimatı verdi? Sorusuna cevap olarak, Fuad Paşa; siz kadıköy ve Üsküdar'da gizli bir cemiyyet ku-ruyormuşsunuz. Mensubiyetinizle şerefyâb olan bir çok zabiti Selimiye Kışlasına yerleştiriyormuşsunuz! Birliklerin başına size bağlı subayları yerleştirdikten sonra çıkaracağınız ihtilâl neticesinde de saltanatda değişikliğe gidecekmişsiniz. Oğullarınız beyefendiler ise, avrupa'da yaşayan cön Türklerle haberleşme içinde olduğu gibi konağınızda musiki toplantıları altında yaptığınız tertibat, doğrudan gizli müzakerelermiş!
Reşid Paşa, sözlerini tamamladığında gerek Nâzım Paşa gerekse Müşir Fuad Paşa bu iftiraların ağırlığı ve atılan çirkeften utanmaktan kendilerini alamadılar. Çık dışarı demek zorunda kaldıkları Reşid Paşa ceketini eline alıp, binbir temenna çakarak kendini dışarı atmak üzereyken, Fuad Paşa haykırdı:
-Nereye böyle ceketini giysene. uşakların önüne bu kılıkla utanmadan nasıl çıkacaksın?
Nâzım Paşa; Reşid Paşanın çıkmasından sonra bir hayli telâşla: "Aman Paşam. İşler fenalaşıyor. Acaba kim tarafından bir ifşaat vukubuldu? Sorusunu sordu. Fuad Paşa da bilmiyordu, ancak bütün düşmanlarının ittihat ettiğini hissediyor ve karşı tedbirler alması icâb ettiğinide düşünmeğe başladı. Burada Nâzım Paşanın kullandığı ifşaat kelimesinin Kaynağımızın yazarı Ziya Şâkir merhumun kalemini rastgeie sallamasından ise, bir mâ-na ifade etmez fakat, Paşanın ağzından çıkmışsa, bazı hususatın aslı varmış mânasını aramak, beyhude bir gayret sayılmaz. Doğrusunu Allah (c.c) bilir.
Fuad Paşa'nın Feneryolunda'ki devlethanesinden kendisini zor kurtaran müddeiumumi Reşid Paşanın yediği sopa kendisine bir rütbe daha kazandırmış, mirlivalıkdan ferikliğe irtika ettirildiği gibi cebine de beşyüz lira ihsân-ı şahane konması bir taltif olarak düşünülse yanlış olmaz. Reşid Paşa bu ihsana nasıl nail olmuştu ki, bunun üzerinde durmak icâb eder. Reşid Paşa Feneryolundan çıktıktan sonra doğru mâ-beyn-i hümâyûna yâni saraya koşmuş, perişan hâlini İzzet Holo Paşaya arzetmişti. Bu cüreti işleyen Fuad Paşa' dan bir hayli ürken Arab İzzet Holo; hemen huzur-u padişahiye çıktığı gibi, bire bin katarak, olmamışı varsayarak, bir senaryo arzetmiş ve padişahın lütfûnu, Reşid Paşa lehine olacak şekilde celbedeb'ılmişti.
Bunları ertesi günü haber alan Deli müşir; fesinin bastırdığı gibi (fes bastırmak başa takıp çıkmak) saraya gidip, Sultan Hamid'in huzuruna çıkıp*, sadece attığı dayağı değil her şeyi sayıp döktü. Arkasından ilâve etti: "Şevketmeâb askerlikte rütbeler, nişanlar ya kanunen hak kazananlara veyahut da vatana fevkalâde hizmetler yapanlara verilir. Siz ise; benden dayak yiyen bir şahsı ferik yapıyorsunuz... Sizin arzunuza müdehale kimsenin hakkı ve haddi değildir. Rütbei askeriye böyle verilirse benim müşirliğimin bir kıymeti kalmamıştır. Askerlikten istifa ediyorum, sâdece bir bendeniz olarak kalmak istiyorum.. Bana itimadınız yoksa Mısır'a gideyim. Oradaki İşlerim karma karışık bir durumda, bari onları bir nizâma sokayım. Acizane hizmetime ne zaman ihtiyacınız olursa fermanınıza koşarak gelirim!..
Sultan Hamid; Fuad Paşanın söylediklerini sonuna kadar hiç kesmeden ve sükunetle dinledikten sonra, mütebessimâ-ne "Sen, bir bilirsin.. Ben bin bilirim paşa... Hikmeti hükümet denen bir şey vardır. Ben şu köşede oturuyorum amma, iğnenin deliğinden de Hin distan'ı seyrediyorum. Deliliği bırak. Bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır. Ben seni dün, bu gün tanımıyorum istedikleri kadar jurnal versinler, bak ben ehemmiyet veriyormu- yum? Hadi git köşküne Rahat rahat otur. Şuna buna da uyma.."
Fuad Paşa padişahın huzurundan çıktıktan sonra soluğunu İzzet Paşa'nın odasında aldı. Oda da hafiyelerden Çerkez Mehmed Paşa, Celâleddin Paşa vardı. Odaya bir kasırga gibi giren Fuad Paşa'yı gören İzzet Paşa sandalyesinde donup kaldı. Çerkez Mehmed Paşa sessiz sadâsız odadan dışarı çıktı. Müşir Paşa; Holo'ya: "Mel'un herif nedir senin bu yaptıkların?" Masanın üzerinde duran divit takımını kaptığı gibi, Arab İzzet'in kafasına fırlattı, can yakması bir yana tepeden ayağa mürekkebe bulanmakda cabası oldu ve: "dövdüğüm herifi bana inat ferik yaptırıyorsun ha! Demek ki dayağım uğurlu geliyor. Dur seni de tepeleyeyim belki sen de sadnazam olursun!" Diye bağırırken İzzet Paşanın üstüne yürümeye devam ediyordu. Ahmed Celâleddin Paşa; Fuad Paşa'nın sevdiği kimselerden olduğundan teskin için araya girdi. İzzet Paşa bu arada odadan kaçıp, yandaki küçük kapıdan hemen padişahın huzuruna çıktı. Ve: "Bakınız efendimiz; Fuad Paşa,
Kulunuz beni ne hâle koydu!" Dedikten sonra huzurda ağlamaya başladı...
Anlatılanları dinleyen padişah, İzzet Paşaya: "Sen huzura böyle çıkmaya utanmıyormusun? Oh olsun yaptığınız işi yüzünüze gözünüze bulaştırmayınız bir daha.." Dedikten sonra: -çık dışarı" emrini verir. İzzet Paşanın odasında bir koltuğa oturan Deli Fuad Paşa gür ve beyaz sakalı dört köşe olarak kesilmiş olmasıyla hayli mehabetli gösterişe sahibken, şimdi diken diken olan sakalının haliyle yüzüne bakanı korkudan titretir durumdaydı. Yaktığı sigaradan bir tanede Ahmed Celâleddin Paşaya ikramdan sonra; "Paşa bu herif şimdi huzura çıkmış ve ağzına geleni uydurmuştur. Bak bakalım padişahın bana bir iradeleri varmı?" ricasında bulundu. Celâleddin Paşa onbeş dakika sonra geldiği huzurdan Fuad Paşaya şunları söylemekteydi: "Efendimiz selâm buyuruyorlar. Deli'me söyle, İzzet'i huzurdan kovdum. Müsterih olsun. Artık evine gitsin, rahat etsin" diye ferman buyurdular.
Ertesi gün Cuma selâmlığında Fuad Paşa mutad yerini aldı bütün heybetiyle selâmlığa gelen padişahı hürmetle selâmladı. Sultan Hamid'de Deli'sini hafif bir gülümseme ile selâmladı. Acaba bu hâl Fuad Paşanın düşmanlarının kendisi hakkındaki menfi düşüncelerini ortadan kaldırmaya yeterli-miydi? Bakacağız!
Kaynağımız olan merhum Ziya Şâkir bey, fevkalâde Ab-dülhamid sever bir zât olmadığı halde, O'nun yaşadığı hayatın zorluğunu çok iyi idrak etmiş bir kimsenin objektif bakışından hiç uzaklaşmamış, bence güzel bir vasıf olan, bir hu-susda memnuniyetsizliği ifâde ederken, failin temayüz eden hususatını ifâde etme adalet severliği, Ziya Şâkir Bey'de de Mevcud ki, şu beyanatı yapmaktan kendini alamamakta: Çünkü Yıldız Sarayının siyaseti şunu iktiza ederdi. Bu sarayda padişahın ne gayzine nede iltifatına hiçbir güven olmadığını bilirdi. Sultan Hamid'in zaaf derecesinde bir merhameti vardı. Bazı hadiseler ve şahıslar müstesna olmak üzere bu adam kimseye karşı büyük bir kin taşıyamazdı. Aynı zamanda mebzulen (bol) iltifatlarına garkettiği bir adama karşı da tam manasıyla muhabbet ve teveccüh beslediği iddia olunamazdı."
İşte bu tahlilde isabet Deli Müşir içinde geçerli idi. Çünkü; Sultan Hamid, dâima hüsn-ü zân fakat âdem-i itimad meselesine önem vermiş bir hanedanın evlâdıydı. Kim olursa olsun bu kaideden hâriç kalamazdı. Malumu veçhile padişah; Şeyh ve aynı zamanda kendi Şeyhi olan Zafir Efendi'yi dahi takip ettirmekte, bir muafiyet tanımamıştır. Zafir Efendi hakkında gelen jurnâlleride okurdu. Deli Fuad Paşa gibi, kudretli bir şahsiyetin şansı da ençok şeyh efendi kadar olabilirdi! Nitekim de öyle olmuştur. Çünkü menfaat gurubu, bu zâtın dostluğunun Abdülhamid hân nezdinde derin olduğunu bildiğinden, kopartmayı menfaatlerine uygun gördüklerinde fitne dokumaya devama azami gayret sarfına giriştiler.
Padişah'ın; huzurundan def ettiği İzzet Paşa, yüzsüzlüğünün ve intikamcıhğın sevkı ile padişahın yanına çıkacak çâreleri bir yandan araştırırken, öte taraftanda Fehim Paşa'yı odasına davet etmiş, Fuad Paşa'ya kurulacak tuzakları ve tezgâhları kararlaştırma konuşmalarına girişmişlerdi. CJzun bir mükâleme sonunda dört maddelik bir plân tesbit ettiler
a) Maksad-ı asli padişaha hizmetten başka bir şey değildir.
b) Fuad Paşa,Fehim Paşa tarafından şiddetle takip edilecek. Jurnaller padişaha verilecek ve bunların muhteviyatı hakkında, İzzet Paşa da haberdar edilecek.
c) İzzet Paşa da; Fehim Paşa'ya bazı jurnal mevzuları verecek. Fehim Paşa'da bunları aynen hünkâra takdim edecek.
d) İzzet Paşa bu işe iştiraki münasebetiyle Fehim Paşa'ya peşinen bin lira verdiği gibi, her ay beşyüz lira ödemeyi üzerine aldığını kabul ediyordu, (bin lira bugünün parasıyla; 130 milyar TL. eder)
İşte padişahın en yakınları ve çalışma arkadaşları olan kimselerin husule getirdikleri bu antlaşma evvelâ padişahın aleyhindedir çünkü kadim, güçlü ve samimi bir dosttan ayrılmasını temine matuf çirkin ve müslümanlığa yakışmaz bir husustu. İzzet Paşa antlaşmanın son maddesindeki bin liralık peşin ödemeyi yapmak için yazıhanesinin gözünü açtı. Bir zarf çıkardı. Banknotlar zarfın içinde olmakla beraber bir de jurnal taslağı ilişikti.
Huzura Davet
Sultan Hamid'in hususiyetlerinden biride kendisine lâzım olan adamlarla bir haftadan fazla dargın duramaması idi. İşte Arab İzzet'ide hemen haftasında yanına celbetmişti. O içeri girerken bir hizmetli de, padişaha bir jurnal getirmişti. Padişah çabucak jurnali okudu ve telâşla; "Bak neler oluyorda senin haberin yok galiba Fuad Paşa ile barıştın. Artık ondan hiç bahsetmiyorsun." Dedi. Fuad Paşanın adı anılınca tüyleri ürpermiş gibi ya parak, Allah göstermesin Efendimiz. Hayatımı feda ederim de Öyle bir hâin ile yüz yüze gelmem. Sanki kulunuz; onun nelerle meşgul olduğunu bilmiyormuyum. Ancak Fuad Paşa hakkında huzurunuzda bir tek kelime söyiiye-mem. Aramızda gecen mesele yüzünden ifadelerim mutlaka garezkârlığıma verilecektir. Bu adam yüzünden sizden azar işitmişsem de, yinede sizin selâmetiniz bakımından Fuad Paşa ile meşgul olmaktan vazgeçmedim. İrâde buyrulursa şu son günlerde onun yaptıklarına dâir malumatımı arzedeyim dedikten sonra padişahın elinde ki jurnale benzer beyanları birbir sıraladı. Padişah 2. kâtibinin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra elindeki jurnali Arab İzzet'e uzatarak; "Al bak bu adam da senin söylediklerine yakın beyanlarda bulunuyor. Demek ki adamın dediği doğru. Şimdi bu adamı buldur ve bir güzel sorguya çek. Ancak bu sorguyu, ben de işitmek isterim" dedi.
İkinci kâtib. İzzet Paşayı hiç bir şey bu kadar sevindiremez-dİ. Çünkü eldeki jurnali Üsküdarlı Halİd Efendi adında birine bizzat kendisi dikte ettirmişti. Huzurda bulunduğu esnada da verdirerek anlattığı ile verilen jurnal arasındaki benzerlik padişahın vehmini ziyadesiyle arttırmış bulunuyordu. Derhal nezdine çağırttığı Halid Efendiyede kendisini sorguya çekeceğini ancak bu sorguyu padişahında dinleyeceğini söyleyeceklerine dik-kat et. Benimle önceden tanışık olduğuna dâir tek kelime ağzından çıkmasın. Bu sorgudan başarılı çikarsan artık senin başına devlet kuşu kondu demektir tenbihlerini yaptı.
. . .
Sorgu Başlıyor
izzet Paşa; Halid Efendiyi Küçük mabeyne getirip, padişahın irade-i şahanesini beklemeye başlıyorlar. Az sonra tertibat tamamlanır ve sorgu başlar:
-Siz Halid Efendi mahrem bazı maruzatta bulunmuşsunuz. Efendimiz; bu malumata ne suretle eriştiğinizi öğrenmek istiyorlar. Halid Efendi:
-Efendim; bendeniz, Üsküdar'da ikamet eden Baytar Miralay Ressam Halil Bey vasıtası İle bir çok defalar Fuad Paşa'nin köşküne gittim. Her gidişimde orada birçok zevata rastladım. Bunların kim olduğunu sormamakla beraber, konuşulanlardan çıkan netice, Fuad Paşa'nın İstanbul'da bir ih-tiial yapıp, Efendimizi saltanattan ıskat etmektir. İzzet Paşa: -Oraya ne maksadla gittinizdi? Halid Efendi: -Fuad Paşa'ya bir dâire müdürü lazımmış, ben bu işe girmek istemiştim ancak Efendimiz aleyhindeki cereyan beni bundan sarf-ı nazar etmeğe sevk etti. İzzet Paşa: -Halil Bey'e bunlardan bahsettinizmi?
-Hayır. Sadece Fuad Paşa çok sinirli bir adam onun maiyetinde çalışamam dedim.
-Bu jurnali veriş maksadınız nedir? -Sadece Efendimize hizmet içindir.
-Peki bu vazifeye girip bir hayli şey öğrenerek haber verseydiniz daha iyi hizmet etmiş olmazmıydınız?
-Bunu düşünemedim. Fakat emir buyurulursa efendimizin uğruna her fedakârlığı yapmaya hazırım.
Sanki son cevap mükalemenin bittiğinin işareti olmuştu. İzzet Paşa birdenbire ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu ve bir ihtiram duruşu aldı. Halid Efendide hemen yerlere kapanıp titremeye başladı. Çünkü padişah paravananın arkasından çıkmış yanlarına gelmişti:
-Söylediklerini duydum. Memnun oldum. Sadakat mükâ-fatsız kalmaz. Bu günden sonra Fehim Paşanın emrinde çalışacaksın. Talimatı ondan alacaksın. Şunu da al, araba parası yaparsın.
Halid efendi padişahdan aldığı yüz liranın büyük sevincini yaşarken, İzzet paşanın etekleri zevkten zil çalıyordu... İşte melun tezgâh kurulmuş tıkır tıkır işlemeye başlamıştı. Fuad Paşanın maiyetine yerleştirilen Halid Efendi yağmur gibi haber yağdırıyordu zannı verilecek şekilde İzzet ve Fehim Pa-şa'lar habire jurnaller düzenliyorlardı. İzzet Paşa padişahın huzurunda bir başka mesele hakkında izahat verirken Fuad Paşa meselesine kayan mevzuun, padişahı tedirgin etmiş olduğunu hisseden İzzet Paşa, büyük bir cüretle:
-Efendimiz; görüyorum ki bu mesele sizi çok rahatsız ediyor. Ferman buyurun. Ben onun vücudunu kolayca ortadan kaldırabilirim.
Sultan Hamid böyle bir teklif karşısında titremekten kendini alamadı. Çünkü o, mahkemeler tarafından verilmiş idam hükümlerini infazdan imtina eden merhameti bol bir insandı. Fuad Paşa'ya böyle bir iş yapılmasına müsaade edermiydi? Nitekim:
-Sakın ha! Zinhar böyle bir teşebbüsde bulunulmasın.. Hemen benim tarafımdan yaptırıldığına hükmederler. Olmaz. Bir daha böyle bir lakırdı olmasın. O, Deli'nin kulağına gider de başımıza iş çıkarır. Kalkar avrupaya savuşur veya ecnebi sefaretlere müracaat eder. Bizi müşkül mevkide bırakır. Şeklindeki beyanlarıyla mümanaat eder.
Korkunç Plân
Padişahın ademi muvafakatına rağmen İzzet Paşa, Fuad Paşanın bertaraf edilmesinden eninde sonunda memnunluk duyacağına hükmettiğinden, fikrini ortağı Fehim Paşaya da açdı. Fehim Paşa gözünü bürüyen hırsdan kopamadığından bu zor ve cüret istiyen işe evet dedi ve menhus plânlarını kuvveden fiile çıkarmanın hesaplarını tamamladılar.
Plân iki merhaleden ibaretti. Lodosun kuvvetli olduğu bir havanın akşamında Kalamış koyundaki iskeleye bir istimbot gönderilecek aynı zamanda da Fuad Paşaya acele saraya gelmesi hususunda bir telgraf çekilecekti. Paşa istimbota binecek gelirken güya dalgalar istimbotu Kızkulesİne sürükleyecek, kayalar parçalayacak Paşa da orada boğulacaktı. Şayet bu kabil olmazsa, o zaman bir fedai bulunacak Fuad Paşa arabasında vurdurulacak.
1317/1901 senesinin sonbaharında günlerden birinde şiddetli bir lodos kendini göstermişti. Moda, Kadıköy ve Üsküdar sahillerindeki yalılar boyunca dalgalar yükseliyor, köpüklü sular bahçelere doluyordu. Tersâne-i âmirenin küçük bir istimbotu da dalgaların uğultusundan başka bir ses du-yulmuyan gecenin zifiri karanlığında, bata çıka Kalamış koyuna doğru yol almaya çalışırken, Fuad Paşa'da henüz gelmiş bir telgrafı Feneryolun'daki köşkünde okumaktaydı:
"Feneryolunda mukim, yâver-i ekrem îrazreti şehriyariden müşirân-i izamdan, devletlû:
' Fuad Paşa Hazretlerine
Kalamış iskelesinde emri devletlilerine amade bulunacak olan istimbotla derhal sarayı hümayuna teşrifle mühim bir meselenin müzâkeresine iştirak buyurmanız şerefsüdûr buyrulan irade-i seniyye iktizasından olduğunu arz ederim efendim.
Kâtib-i sânii hazreti şehrîyâri kurenadan izzet
Fuad Paşanın bu telgrafdan şüphelenmesine gerek yokdu. Çünkü Mısır'da olsun, Bulgaristan ahvalinde olsun meydana gelen zuhurat her an beklenen hususattandı. Derhal kıyafet-i askeriyyesini giyerek Kalamış iskelesine geldi, istombot gelmiş kendisini muntazır idi. Bir hissikablelvukuu, Müşire:
"ben, Üsküdar'a faytonla gideceğim, gelin beni oradan alın" emrini verdirdi. Kaptan bahriye yüzbaşı Nuri Efendi istemiye istemiye üzeri-ne aldığı tehlikeli ve menhus işden kurtulmuş' olmanın rahatlığını yaşadı. Hemen istimbotu çalıştırıp, bata çıka Beşiktaş'a geldi. Oradan bindiği bir araba sayesinde ça-bucak Yıldız Sarayına kapağı atar, durumu Fuad Paşa aleyhtarı kafadarlara nakletti. Bunların etekleri tutuştu. Fakat çareden uzak kalmadılar. Yüzbaşı'ya; hemen Üsküdar İskelesine gidiniz Fuad Paşa'yı bekleyiniz ve işini de daha sonra dönüş yolunda bitirirsiniz, emrini verdiler. İstimbot Üsküdar iskelesine yanaştığında Fuad Paşa'nında iskeleye doğru geldiği görüldü. İstimbot'a binen Paşa'nın Beşiktaş'a geçmesi güç olmadı. Oradan da mabeyne geldi. Müşir Deli Fuad Paşa sarayda bekleme odasına alındı. Bir kaç dakika geçmişti, ki binbir temennah ile İzzet Holo, hiç bir şey olmamış gibi Fuad Paşa'nın yanına girdi ve:
-Hoş geldiniz Paşa hazretleri. Rahatsız oldunuz ne çâre! Bu akşam Hicaz demiryolları hakkında önemli bir toplantı akte-dilecekti fakat zât-ı şahane şiddetli bir baş ağrısından dolayı harem-i hümayuna geçtiler. Yola çıkmamanız hususunda telgraf çekilmişti amma size ulaştıramadılar demekki. Vah! Vah! nafile yere yoruldunuz.
Şeklindeki sözlerle Fuad Paşa'ya izahatta bulundu. Sözlerin bitimini müteakip, Fuad Paşa: "Böyle havada gelmek-git-mek kolaymı? Önce toplantı yapılır sonra padişaha arz edilirdi" şeklinde sözler etti. İzzet Paşa ise: "malum-u âlileriniz-dir, Efendimiz müzakerelerin dâima huzurunda yapılmasını ister." Beyanı ile karşılık verdi.
Fuad Paşa bindiği arabayla Beşiktaş İskelesine indi. İstim-bot'a binai İskeleden ayrılan İstimbot, Üsküdar istikametine yol almaya başladığında Paşa, alt kamaraya inmiş, fesini başından çıkarmış ve sedire uzanmıştı. Bu halden Nuri efendi uykuya yatan Paşadan dolayı rahatlamıştı. Artık; me'şûm vazifeyi yerine getirecek kolaylık, yakalanmıştı. Fakat bahriye zabiti pek fena aldanıyordu.
Çünkü; Fuad Paşa son bir kaç saat de olan anormal likier hakkında o müthiş zekâsını çalıştırmaya başlamıştı. İstimbot, lodos'un pek tesir ya pamadiğı alanda seyr etmekteyken kaptan yavaşça dümeni Şemsi Paşa Camii istikametine doğrultmuş az sonra da, lodosun iri dalgalan tekneyi tesiri altına almaya başladığı için sarsıntılar, geçen zamanın uzaması, Paşanın dikkatini çekti. Sessizce kamaradan çıktı, parmaklıklara tutuna tutuna köşkün yanına gelmiş ve çektiği rovd-verini yüzbaşının böğrüne dayamış ve "ben sana Üsküdar'a gitmek için emir vermiştim ne tarafa gidiyorsun?" dediğinde böğründeki silahın delecekmiş gibi şiddetli dokunuşu yüzbaşı da, müthiş bir korku husule getirmişti ve güçlükle:
-İstimbot dümeni kabullenmiyor. Onun için sular bu tarafa indiriyor! Dediğinde, Paşa:
-Şimdi Üsküdar'a dön yoksa beynini patlatırım. Tehdidiyle Üsküdar'a yanaşılmasını temin etti. İskeleye çıkınca, Nuri Kaptan'a: "İstimbot burada kalsın. Yarın erkenden mabeyne gideceğim. Sen de benimle geliyorsun." dedi.
Nuri Kaptan; başını kaldırıp yüzüne baktığı müşir'in yüzü kıpkırmızı, dâima dört köse kestirdiği geniş sakalı rüzgârdan uçuşuyor, bu yüzdeki mehabet ve saldığı korku rüzgârı, yüzbaşının denize düşmüş gibi ter akıtmasına vesile oluyordu. Paşaları bile ayağının altına alıp pataklayan bu yaman silahşora "ben gelemem" diyebilirmiydi?
Nihayet Fuad Paşa önde kılıcını sürüye sürüye yürürken, yüzbaşı korku içinde müşirin arkasında yürümekteydi. Bir kira arabasına yöneldiler ve ona binmek üzere hazırlanırlarken, iskelenin köşesinde karanlıkların içerisinde eli tabancalı bir adam iki kişilik kafilenin arabaya\binmesini gözetliyordu ki Fuad Paşa ve Nuri Kaptan arabaya biner binmez meçhul adam da, Çerkeş eyerli atına sıçradı. Bu arada fayton Üsküdar'ın eğri büğrü yollarında sarsıla sarsıla gidiyor, Paşa yolu tarassutuna almış dikkatli, Nuri Yüzbaşı içinde olduğu durumu derin derin düşünüyordu. Atına atlayıp arabayı tâkipde olan meçhul adam ise, Kadıköy tulumbacılar reisi Çerkez Agâh Bey'di, Kurbağalı Dereye geldikleri sırada Fuad -Paşa faytonun arka ve küçük penceresinden geriye baktığında Agâh'ın kendilerini takip ettiğini gördü. Derhal tabancasını çıkartıp, faytonun sağ taraf penceresini yavaş yavaş indirdi. Agâh ise yavaşça bu tarafa yaklaşmakda idi. Paşa, vücudunu biraz geri çekerek saldırganın yanaşmasına fırsat tanıdı. Aniden tabancasını yanaşan Agâh Bey'e doğrultup: "Dur. Kımıldama! Gebertirim.." diye yüksek sesle bağırdı. Agâh Bey boş bulunmuş, bir şey yapamamış ancak ateş etmesi muhtemel Paşa'dan kurtulmak için atının boynuna yatabildi ve atını mahmuzladığı gibi yel gibi uçdu gitti. Bu hengâmede faytonun atları ürküp şaha kalktılar beş on metre gittikten sonra da şarampola yatıverdi fayton..
Fuad Paşa ve Yüzbaşı Nuri efendi ile faytonun sürücüsü ve onun yanında oturmakta olan Paşanın ağalarından Çerkez Şâkir ağa hafifçe yaralandılar. Şâkir ağa, kaçan süvariyi takip etmek maksadıyla, bir müddet peşinden koştuysa da, tozuna bile erişemedi. Hemen kazazedelerin yanına döndü. Paşanın kolu incinmiş, Yüzbaşı ise dizlerinden şikâyetçi idi. Ciçü bir olup arabayı kaldırmaya çalışırlarken teşebbüsünü tamamlamak üzere kaçan süvari geri dönmekteydi. Bir hayli yaklaşmış dikkatle Paşanın gölgesini araştırmaktaydı. Faytonun atlarından biri kokuyu almış olacak ki bir kişnedi ve böylece attan pek iyi anlayan Deli Müşir ve Şâkir ağa hemen teyakkuza geçtiler. Derhal bir tectib yaptılar. Agâh Bey, Paşaya yaklaşmayı başarmış tam tetiği çekecekken Şâkir ağa kollarının arkasından kaz kanadını vurarak tesirsiz hâle getirdi. Arabacının yardımıyla elleri arkasına bağlandı. Silahını da aldılar.
Fuad Paşa; Agâh bey'ide, yüzbaşı Nuri efendiyi de Kadıköy'deki askeri karakola getirip teslim etti ve ertesi günü doğruca saraya giderek başından geçenleri yazılı olarak Sultan Abdülhamid'e bildirdi. Padişahın cevabı çabuk yetişti. Pek müteessirdi. Pek dolgun bir mükafat ihsanında da bulunmuştu. Öte yandan yazılı müracaatında Fuad Paşa kendisine yapılan teşebbüsatın gazeteler yoluyla efkâr-ı âmmeye duyurulmasını da, taleb eylemişti. Padişah bu hususda hayır dememekle birlikte sadece 3. gün, yüzbaşı Nuri Efendinin Sivas'a, Çerkez Agâh'ın Kastamonu'ya sürgün haberinin ya-ymlanmasıyla iktifa olunmuştu. Esbab-ı mucibe ise; "Hilaf-1 nza-"i âl'î harekâta cesaret etmiş olmalarıydı" Bu hâli protesto için ilk Cuma selâmlığına gitmedi. Padişah Deli Müşir'i her za manki yerinde görmeyince derhal evhama kapıldı ve kendisine hemen ertesi cumaertesi günü şu telgraf çekildi:
Feneryolunda mukim Yaveri Ekremi Hazreti Şehriyâri Mü-şirânı İzamdan Fuad Paşa Hazretlerine
"Bu akşam saray-ı hümayuna teşrifleri iradei seniyyei hazreti Padişahı iktizasından olduğunu arzeylerim efendim.
Serkâtibi Hazreti Şehiryâri
Tahsin
Deli Müşir Fuad Paşa bu davete icabet etmediği gibi bir de cevab olara şu arızayı yolladı:
"Zâtı Akdes Hazret-i Padişahiye
Şevketmeâbim; dört gün evvel, Ahmed Celâleddin Paşa kulların ile takdim ettiğim arızamın meali tam anlaşılmamış olacak ki başkitabeti celileden aldığım tez kerenin adresi, yine eskisi gibi Yaveri ekrem Müşir Fuad Paşa diye yazılmıştır.
Gazetelerde Arap İzzet melunu ile Fehim habîs'inin cezalandırıldıklarını göreceğimi zannederken kendilerinin alet ittihaz ettikleri ve şüphesiz beceriksizliklerin den dolayt tecziye etmek istedikleri istimbot kaptanı, Nuri Efendi İle Çerkez Agâh'in nefyolundukîanni okudum ki bu havadis de tahkikatımda aldanmadığımı is-pata kâfidir. Başkâtip Süreyya Paşa merhumun, saraydan konağına avdetinden sonra zehirlenmiş olarak vefat etmiş olduğunu bildiğim halde, iradenize itaaten yine gelirdim. Fakat rahatsızlığım buna mâni teşkil etmektedir. Bu sebebdende kusurumun affını niyaz eylerim, Şevketmeâb Efendimiz.
Fuad
Suitan 2. Abdülhamid hân; Fuad Paşanın bu özür dileyen telgrafını yeterli görüp, sükunetle karşıladı ve bağlan tama-men koparmayı, gerginliğin vardığı safha yüzünden doğru bulmuyordu.
Fuad Paşanın İstanbul Cihetine Geçişi
Fuad Paşa; hakkında yapılan çeşitli jurnal ve tezvirlerin diğer bir kaynağının o dönemler de bir hayli tenha yerlerden oian Feneryolu semtinin umumun gözünden uzak olmasının dolayısıyla hakkında söylenebileceklere müsaid olduğu istikametinde bir kanaat hasıl etti kendisinde. Maiyeti ile ev ahalisinin kalabalıklığı da mutlak surette büyük bir köşk veya konakların tercihinde bulunmuş ve aranacak ikametgâhın vasıflarını belirleyip tarif etmişti. Çok geçmeden de Şehzâde-bası İnzibat Karakolu yanında isteğe matlub bir konak bulunmuştu. Hemen bu konak kiralandı. Ne varki bu konak sabıkalıydı daha önce avrupaya firar eden Damad Mahmud Celâleddin Paşaya aiddi. Fuad Paşa böyle bir konağı tutmanın getireceği mahzuru hiç amma hiç aklına bile getirmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder