13 Haziran 2011 Pazartesi

SULTAN 2.ABDÜLHAMİD HÂN-5-

Mukaddime


Oniki yaşında Kırım muharebesinde (1854) pederinin re­fakatinde bulunarak Gazilik ürvanını ve diğer mübareze meydanlarında bir çok yararlıklar gösterek Rusya mes'ele-sinde vatanın muhafazası için rütbe-i şehadeti ihraz eden, Mirliva peder-i azizim Feyzullah Paşanın nâmının yâdına, ha­tırlanmasına vesile olur halisane düşüncesiyle bu nâçiz hatı­ratı, büyük ve şanlı ordumuzun fedakâr ve mücahid-i hürri­yet (hürriyet mücahidi) kahra-man kumandanı ve zabitleri­ne, fedai bir asker kardeşlerinin yadigârı olarak acizane itha­fa cesaret ediyorum.
mahdumu(oğlu)
Boğaziçi Yeniköy Posta ve Telgraf Müdürü
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM İnnallah eştera minel'mü'minîyne enfüsehüm ve emvale-hüm bienn'e lehümülcen ete yükalilûne fiy sebiylHlahi feyak-tülûne ve yuktelûne "ağden ğaleybi hakkan fiyttevrati vel'in-ciylî velkur'ani vemen evfa biğahdihİ minallâhi festebşirû bi-beyğı kümülleziy bayağtüm bini ve zâlike hüvelfevzül ğazıy-mü (Tevbe suresi 111)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Ve lâ tekûlû limen yukteîü fiy sebilillahi emvatün bel ah-yaün ve lâkin  iâteşurune (Surei Bakara 154)

Dini Vatanı Ve Milleti Uğrunda İfnayı Vucüd Eden Gayet Şecî Bir Şehidin  Mühtasar-I Târihçe-Hayatıdır


1270/1853 senesinde Kırım savaşında İspartanın eşrafın­dan Hacı Ateş adıyla nâm Salmış dilâver, sipahi askerine serdar yâni kumandan tâyin olunarak, Giridli Mehmed Paşa­nın kafilesini muharebeye sevk etdiği sırada 12 yaşında bu­lunan mahdumu (oğlu) Feyzullah, babasının yanından bir dakika bile uzaklaşdırılamamış, Sivas topol'da, Silistre'ye bir' saat mesafede Aydemir Köyü'nün üst tarafında meydana ge­len bir muharebede sipahilerin serdarı bulunan pederi, Hacı Ateş'in rütb^i şehadeti ihraz eylemesini müteakip Rus Ka­zaklarının kancalı mızraklarından Avn-i Hakla kurtularak or­du karargâhına ilticaya muvaffak olmuştu. Bosna'daki bir bahadırın    her zaman için vatan uğrunda canını vermekten çekinmeyeceğini defaatle gözleriyle görmüş bulunan Seras­ker merhum Rıza Paşa; vatanperver Feyzullah'ı cephe safın­da parlayan nûr-u zadegan istidad-ı fıtriyyesinin parlaklığını keşfederek o günden sonra Bursa'ya tahsile göndermiş Bur­sa rüşdiye ve idadisini bitirip, 1276/1859'da   mektebi harbi-yei şahaneye girmiştir. Feyzullah girmiş olduğu bu mekteb-de,   şehidzâde  ve   Gazi   namı   ile   şöhret  bulmuştur. 1280/1863'de göz ağrıları münasebetiyle buradan müazim rütbesiyle çıkmıştır. Eğer göz ağrıları olmasaydı erkân-ı harb yâni kurmay subay olarak mezun olması muhakkak idi.
Piyade teğmenliğiyle orduya katılmış ve lityakat-ı askeriy-yesi ve besaleti sayesinde çok kısa zaman içinde mirlivalığa yükselmiştir. Bu başarıyı Osmanlı ordusunda daha bir çok kişide gösterbilme fırsatı bulmuştur. Çünkü Osmanlı ordusunda liyakat her şeyden önce gözönüne alman bir ölçüydü. Feyzullah Paşa Mirat-i Mekteb-i Harbiye adlı eserin 344. sa-hifesinde adı çok takdir edici bir lisanla yâd edilen İspartah Gazi Feyzullah Efendi mektebden subaylıkla çıktığı zaman, merhum Nafiz Paşa maiyetinde bulunarak Kanun Zabitliğini ihdas etmiş ve 12/haziran/1283/1866 senesinde terfi etmek suretiyle Girid'e gitmiştir ki ( Kandiye'de Feyzi İlâhiyye adıy­la inşa eylediği kaleler hâlâ mevcud ve ortadadır) isyancıları takibe bu işe tahsis olunmuş taburlarla vazifelendiği sırada eşkiya başını ele geçirme muvaffakiyetine erişince hükümet-den hem terfii hemde hediye ile taltif edilmişti.
Çetebaşının derdest edilmesiyle Girid karışıklıklarına şim­dilik nihayet verilmiş olmasının arkasından 1286/1869 nisa­nında Vali Halid Paşa ve dört tabur Osmanlı askeri ile Trab-lusgarb'e azimet ederek, orada da devam eden pek ateşli karışıklıkların teskini işinde görülen fevkalâde hizmetleri tek­rar İstanbul'un takdirlerine ve bir rütbe daha mükafaten terfi-ine 12/aralık/1286/1870'e rastlayan ramazan-ı şerif bayramı gecesi İstanbul'dan hareket eden birkaç taburla birlikte Yemen'e varmak üzere yola çıkmış ve orada da bir çok ve pek kanlı savaşlara iştirak etmiştir. Muhtelif mevkiilerde ve harp esnasında cephane ve suyun azlığı hasebiylede bir kaç defa mahv olmak tehlikelerinden kurtarılarak (Yemen Târihine Bir Nazar) Müşir Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin maiyet­lerinde Yemen'in bütün zorluklarına göğüs gererek 10/ni-san/1287/1870'de Rüyde adlı kaleyi fethettiği gibi bu kabile­nin müfsid reisinin kuyudunu silmeğe muvaffak olmuş bir arslan idi.
1289/1872'de takdire şayan olarak beşinci orduya bağlı 3. nizamiye alayına kaymakam (yarbay) nasbedildiğinden, Yemen'den dönmüş bahse konu beşinci ordunun dahilinde bulunan Trablusşam mevkii kumandanı bulunduğu sırada Lazkiye civarında Dürzilerle, ahalinin meydana getirdiği kav­ga ve çarpışmayı başarılı tedbirle ortadan kaldırmayı başar­mıştır. Kaymakam Feyzullah Efendi evinde hiç bir vakit ra­hat oturup yatmağa alışamamıştır. Bir cengâver davranışı içinde olduğundan, Bosna-Hersek ve Rus vak'alanmn çık­masıyla beraber derhal bu savaşa alınmasını defaatie istir­ham etmiştir. Orduda zâten üstün hizmet vasıflan ile sık sık mükâfata nail olduğunu bildiğinden 2/haziran/1292/1875 senesinde bu cepheye bakan ordunun 1. nizamiye alayına miralay tayin olunarak 14/temmuz/1292/l 875'de Sırbis­tan'a gönderilmiştir. 9/ağustos/1292/l 875'de Aieksinaç'a hareket etmiştir. Burada ağustos ayı içinde vukubulan savaş­lar esnasında sağ koluna gülle parçası isabet ettiğinden Ku­mandan müşir Ahmed Eyyüb Paşa merhum, tedavisi için Dersaadet'e dönmesini tavsiye etmesine rağmen (beni millet ancak bu gün için besledi ve benden bu gün için hizmet bek­liyor) yolunda son derece mert ve vatanperverce cevaplarla oradan ayrılmağa yanaşmadı. Ayaküstü tedavi ve kolu boy­nunda asılı olarak savaşlara iştirak etmiştir.  17/teşrin-i ev­vel/1292 yâni;  17/ekim/1875'de pazar günü Kızıltepe'nin fethini görmesi müyesser olmuştur.

Albay Feyzullah - Paşa Ölüyor


20/kasım/1292/1875'4e, Aleksinaç'dan hareketle Niş (Sofya) ve Rusçuk istikametinde Şumnu'ya gelebilmiş ve sa­vaşlarda gösterdiği yüksek cesaret, delicesine hizmetlerine mükafat olarak Müşir Ahmed Eyyüb Raşa, tarafından gaye! takdir edici bir telgrafla padişah Sultan Hamid'e yapılan arz üzerine ve bu hususda istirhamı değerlendiren Sultan Hamid 26/ocak/1292/1876'da Feyzullah Albay'ın uhdesine mirlivalik verilmiş ve Tuna cihetine vazifelendirilerek Ferik Aziz Pa­şa refakatine tâyin olunmuştur. O sırada Hezargrad yönünde düşman askerinin görüldüğü haber alınınca lâzım gelen keşif yapılmak üzere pek az miktarda piyade ve bir.bölükde süvari ve de yarım batarya top ve topçuyu yanına alarak bahse ko­nu yöne doğru yürüyüşe geçilmiştir. Ama hemen kuvvetli bir düşman ordusunun ilerlediği görülmüştür.

Şehadet Ve İhanet


Bu kuvvetli düşman karşısında hemen muharebeye gir­mektense, askeri bir ifâde olan kademe nizamında   ricat et­meli ve siper sayılacak bir arazide mevzilenerek, oradan umumî karargâha durumu bildiren haberci gönderelim. Ora­dan gelecek imdad kuvvetiyle birleştikten sonra savaşa tutu-şulmasmı bunun uygun bir tedbir olacağını Aziz Paşaya ifade eden Mirliva Feyzullah Paşa, bu kumandanın hiddetlenip kendisine şöyle cevap vermesine muhatap oldu: "...Sen kor­kuyor isen geri dönebilirsin!" Bu cevâbı hakketmediğini bil­menin takdiri içinde olan Gazi Feyzullah Paşa'da cevaben: "Değil benim gibi oniki yaşında gözü muharebe meydanla­rında açılmış; mektebden çıkar çıkmaz bir saat bile rahat oturub sıcak çorba içmeyerek her an ömrünü muharebeler­de geçirmiş; bir şehid evlâdı, hatta nâz ve nimetle büyümüş bir asker  bile hiç bir zaman muharebeden geri dönmek arı­nı irtikâb etmez" dedikten sonra ancak bir çok eksikler ol­duğu halde böyle bir keşif İçin çıkarılan kısıtlı bir kuvvetin, kalabalık hayli teçhizatli ve mükemmel talimli bir düşmanla savaşa tutuşması, savaş kaidelerine pek muhalif olduğu gibi herhalde felâket dolu bir neticeye varacağını ifade ederek savaşılmcmasını kabullendirmeğe çalışmışsa öö, bir türlü ik-nâya muvaffak olamamıştır.
Sonunda verilen marş ileri! Kumandasiyla saldırıya geçil-mişse de daha ilk ateş salvosunda Ferik (korgeneral) Aziz paşa isabet alarak şehid oldu. Pederim Feyzullah Paşa (bu dünlerde süvari korgenerali olan Hakkı Paşa hazretleri) ki o zamanlar binbaşı rütbesindeydi ve bir kaç zabit yaralanmış, diğer subaylar ve erler tamamı denilecek kadarı şehadet şer­betini nûş etdiler. Aziz Paşanın ikazları dinlemeyen ve üstelik ikazı yapanları cebanetle yâni korkaklıkla ithamı sonunda verdiği hücum emri hem kendini, hemde emrindeki askeri­mizi, zabitimizi ölümün kucağına atmaya sebeb olmuştu.
İkinci ateş salvosundan sonra düşmanın hücuma geçtiği görüldü,, Çok süratli adetâ bir şimşek hızıyla topların yanına gelen Feyzullah Paşa, kolundan ve bacağından yaralanmış ve yere düşmüştü. Düştüğü yerde kılınanı eline almış nefsi­ni müdafaya başarı ile uğraştığı sırada birde karnından yara almıştı. Eskiden beri kendisini askere sevdirmeyi, Hakka sevdirmek gibi sayan Feyzullah Paşa bu sevgi hâlesi uyan­dırmış olmanın karşılığını görmeye başlamıştı. Bir kaç fedai asker arkadaşları Feyzullah Paşayı sırtladıkları gibi Cenab-ı Hakk'm hıfz-ı emânı ile savaş alanından uzaklaştırmakla kal­mamışlar, fırkanın karargâhına da ulaştırmışlardı. (O sıralar­da Varna cihetlerinde Mısır Askerine kumanda eden zât Mı­sırlı Reşid Paşa idi zannediyorum) pederimin duçar olduğu vaziyete pek çok üzülmüş ve bu hâle düşüren Aziz Paşanın tedbirsizliğine de teessüf ederek Feyzullah Paşaya büyük bir lütufkârlık göstererek, ihtimam içinde, sarsmadan Varna' ya kadar götürülmesini orada gemiye konarak gönderilmesi hakkındaki gösterdiği kolaylıkları sağlaması ailemizin her an duyacağı şükrana sebeb olmuştur.
Feyzullah Paşa ile o hengâmede binbaşı olan şimdinin sü­vari korgenerali olan Gazi Hakkı Paşa ve iki binbaşı daha yarali olarak böylece İstanbul'a avdetlerinde, pederim padişah Sultan Abdülhamid Hân'ın iradei seniyyesiyle Haydarpaşa Hastanesinde tedavi altına alınmıştır. Bu hastanenin doktor­larından Dr. Volkoviç tedavisine memur edilmişti. Bu doktor Volkoviç 1289/1872'de kaymakam (yarbay) olup, Beyrut hastanesi baştabibliğinde bulunmuştu. Rusya savaşı esna­sında Haydarpaşa hastanesinde operatör sıfatıyla bulunuyor­du. Pederim her nekadar üç yerinden yaralı idiysede   Silistre muharebesinde şehid düşen babasının intikamını henüz ala­mamış olmanın verdiği teessürle: "..Doktor rica ederim şu benim yaralarımın bir an evvel çaresine bak ki savaş bit­mezden evvel oraya gidip şunlara biraz daha sopa atayım!" Diyordu. Bu söz asla doktorun hoşuna gitmemiş olmalı ki, bir hafta sonra koluda kesilmek üzere, ayağının kesilmesine karar verdi. Ameliyat neticesinde vefat ederse mesuliyeti kendisine aid olmak üzere (Feyzullah Paşaya) bu hususda bir de senet vererek, Saray-ı hümayunu da te'min ederek, ameliyatı yaptı. Ne kadar teessüf edilse azdır ki böyle ağır bir ameliyatı yapan doktorun yâni doktor Volkoviç'in o gece­yi hastanede geçirmesi iktiza ederken o Beyoğlundaki evin­de istirahate çekilirken hastanede başka şeyler oluyordu.
Doktor Vulkoviç ayağı kestiği yeri kasden güzelce bağla­madığından kan kaybı haddinden fazla olmuş ve ameliyatın bu noksanlığı, Feyzullah Paşanın sıhhî durumunu takibe va­zifeli heyet tarafından da itiraf olunmuştu. Böyle mühim ve mesuliyeti üzerine alınmış bir ameliyat gecesi doktorun has­tanede bulunmayarak evinde olması, diğer vazifeli sağlıkçı­ların kanı dindirememeleri yüzünden hayli kan zâyiine yâni bir çok kanın akıp gitmesine engel olunamaması şehid-i mağfurun, pek çok zayıf düşdüğü o zamanda: "Ağlamayınız! Ben zâten aziz vatanım ve sevgili milletim uğrunda vücudu iki dirhem kurşundan esirgememesine gece-gündüz Ce-nab-ı Hakk'a dua etdiğim ailemizin her bir ferdinin bildiği ve malumu olduğu hususattandır. Sizi mukaddes vatanımın aquş-u şefkatine (yâni müşfik kucağına) mület-i necibe-i Osmâniyemizin sonsuz şefkatine ve asker kardeşlerimin muavenet-i merdanelerine (yâni merdçe yapacakları yar­dımlara) terk ederek asla gözüm arkada kalmayacağı gibi, Girid, Yemen ve Şark (Doğu) târihlerinde de nâmım yazıla­cağı gibi vatan fedaisi olan bir asker içinde bundan büyük bir şeref ve iftihar olamaz." Dediğine Cenâb-i Hakk' şahid-i âdildir. Bu bakımdan delicesine, büyük bir cesaretle din ve devlet, vatan ve millet uğrunda vücudunun yok olmasına gö­nüllü koşmakla kahramanca vasıfları üzerinde toplayan Gazi Feyzullah Paşa bu dağdağai hayatı terk eyledi. Gencecik varlığından daha çok istifade edilebilecek bir zamanda r.!294/m.l878 senesinde otuzyedi yaşında olduğu halde ruh-u azizi cennet bağçelerine uçdu.
Dedem Hacı Ateş ve Pederim Gazi Feyzullah Paşa mağfu­ru Cenâb-ı Râbbi Mennânın gufranı içinde garik-i rahmetle yattıkça bilcümle asker kardeşleriyle bu millet-i necibey-i Osmaniyeye ömrü tavil (uzun ömür) ve her bir işinde tevfik-ı ihsan buyursun. Amin. "Gazi Feyzullah Paşanın kabri Hay­darpaşa'da büyük kabristanda Viran Sebil civarındadır.

Hüvelbakı


İkinci ordunun fedaisi vatan kurbanı hazret paşa ki
Şemşiri kazayı mübrem idi farkı adaya
Aduvu tire rûz olsa acibmi rusiye
Cümle ki çok yüzler ağartmıştı girüb meydân-ı gavgaya
Olup mecruh-u harb içre nihayet kestiler pâyin
Ayakdan düşdü emasir idin çok kat'a etdi paye Nasıl Hakk' destgir etmez âna Şah-ı Şehidâm

Hatime


Doktor Volkoviç'de ihanetinin meydana çmacağını anla­yınca hemen terk-i hizmet ederek Bulgaristana firar eyledi. Vulkoviç'in başında limon büyüklüğünde bir ur vardı. Fes giydiğinde pek belli olmuyordu. Her ne suretle elde ettiyse Dersaadet kapikethüdalığı ile geldiği vakit başına şapkanın güzelce yerleşmesi için bahse konu uru çıkarttırmış artık kasket giymiş olarak, diplomasi yoluyla yapmadığı hezeyan­lar, çevirmediği fırıldaklar kalmamış; önce nimetiyle perver-de olduğu ve sayesinde miralay rütbesine kadar irtika (yâni yükselme) ettiği bu miflet-i necibe-i Osmaniyemizin başına bir belâyı muazzam kesilmiş idi.
Bundan takriben on sene önce bir gün klübe giderken Be"-yoğlu caddesinde gündüzün mintarafillah (Allahın emriyle) bir Bulgar tarafından karnına saplanan bıçağı kendi eli ile çı­kartmağa çalışırken öldüğü gazetelerde okunmuş idi. Böyle­ce bu müfsidin varlığından Cenâb-ı Mevlâmız bu aziz vatanı ve muazzez devlet-i Osmaniyemizi kurtarırken, Şehid ve Ga­zi pederim Feyzullah Paşanın intikamını aldı ve de böylece adalet-i ilâhi yerini buldu. Kan kaybından gitmek nasılmış o da görmüş oldu. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri dâima AZİZ ZCI İNTİKAMDIR.

Balkanlar'da Bir Bomba! Makedonya!


Yılmaz öztuna Bey,değerli eserinde Makedonya bir milli­yetler mozaiki idi, der. Yan nüfusu müslümanlar teşkil eder­ken diğer yan sayıyıda gayrimüslimlerden müteşekkil toplu­luk meydana getirmekteydi. Makedonya, yüzbin kilometre kareye varan verimli arazide yaşayanların umumi nüfusu dört milyon kişiyi bulmakla beraber, bunların bir milyonunu teşkil eden Bulgarlar ve Makedonlan, Yunanlılar onları" da Sırplar takip ederken bir miktarda ülah'da denilen Romenler bu topraklarda İslâm koruması, Osmanlı idaresi altında fehir fahur bir hayat sürdürmekteydiler.
Tâaki 21/Eylül/1902'de başlayan Makedonya Bulgaria-rınn ihtilâli zorda olsa askeri birliklerimiz tarafından bastırılır­ken, hareketin de kolay geçmediğini hatırlatalım. Huzurun bozulmaması için kıyama katılma- yan Bulgarları da zorla­makta gerekirse fecii suretde öldürüyorlardı. Genç bir müla­zım olarak Makedonya dağlarında askerliğini yapmış bulu­nan Gönen'in değerli evlâdı Ömer Seyfettin buralarda müşa­hede ettiği tedhiş hareketlerinden esinlenerek meşhur Bom­ba adlı hikâyesini kaleme almıştır.
Sultan Abdülhamid Hân; Hristiyan âleminin Osmanlı dev­leti ve onun geleceği hakkındaki samimi plânlarını bildiğin­den yüzlerine mültefit davransada hiç bir zaman itimat et-rnez, her şeyin tedbirini almaya çalışırdı. Nitekim; Makedon­ya meselesi kendini gösterirken, padişahda, tedbirlerini al­maya başlamış derhal <Vilâyat-ı Selâse umûm Müfettiş!iği> nâmıyla üç vilayetin genel müfettişi mânasına gelen bir ma-kam ihdas etmişti. Bu makamı da ileride sadrıazamda ola­cak olan Hüseyin. Hilmi Paşa'yı getirmişti. Selanik, Manastır ve Kosova.Valileri, bu zâtın vereceği talimatlarla idareyi sür­düreceklerdi.
Hüseyin Hilmi Paşanın hakkında günümüze kadar yazılmış müstakil bir kitap olmadığını tesbit etmiş bulunuyorum. Bu­nun ne mânası olabilir? Sorusu akla gelirse ilkönce ne de­mek lazımsa onu söyleyelim; can dostu olmamış. Kültür ce­miyetlerinde, matbuat âleminde kendine arkadaşlar edinme­miş, klasik bir devlet memuru etrafına fazla açılmamış devlet adamı olduğundan medhini yapacak bir vâris bırakamadığı mânaları istinbat edilebilir. Abdülhamid Hân'ın Müfettiş-i Umûmi yaptığı H.Hilmi Paşa hakkında bakınız; İttihad ü Te­rakki cemiyetinin muhaliflerinden olup, Mısır'a kaçan sada­ret şifre kalemi hulefasindan Selahaddin bey; "Bildiklerim" . adıyla 1918 yılında Kahire'de tab et tîrdiği kitabında ne de­mektedir: "Kâmil Paşa kabinesinde dahiliye nazırı olarak bu­lunan Hüseyin Hilmi Paşa ise, ne sebebten.se bu hâin serseri­leri (ittihatçıları) serfürû (baştacı etmek) ve ınkıyaddan (on­lara uymakdan) kendini bir türlü alamamış ue mevkii sadeı-rete ibadı uâdi'ne inzimam eden hırs-ı câh ile gözlerine âmâ tarl olup, halû istikbâl-i devlet ue milleti feramuş (unut­mak) ederek bu hazele ile mean kabinenin sükûtuna var kuvvet-i bazu ya verüb çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâli felâket ve inkısâme maruz kalmasına,müşarünileyhin (Hüseyin Hilmi Paşa) bu vech hareketi sebebi yegânedir." Demektedir. Selahaddin Bey koskoca Yıldız sarayının kitabe­tinde şifre kalemi memurininden olduğundan ve asrın en kıy­metli hükümdarını bilgilendiren, imlâsıyla günümüz insanının melül melül bakacağı yukarıdaki satırları karalamıştır.
Biz; tırnak içindeki ifadesinde Salahaddin bey'in ne demek istediğini okurlarımıza sadeleştirerek vermeye gayret edelim. "Kâmil Paşanın kurmuş olduğu hükümette içişleri bakanı olarak vazife almış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ne sebebten-se ittihatçıları başına taç yapmış, onların her söylediğine uy­mak gereğini hissetmiş, kendisini sadaret makamına yâni başbakan yapmaya dâir yapılan gizli vaad, hırsını arttırmış ve gözü başka şey görmez olmuştur. Kabinenin yıkılmasını temin edecek gayretlere giriştiğini tabiatı ile bunun sonucun­da ne milletin hâlini, ne geleceğini düşünmemiş ve sonunda uğradığı mız felâket ve bölünmenin müsebbibi Hüseyin Hilmi Paşanın, bu tarzdaki davranışları tek sebebdir." demek iste­miş oluyor
Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Midilli Mutasarrıflığı ile sürgünde bulunan Nâmık Kemâl Bey'in yanında pek genç yaşda bu­lunduğu edebiyat ve görüşlerinden çok istifade ettiği ayıca Nâmık Kemâl Bey'e büyük muhabbeti bilinmektedir.
Hüseyin Hilmi müfettişlik görevine atandığından kırkdört gün sonrada makam-ı sadarete de Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa getirilmişti. Ferid Paşa babıâlî'de teşkil edilen Rumeli Vilayetleri İslahat komisyonu riyasetinde bulunmaktaydı bu sebeble Rumeli'de olan bitene hayli vukufiyeti vardı. Make-donya'daki kıyam bir müddet sonra alınan tedbirlerle sona erir gibi oldu. 2/Ağustos/1903'de Bulgarlar, yeniden ihtilâl kıvılcımını üfle diler ve özellikle Manastır civarında te'siri ve kan deryasına çevirdikleri sokaklarda kendi dindaş ve soy­daşlarını öldürmekten çekinmiyorlar bu da bizim genç su­baylarımıza yeni düşünce ufukları açıyor, düşünce dünyasını başka bir pencereden mütalaa eden bu genç zabitler, itikadi-yatlannın süzgecinden bu fikir ve davranışları geçirmedikle­rinden, savaştıkları, öldürüp, yaralamak veya tevkif etmek zorunda kaldığı düşmanlarının fikriyatına hayran oimak gibi bir açmaza düşüp, bizim buralarda ne işimiz var diye yanlış, yanlış olduğu kadar da zararlı bir düşüncenin zebunu olup, ırkçılık tuzağına düşmeye başladılar. Bulgarların, bağımsızlık elde etme mücadelelerini, kendi ellerinden çıkmak demek olduğunu, orada Bulgarların miktarından çok daha fazla müslüman ve diğer ırklara mensup insanlar olduğunu hesa­ba katmıyarak Makedonya'dan olumsuz etkilendiler,
Hiç düşünmediler ki, Makedonya Rus, İngiliz, Fransız, Al­manya daha doğrusu haçlı dünyasının kendilerine oyuncak ettikleri bir topluluktur. O hengamede Almanya bizim tarafı­mıza yakın davranıyordu. Hâlbuki o donem zabitlerinden biri olan Binbaşı Mehmed Şefik Bey ise, kafa patlatıyor Osmanlı devleti üzerinde hristiyan dünyasının plân ve programlan karşısında bizim ne yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyor­du. Bu hususda da devlet-i âliyenin devamının nasıl kabil olabileceğine dâir çözümler üretmeye koyulurken, bizim Ma­kedonya topraklarındaki genç zabitlerimiz fikri bir asimilas­yona uğruyor idi. Bu o kadar mühim bir hadise olarak Sultan Hamid mekteplerinin mezunu subaylarının fikri çeliniyordu, çünkü tahsil esnasında verilen örnekler daha ziyade avrupa târihine ait oluyor, nezaket, nezafet, feragat, şecaat ile ilgili hususlar, bilhassa ecnebi muallim ler ve ırkçı düşüncelere sahip hoca'lar tarafından zabitlerimiz, asakir-i islâm ifade ve anlayışından uzak yetişiyorlardı. Bir bakıma Fravun, hasmı Musa (A.S)'ı nasıl sarayında yeti ştiriyorken, Abdülhamid Hân'da kendisini alaaşağı edecekleri kuş sütüyle besliyordu, icabında Hatay'da 35 ay maaş gönderemediği jandarma bir­liğini idare-i maslahat ediniz beyanıyla oyalayarak. Şimdi bu çalışmamıza yukarıda bahsettiğimiz gibi bir risaleyi Os-manlıcadan latinize edip, tetkikinize sunuyor ve diyorumki, Makedonları haklı görenmi yoksa binbaşı Mehmed Şefik Bey'mi daha isabetli bakıyor, buna emin olmak için Beka-i Osmaniye adlı risaleyi buraya alıyorum:

Beka-İ Osmaniyye Mütalaası


Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risalesinde Anadolu kıta­sının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğü­nü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rus­ya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstes­na bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıta­larının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldırı hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-İ müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Os­manlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demek­tir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupa-yi Osmani ve Asya-i Osmaniye' nin ve iki bü­yük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak mü­nasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berr'en ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuv­vetli) bir hasmın taarruz-u cıddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen ha!-i muhasarada kalmağa salih (uygun bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet de­mek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine icra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sektei dimağa uğramış bir malûl vücuda benzeyecekdir. Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan
istanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i fe­lâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâ­ima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (ge­cen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve me-malik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkedeki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, düvel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; muhtasaran beyan olunduğu üzere, hü- kümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-: coğrafiye itibarıyla emin bir istinadgâha mâlik değildir. -....
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirini?
Memâlik-i Osrnaniyye son asırda avrupa büyük devletleri­nin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilirki şarkda ki niyeti siyasi ve iktisadi menfaat reka­betine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıi müm­kün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i müttefika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını ya­pabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faali­yetleri buna inzimamen Rusya'nın, Osmanlı devleti hakkın­daki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha planlarıyla olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Os­manlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.                                   '  

Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince


Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletle­rine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya  gerek şlimdi gerekse İs­tikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devletide aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaş­maları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avusturya ve Almanya'nında siyasi menfa­atlerine uygun geleceği tabiidir.. Ancak bunlarla yapılması ta­savvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devle­tinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve ida-rei dahiliyei intizamiyesini düzeltememesi ve avrupanın dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devlet­lerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hüküme­tin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor. Eğer
Özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâ-lib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini is­temek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve mu­hakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşeb­büs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin üs­tünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekline-vara­cağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen va­ziyete göre osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya İmkân göremiyor.

Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?


Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve te­vessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1)    Cezire't ül Arabin yâni Arabyarımadasının Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne da­yanak olacak sağlam bir şekle taşınması.
2)   Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli ve saadâ-tın muteber hanımlarıyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevl'ye akrabalık tesisi yapılması.
3)    İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hi­lafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:

Esbâb-I Mücibeler


1)   Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh ola­rak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir idareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yarımada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz   hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir ci­hangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da bannamamışlardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ede­rek, Çin hududundan, Fransa* hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşı­dıkları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan   Süveyş,
Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu ya­rımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçilmesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temi­ninin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız deviet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.

Mücadelesi


Bilindiği gibi Sultan Abdülhamid-i sâni hazretleri Sultan Abdülaziz hân'ın hâl'ini ki mahlu padişah amcası oluyordu ve de meşkûk ölümüne şâhid olmuş ve bundan üç ay sonra­da ağabeyi 5. Murad'ın rahatsızlığı münasebetiyle tahttan in-fisâlini yaşamıştı. Ağabeyinin yerine getirildiği Osmanlı tahtı­na kuûd ettiğinde uyması gereken şartlardan biri kanun-i esasiyi tesis, meşrutiyet sistemine geçişe olanca yardımıyla şitab etmekti. Ancak meşrutiyetin ilânı ve onun arkasından meclisin gayri milli ve gayri müslim mebusların dolduruşu yüzünden hasm-ı biamanımız Ruslarla çok kanlı geçen ve müthiş bir insan ve toprak kaybına sebeb olacak savaşdan mağlup çıktık.
Bu fecii bozgunun yaralarını sarmak dirayetli bir el, ülke­nin her tarafında olan bitenden haberdar olabilen merkezi bir idarenin yapacağı işdir kanaatına varan Sultan Hamid, mille­tine yayımladığı bir beyanatla ne işitirseniz, ne duyarsanız, devlete yâni bana bildirirseniz halledemeyeceğimiz hiç bir konu kalmaz mealinde ki bu açılımla millet ve padişah ara­sındaki ihdas olunan suni köprüleri kaldırmış, müslümanlar
li felerine her kötülük tasavvuratanı haber vermektelerdi. Gayri müslimler ise uğradıkları haksızlıkları bu açık davet karşısında korumasında oldukları padişaha bildirmekten ve tedbirlerin alınmasından, uygulamaların yapılmasından epeymemnundutar. Ne var ki zaman içinde bir takım jurnal­lere verilen bahşişler emelleri karanlık kişilerin bu müessese­yi istismar etme yoluna gitmeye başladılar. Gelen jurnaller çığ gibi büyümüş, padişahın bunları değerlendirmesi vaktinin çok büyük bir kısmını almaya başlamıştı.
Bu gün siyasi partiler nasılki iktidara geldiklerinde bir hay­li yüksek derecede memur ve hizmetliyi sağa sola savurup, yerlerine kendine yakın olanları görevlendiriyorsa, bu kadar vâsi olmamak şartıyla o dönemlerde de başvurulan bir yol­du. Buna inzimamen o devirde partilerin yerine misâl olarak söylenenler şöyle idi:
Said Paşalıîar, Mehmed Kâmil Paşahlar, yok Ferid Paşahlar diye guruplaşmaiar olduğu gibi, saray içinde padişaha yakın görev sahipleri dışarıdaki bu paşalardan kime sempati duyu­yorlarsa, veya bunların her hangi bir işini yerine getirir ise, ona yakınlık besler, adetâ onun adamı olarak padişah nez-dinde yapılacak bir hizmette gönül veya menfaat bağı olan ricali devlete yardımcı olurdu. Bunun tabii mefhumu muhalifi diğer bir ricalin işlerini engelemek, süründürmek, bir takım hafi bilgileri bağlı olduğu guruba yetiş tirmek olmaktaydı.
Zaman içinde Mithat Paşa ve onun izinde giden cöntürkle-r'n, Nâmık Kemâl'in, Ziya Paşaların, Şinasi'lerin çömezlerini tutan meşrutiyet taraftarlanda saraydan bağlı oldukları mis­yona ne kadar menfaat temin ederlerse inandıkları dâvaları-na kendilerini hizmet etmiş addederlerdi. Veliahd-şehzade her zaman padişahların alternatifi olarak telâkki olunduğun­dan o seviyede de, Sultan Murad'cı, Veliahd Reşad efendici,
OSMANLI TARİHİ
Abdülhamidci'likler alıp yürümüşdü. İşte bu kadar karışık bir ülke idaresinde en önemli unsurun kim ne yapıyor? Sorusu­nu bütünüyle olmasa bile bir haylisini çözebilen jurnal mües­sesesini aşabilen bir müessese mevcudmu? Günümüzde is­tihbarat için ayrılan zaman, mekân ve para boşunamı ki yi­nede kırsal alanda çoban'ın vereceği malumata geniş çapta ihtiyaç var. Pişmanlık kanunlarıyla örgütlerin içinden haber alma metodlarını kullanmamak olabilirimi? İşte günümüzde hissetiğimiz bütün ihtiyaçlar 2. Abdülhamid döneminde ken­disini daha da hissetirmekteydi. Yine yukarıda beyan ettiği­miz gibi, her güzel hareket bir çıkmaz sokağa taşıyanı bula­bilmiştir. Bu çıkmaz sokağa gidişi dönemi yaşamış bir mer­hum yazarın, Ziya Şâkir bey'in "Elli Yıl Önce Bizi İdare Eden­ler" adlı eserinden alıntılarla ve özetlemelerle sayfalarımızı süslemeyi düşündük.

Deli Fuad Paşa


Bu zât; Mısır'da 1835'de dünya'ya gelmiştir. Vefatı 1931 senesinde İstanbul'da vukubul muştur. Babası müşir Hasan Paşadır. Fuad Paşa ilk tahsilini Mısır'da, orta tahsilini İstan­bul'da tamamladıktan sonra Kahirede bulunan Osmanlı harb okuluna yazıldı. Burayı bitirdikten sonra Mısır Ordusunda va­zife aldı ve burada albay rütbesine kadar irtika etti. Bilahire İstanbul'a gelip Şûra-i Askeriyye'ye tâyin edildi. 1869'da yâni 34 yaşındayken, mirliva oldu. 1872 senesinde Arnavutlukta vede Kerkükte çıkan isyanların bastırılmasında büyük emeği geçtiğini görüyoruz. Balkanlarda Sırp ve Karadağ başkaldır­malarına savaş açılınca Karadağ üzerine yürüyenlerin başın­daydı. 1876/1877-1293 harbinde Tuna ordusunda korgene­ral rütbesiyle istihdam olundu. 2.Tümen kumandanı olarak Tırnova/İslimye arasında, Elena adı verilmiş mevkıide Rusrı başlarında ünlü kumandanları Şuvalof olduğu halde,  bü­yük bir bozguna uğrattı. Bu zaferde gösterdiği yüksek cesa­retin karşılığı olan Deli'lik lâkabı, adına eklenirkende, tâbiiki kadibine kadar hakkettiği Elena meydan muharebesi kahra-manlığıda birlikte anılırken Sultan Hamid'in gönderdiği mü­şirlik rütbesi de ilâve olununca kartviziti meydana getiren isim ve sıfatlar birleştiğinde şunlar okunmaktaydı: "Elena Kahramanı Çerkeş Müşir Deli Fuad Paşa" Bütün bunlara bir de yâver-i ekremlik inzimam olununca, boy ve bos bakımın­dan iki metre ve muntazam bir vücud, heybetli bir baş ve genç yaşta kırlaşmış sakalı ile nûrani bir yüz, herkese vekar-la fakat mütebessimane bakan gözleri, dostların içini ısıtır, düşmanlarının kanını iliğini dondurucu tesir yapardı. Bu koca Çerkeş, hem çok zengin, hem de eli pek açık sehavet denen hususun kendisinde bir başka yakışığı oluyordu. Paşa; Çatal­ca* cja hatları düşman aştığı takdirde şehri yâni İstanbul'u sa­vunma noktasında neler yapılabileceğini istişare eden ve bu istişarelerin gereği >e leri tahkime bizzat nezaret eden padi­şahın zarif bünyesi yanında ondan yedi yaş büyük Fuad Paşa dev yapısı İle manzaraya bir mehabet Kazandırıyordu. Ahali padişah ve Fuad Paşa'ya maşaallah çekmekteydi. Fuad Pa­şa' nin diğer bazı vasıflan yeri geldikçe anlatılacağından onu Istanbulun savunma hazırlık- larını yaptıkları kavşak nokta­larında padişahla birlikte bırakalım. Zâten alınan tedbirlerin kullanılmasına lüzum kalmadı, moskof Çatalca'yı aşmayıp, bir küçük gurupla Ayastefanos, yâni şimdiki Yeşilköye geldi. Orada sulh müzakereleri cereyan etti. Bu sulhun neticesinde perişanlığımız tescil edildi.

Gelelim Menfaatçi Guruba


Padişahın etrafında yer alan menfaatçiler güruhu, padişa­hın değer verdiği cidden değerli insanların gözden düşmesini sadece duayla istemek değil, çeşitli tezgâhlar kurarak ger­çekleştirmeye gayret gösterirdi. Padişah bunlarında kendisi­ne lâzım olduğu inancı içinde, yâni günümüzdeki derin dev­let malzemeleri gibi addettiğinden onlanda kıymetli değerli elemanlar olarak nitelemekle beraber bu işlerin çirkin işle: olduğunu tabüki; takdirden acizdi. Fakat âiet her zaman la­zım gelir deyip, bunları da memnun etme yolunu açık tutar­dı. Deli Fuad Paşa ise bu tip adamların hiç birini sevmez, on­lardan çekinmez mütalaalarına değer vermeyen bir zâtdı. Kalb kalbe karşıdır derler ya, o hesab! Bu güruh da, Deli Mü-şir'den hiç hoşlanmazlar, ne yapıp yaparlar bir takım jurnal­ler tertipleyip, Müşir Paşanın aleyhinde padişaha ulaştırırlar, bunlara inanmayan padişah "Dokunmayın benim Deli Müşi-rim'e"dedikten sonra jurnal sahibine harçlık verirdi. Sonra da bu jurnali alır da Fuad Paşa'ya gösterirdi. Bu tip adamlar hiç eksilmez, 1877'ile 1901'e kadar Fuad Paşa hakkında bir çok jurnalin tertiplenmesine rağmen: "yel kayadan ne alır misâli, melunlar, padişahla müşiri arasında münaferete muvaffak olamadılar.
Bir ara menfaatçiler güruhu çoğalmış, vehham padişahın bu zaafını arttıracak jurnallerla ortalıkta dolaşıp'beğenme­dikleri kimseleri perişan etmeye başlamışlardı. Bunlardan Reşid Paşa, İzzet Holo (Arab), Fehim Paşa, Ali Şâmil Pasa idiler ki, aralarında anlaştıkları bir tezgâhla sadr-ı esbak Mehmed Said Paşa ile Deli Müşir Fuad Paşa güya antİaşmış-lar padişahı tahttan indireceklermiş babında bir jurnal ihzar ederler. Bunların arasında; başhafiye olan Fehim Pasa cok
Karaktersiz, insafsız, ahlâksız, cani ruhlu bir kimseydi.  Nice ocaklar söndürmüş, ne hânumanların yerinde yeller estirmiş bir zâlimdi. Ayrıca haddini bilmez saygısız bir kimseydi. Bir ele en tehlikeli ve kendisini her işden sıyıran şu şekilde tarif ettiği bir tesbiti vardı: "Efendimizin hayatını korumak benim vazifem. Duyduğum, gördüğüm her şeyi zâtı şahanelerine ulaştırmak vazifelerimin başında gelir. Ne varki bütün bunları ispata mecbur değilim. Benim duyduğumu açıkladığımda ya evet ben böyle yapacağım diyen olabüirmi? Şu halde inkâr edenlere ben karışmam" şeklinde bir izah getirmekteydi.
Veliahd (Sultan) Reşad efendinin oğullarından Ziyaeddin ve Ömer Hilmi efendiler, binmiş oldukları fayton arabayla gezmeğe çıkmışlar, bir hayli dolaşmışlar ve dönüş yolu ola­rak da Nişantaşı üzerinden konaklarına avdet etmek üze.e Fehirn Paşanın evinin önün den geçerlerken, Fehimde hangi mülevves işi yapmaya gidecekse konağından çıkmak üze-reymiş, gelenleri gördüğünde bunların veliahd Reşad efendi­nin çocukları olduğunu hiç kaale almadan hatta tam aksine onlara üstünlük taslayacak tarzda önlerine çıkmış ve burası bana aid buradan geçemezsiniz ikazında bulunur. Efendiler bu saygısızlığa gücenseler de, arabacıya dön emrini verirler. Görüldüğü gibi veliahd'ın yetişmiş gençlerine bunu yapan bi­ri, devlet memurlarına, ahaliye, meşayihe kimbilir neler ya­par? Acaba; bu hâlin yâni cihet-İ askeriyyeden olan paşalar ile sivil görevlerden paşa rütbesine gelenlerin arasındaki bu elerin anlaşmazlık, sivil güruhun merdâne davranmamasın-danmı? Yoksa askerlerin disiplinlerinin farklı olmasındanmı-dır? Bunun cevabını apayrı bir soruşturmada bulmak kâbidir. Meselâ Arab İzzet Paşa (Holo), bu hususda bir hayli sıkıntılar ya şamış, bol keseden verilmiş sivil paşalardandır. Fuad Pa-şa'dan, 93 savaşının diğer bir efsane ismi Gazi Osman Paşa'dan bir hayli azar ve hakaret görmesine rağmen ve de as­keri şahıslara irade-i seniyye ancak asker-İ erkân-ı harpler tarafından tebliğ edilir denmesine rağmen îzzet Paşa, böyle bir tebliği yapmaktan pek zevk alıyordu anlaşılan. Hâttâ Gazi Osman Paşa; Osmanh-Yunan  1897 savaşında Çit kasrında toplanan askeri istişare heyetine yine bir irade-i seniyye teb-.   liğ etmeye kalkışan İzzet Paşa'nın kafasına iskemleyi atıver-miştİ. Canı bir hayli yanan Holo, padişaha işi götürmeme akıllılığını göstermişti.
Şimdi Fuad paşaya diş bileyenlerden biri olan Reşid Paşa pek çapkın biri idi. Ancak yakışıklı ve çok zengin, dünyada en iyi kılıç kullanan silahşörlerden biri olan Fuad Paşa' nın karşısında hep yenik düşüyordu. Reşid Paşanın göz diktiği bayanlar, son anda tercih lerini Fuad Paşa'da yapmalarının meydana getirdiği bir kıskanmamı idiî
Ali Şâmil Paşaya gelince bu adam gösterişe pek düşkün olmasına rağmen Deli Müşir' in katılmış olduğu toplantılarda bin mumluk ampulün yanında bir mum ışığı gibi kalıyordu ve onun yanında caka satamıyordu. Çerkeş Mehmed Pa-şa'ya gelince aynı kavimden olmalarına rağmen ona kızma­sının sebebi, kıskanması, ondan yılmış olmaktan kaynakla­nıyordu. Fehim Paşa ise; Deli Müşir Fuad Paşa'nın Feneryo-lu'ndaki muhteşem konağının parıldıyan ışıkları, her gece bitmez tükenmez davetliler, en mükemmel hanende ve sa­zendelerin katıldığı muazzam musiki âlemlerinin bu tertibçisi Fuad Paşa padişah'dan daha müreffeh ve şaşaalı bir hayat yaşıyordu vede bunun suyuda şahsi servetinden geliyordu. Mısır'daki çiftliklerinin gelirleri paşaya hakikaten maddî ba­kımdan krallar gibi hayat sürme imkânı bahşediyordu. Şimdi Fehim böyle bir kimseyi nasıl kıskanmasın di? Kendinde kudretin temsilciliği vehmeden birinin böyle bir farka taham­mülü kolaymıydı?
Bütün bunlara karşılık halkın her iki tarafdan adı geçenle­re yaklaşımına bir atfu nazar edelim: Ahali bu düşman kar­deşleri gördüğünde ya bir tarafa saklanıyor, ya da onların bulunduğu tarafa bakmamayı tercih etmekteydi. Buna karşı­lık Deli Müşir Fuad Paşa herhangi bir yerden geçtimi, tanı­yanlar koşar ve selâm vermeye bakarlar, tanımayanlar ise görmek için koşarlardı. O ise, bir baba tavrıyla selâmlar da­ğıtarak, güler yüz vede gülen gözleriyle insanların yürekleri­ne sevgi salarak varlığını hatırlatırdı. Fehim Paşa'yı bir gün Cuma Selamlığında kenara çeken Müşir Fuad Paşa, yaptık­ların yeter, artık hakkımda hergün urnal veriyorsun fena ya­parım diye tehdit etti.
Bu tehdit, Fehim'de tesirini gösterdi. Bir müddet geri çe­kildi. Fuad Paşanın karşısında aleyhde olup, tuzak kurmaya çalışan iki kişi meydanda kalmıştı. Bunların biri askeri savcı Reşid Paşa ile Üsküdar muhafızı Ali Şâmil Paşa idi. Ali Şâmil Paşa kurnazca davranıp, Üsküdar civarında ki çıkacak her hangi vakaya muntazırdı. Savcı Reşid Paşa ise yanına aldığı bazı sivil me murlar ile Fuad Paşa'nın köşkü civarına yana­şıyor Müşir'in sabrını taşıracak davranışlar gösteriyordu. Re­şid Paşa'nın korkak ve ödlek bir kişi olduğunu bilen Fuad Paşada nasıl oluyor, kime güveniyorda benim konağın üzeri-ne bu kadar düşebiliyor diye kafa patlatmaya başlamıştı ki, bir akşamüstü sıcağında Reşid Paşa bir paytona binmiş ol­duğu halde ve arkasındaki faytonda da üç sivil memur ge­çerlerken, her zamanki gibi Fuad Paşa konağın kapisındadır. Ve de geçmekte olan faytonun içinde, bir köşeye çekilmiş Reşid Paşa, ceketinin bütün düğmeleri açık şekilde ve Fuad Paşayı görmemezlikten gelmesi disiplin düşkünü müşirin tepeşini attırmaya yetti. Paytonu durdurup Paşayı köşke ça­ğırttı. Reşid Paşayı köşkte Koca müşir bir güzel dövdü. Arka­sından sordu: Artık doğrusunu söylersen sana başka bir şey yapmayacağım, serbest bırakacağım. Seni, beni takip etmek için kim vazifelendirdi? Cevab şöyleydi:
Zât-ı devletlinize çok büyük hürmetim vardır. Arab İzzet Paşa bunu istedi. Ali Şâmil Paşa ve Fehim Paşanın sizi taki­be aldığını işittim. Bunları söylerken; daha sonralar! babiâli baskınında öldürülen Harbiye Nâzın Nâzım Paşada hayretle Fuad Paşanın yanında geçen olaylara şâhid oluyordu.
Peki Arap İzzet ne talimatı verdi? Sorusuna cevap olarak, Fuad Paşa; siz kadıköy ve Üsküdar'da gizli bir cemiyyet ku-ruyormuşsunuz. Mensubiyetinizle şerefyâb olan bir çok zabiti Selimiye Kışlasına yerleştiriyormuşsunuz! Birliklerin başına size bağlı subayları yerleştirdikten sonra çıkaracağınız ihtilâl neticesinde de saltanatda değişikliğe gidecekmişsiniz. Oğul­larınız beyefendiler ise, avrupa'da yaşayan cön Türklerle ha­berleşme içinde olduğu gibi konağınızda musiki toplantıları altında yaptığınız tertibat, doğrudan gizli müzakerelermiş!
Reşid Paşa, sözlerini tamamladığında gerek Nâzım Paşa gerekse Müşir Fuad Paşa bu iftiraların ağırlığı ve atılan çirkeften utanmaktan kendilerini alamadılar. Çık dışarı demek zorunda kaldıkları Reşid Paşa ceketini eline alıp, binbir te­menna çakarak kendini dışarı atmak üzereyken, Fuad Paşa haykırdı:
-Nereye böyle ceketini giysene. uşakların önüne bu kılıkla utanmadan nasıl çıkacaksın?
Nâzım Paşa;  Reşid Paşanın çıkmasından sonra  bir hayli telâşla: "Aman Paşam. İşler fenalaşıyor. Acaba kim tarafından bir ifşaat vukubuldu? Sorusunu sordu. Fuad Paşa da bil­miyordu, ancak bütün düşmanlarının ittihat ettiğini hissedi­yor ve karşı tedbirler alması icâb ettiğinide düşünmeğe baş­ladı. Burada Nâzım Paşanın kullandığı ifşaat kelimesinin Kaynağımızın yazarı Ziya Şâkir merhumun kalemini rastgeie sallamasından ise, bir mâ-na ifade etmez fakat, Paşanın ağ­zından çıkmışsa, bazı hususatın aslı varmış mânasını ara­mak, beyhude bir gayret sayılmaz. Doğrusunu Allah (c.c) bi­lir.
Fuad Paşa'nın Feneryolunda'ki devlethanesinden kendisi­ni zor kurtaran müddeiumumi Reşid Paşanın yediği sopa kendisine bir rütbe daha kazandırmış, mirlivalıkdan ferikliğe irtika ettirildiği gibi cebine de beşyüz lira ihsân-ı şahane kon­ması bir taltif olarak düşünülse yanlış olmaz. Reşid Paşa bu ihsana nasıl nail olmuştu ki, bunun üzerinde durmak icâb eder. Reşid Paşa Feneryolundan çıktıktan sonra doğru mâ-beyn-i hümâyûna yâni saraya koşmuş, perişan hâlini İzzet Holo Paşaya arzetmişti. Bu cüreti işleyen Fuad Paşa' dan bir hayli ürken Arab İzzet Holo; hemen huzur-u padişahiye çıktı­ğı gibi, bire bin katarak, olmamışı varsayarak, bir senaryo arzetmiş ve padişahın lütfûnu, Reşid Paşa lehine olacak şe­kilde celbedeb'ılmişti.
Bunları ertesi günü haber alan Deli müşir; fesinin bastırdı­ğı gibi (fes bastırmak başa takıp çıkmak) saraya gidip, Sul­tan Hamid'in huzuruna çıkıp*, sadece attığı dayağı değil her şeyi sayıp döktü. Arkasından ilâve etti: "Şevketmeâb asker­likte rütbeler, nişanlar ya kanunen hak kazananlara veyahut da vatana fevkalâde hizmetler yapanlara verilir. Siz ise; ben­den dayak yiyen bir şahsı ferik yapıyorsunuz... Sizin arzunu­za müdehale kimsenin hakkı ve haddi değildir. Rütbei askeri­ye böyle verilirse benim müşirliğimin bir kıymeti kalmamıştır. Askerlikten istifa ediyorum, sâdece bir bendeniz olarak kalmak istiyorum.. Bana itimadınız yoksa Mısır'a gideyim. Oradaki İşlerim karma karışık bir durumda, bari onları bir ni­zâma sokayım. Acizane hizmetime ne zaman ihtiyacınız olursa fermanınıza koşarak gelirim!..
Sultan Hamid; Fuad Paşanın söylediklerini sonuna kadar hiç kesmeden ve sükunetle dinledikten sonra, mütebessimâ-ne "Sen, bir bilirsin.. Ben bin bilirim paşa... Hikmeti hükümet denen bir şey vardır. Ben şu köşede oturuyorum amma, iğ­nenin deliğinden de Hin distan'ı seyrediyorum. Deliliği bırak. Bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır. Ben seni dün, bu gün tanımıyorum istedikleri kadar jurnal versinler, bak ben ehemmiyet veriyormu- yum? Hadi git köşküne Rahat rahat otur. Şuna buna da uyma.."
Fuad Paşa padişahın huzurundan çıktıktan sonra soluğunu İzzet Paşa'nın odasında aldı. Oda da hafiyelerden Çerkez Mehmed Paşa, Celâleddin Paşa vardı. Odaya bir kasırga gibi giren Fuad Paşa'yı gören İzzet Paşa sandalyesinde donup kaldı. Çerkez Mehmed Paşa sessiz sadâsız odadan dışarı çık­tı. Müşir Paşa; Holo'ya: "Mel'un herif nedir senin bu yaptıkla­rın?" Masanın üzerinde duran divit takımını kaptığı gibi, Arab İzzet'in kafasına fırlattı, can yakması bir yana tepeden ayağa mürekkebe bulanmakda cabası oldu ve: "dövdüğüm herifi bana inat ferik yaptırıyorsun ha! Demek ki dayağım uğurlu geliyor. Dur seni de tepeleyeyim belki sen de sadnazam olursun!" Diye bağırırken İzzet Paşanın üstüne yürümeye de­vam ediyordu. Ahmed Celâleddin Paşa; Fuad Paşa'nın sev­diği kimselerden olduğundan teskin için araya girdi. İzzet Pa­şa bu arada odadan kaçıp, yandaki küçük kapıdan hemen padişahın huzuruna çıktı. Ve: "Bakınız efendimiz; Fuad Paşa,
Kulunuz beni ne hâle koydu!" Dedikten sonra huzurda ağla­maya başladı...
Anlatılanları dinleyen padişah, İzzet Paşaya: "Sen huzura böyle çıkmaya utanmıyormusun? Oh olsun yaptığınız işi yü­zünüze gözünüze bulaştırmayınız bir daha.." Dedikten sonra: -çık dışarı" emrini verir. İzzet Paşanın odasında bir koltuğa oturan Deli Fuad Paşa gür ve beyaz sakalı dört köşe olarak kesilmiş olmasıyla hayli mehabetli gösterişe sahibken, şim­di diken diken olan sakalının haliyle yüzüne bakanı korku­dan titretir durumdaydı. Yaktığı sigaradan bir tanede Ahmed Celâleddin Paşaya ikramdan sonra; "Paşa bu herif şimdi hu­zura çıkmış ve ağzına geleni uydurmuştur. Bak bakalım pa­dişahın bana bir iradeleri varmı?" ricasında bulundu. Celâ­leddin Paşa onbeş dakika sonra geldiği huzurdan Fuad Paşa­ya şunları söylemekteydi: "Efendimiz selâm buyuruyorlar. Deli'me söyle, İzzet'i huzurdan kovdum. Müsterih olsun. Ar­tık evine gitsin, rahat etsin" diye ferman buyurdular.
Ertesi gün Cuma selâmlığında Fuad Paşa mutad yerini al­dı bütün heybetiyle selâmlığa gelen padişahı hürmetle se­lâmladı. Sultan Hamid'de Deli'sini hafif bir gülümseme ile selâmladı. Acaba bu hâl Fuad Paşanın düşmanlarının kendisi hakkındaki menfi düşüncelerini ortadan kaldırmaya yeterli-miydi? Bakacağız!
Kaynağımız olan merhum Ziya Şâkir bey, fevkalâde Ab-dülhamid sever bir zât olmadığı halde, O'nun yaşadığı haya­tın zorluğunu çok iyi idrak etmiş bir kimsenin objektif bakı­şından hiç uzaklaşmamış, bence güzel bir vasıf olan, bir hu-susda memnuniyetsizliği ifâde ederken, failin temayüz eden hususatını ifâde etme adalet severliği, Ziya Şâkir Bey'de de Mevcud ki, şu beyanatı yapmaktan kendini alamamakta: Çünkü Yıldız Sarayının siyaseti şunu iktiza ederdi. Bu sarayda padişahın ne gayzine nede iltifatına hiçbir güven olma­dığını bilirdi. Sultan Hamid'in zaaf derecesinde bir merhameti vardı. Bazı hadiseler ve şahıslar müstesna olmak üzere bu adam kimseye karşı büyük bir kin taşıyamazdı. Aynı zaman­da mebzulen (bol) iltifatlarına garkettiği bir adama karşı da tam manasıyla muhabbet ve teveccüh beslediği iddia oluna­mazdı."
İşte bu tahlilde isabet Deli Müşir içinde geçerli idi. Çünkü; Sultan Hamid, dâima hüsn-ü zân fakat âdem-i itimad mese­lesine önem vermiş bir hanedanın evlâdıydı. Kim olursa ol­sun bu kaideden hâriç kalamazdı. Malumu veçhile padişah; Şeyh ve aynı zamanda kendi Şeyhi olan Zafir Efendi'yi dahi takip ettirmekte, bir muafiyet tanımamıştır. Zafir Efendi hak­kında gelen jurnâlleride okurdu. Deli Fuad Paşa gibi, kudretli bir şahsiyetin şansı da ençok şeyh efendi kadar olabilirdi! Ni­tekim de öyle olmuştur. Çünkü menfaat gurubu, bu zâtın dostluğunun Abdülhamid hân nezdinde derin olduğunu bildi­ğinden, kopartmayı menfaatlerine uygun gördüklerinde fitne dokumaya devama azami gayret sarfına giriştiler.
Padişah'ın; huzurundan def ettiği İzzet Paşa, yüzsüzlüğü­nün ve intikamcıhğın sevkı ile padişahın yanına çıkacak çâ­releri bir yandan araştırırken, öte taraftanda Fehim Paşa'yı odasına davet etmiş, Fuad Paşa'ya kurulacak tuzakları ve tezgâhları kararlaştırma konuşmalarına girişmişlerdi. CJzun bir mükâleme sonunda dört maddelik bir plân tesbit ettiler
a)  Maksad-ı asli padişaha hizmetten başka bir şey değildir.
b)  Fuad Paşa,Fehim Paşa tarafından şiddetle takip edile­cek. Jurnaller padişaha verilecek   ve bunların muhteviyatı hakkında, İzzet Paşa da haberdar edilecek.
c)  İzzet Paşa da; Fehim Paşa'ya bazı jurnal mevzuları ve­recek. Fehim Paşa'da bunları aynen hünkâra takdim edecek.
d)  İzzet Paşa bu işe iştiraki münasebetiyle Fehim Paşa'ya peşinen bin lira verdiği gibi, her ay beşyüz lira ödemeyi üze­rine aldığını kabul ediyordu, (bin lira bugünün parasıyla; 130 milyar TL. eder)
İşte padişahın en yakınları ve çalışma arkadaşları olan kimselerin husule getirdikleri bu antlaşma evvelâ padişahın aleyhindedir çünkü kadim, güçlü ve samimi bir dosttan ayrıl­masını temine matuf çirkin ve müslümanlığa yakışmaz bir husustu. İzzet Paşa antlaşmanın son maddesindeki bin liralık peşin ödemeyi yapmak için yazıhanesinin gözünü açtı. Bir zarf çıkardı. Banknotlar zarfın içinde olmakla beraber bir de jurnal taslağı ilişikti.

Huzura Davet


Sultan Hamid'in hususiyetlerinden biride kendisine lâzım olan adamlarla bir haftadan fazla dargın duramaması idi. İşte Arab İzzet'ide hemen haftasında yanına celbetmişti. O içeri girerken bir hizmetli de, padişaha bir jurnal getirmişti. Padi­şah çabucak jurnali okudu ve telâşla; "Bak neler oluyorda senin haberin yok galiba Fuad Paşa ile barıştın. Artık ondan hiç bahsetmiyorsun." Dedi. Fuad Paşanın adı anılınca tüyleri ürpermiş gibi ya parak, Allah göstermesin Efendimiz. Haya­tımı feda ederim de Öyle bir hâin ile yüz yüze gelmem. Sanki kulunuz; onun nelerle meşgul olduğunu bilmiyormuyum. An­cak Fuad Paşa hakkında huzurunuzda bir tek kelime söyiiye-mem. Aramızda gecen mesele yüzünden ifadelerim mutlaka garezkârlığıma verilecektir. Bu adam yüzünden sizden azar işitmişsem de, yinede sizin selâmetiniz bakımından Fuad Paşa ile meşgul olmaktan vazgeçmedim. İrâde buyrulursa şu son günlerde onun yaptıklarına dâir malumatımı arzedeyim dedikten sonra padişahın elinde ki jurnale benzer beyanları birbir sıraladı. Padişah 2. kâtibinin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra elindeki jurnali Arab İzzet'e uzatarak; "Al bak bu adam da senin söylediklerine yakın beyanlarda bulu­nuyor. Demek ki adamın dediği doğru. Şimdi bu adamı bul­dur ve bir güzel sorguya çek. Ancak bu sorguyu, ben de işit­mek isterim" dedi.
İkinci kâtib. İzzet Paşayı hiç bir şey bu kadar sevindiremez-dİ. Çünkü eldeki jurnali Üsküdarlı Halİd Efendi adında birine bizzat kendisi dikte ettirmişti. Huzurda bulunduğu esnada da verdirerek anlattığı ile verilen jurnal arasındaki benzerlik pa­dişahın vehmini ziyadesiyle arttırmış bulunuyordu. Derhal nezdine çağırttığı Halid Efendiyede kendisini sorguya çeke­ceğini ancak bu sorguyu padişahında dinleyeceğini söyleye­ceklerine dik-kat et. Benimle önceden tanışık olduğuna dâir tek kelime ağzından çıkmasın. Bu sorgudan başarılı çikarsan artık senin başına devlet kuşu kondu demektir tenbihlerini yaptı.
                                .                    .   .

Sorgu Başlıyor


izzet Paşa; Halid Efendiyi Küçük mabeyne getirip, padişa­hın irade-i şahanesini beklemeye başlıyorlar. Az sonra terti­bat tamamlanır ve sorgu başlar:
-Siz Halid Efendi mahrem bazı maruzatta bulunmuşsunuz. Efendimiz; bu malumata ne suretle eriştiğinizi öğrenmek isti­yorlar. Halid Efendi:
-Efendim; bendeniz, Üsküdar'da ikamet eden Baytar Mira­lay Ressam Halil Bey vasıtası İle bir çok defalar Fuad Paşa'nin köşküne gittim.  Her gidişimde orada birçok zevata rastladım. Bunların kim olduğunu sormamakla beraber, ko­nuşulanlardan çıkan netice, Fuad Paşa'nın İstanbul'da bir ih-tiial yapıp, Efendimizi saltanattan ıskat etmektir. İzzet Paşa: -Oraya ne maksadla gittinizdi? Halid Efendi: -Fuad Paşa'ya bir dâire müdürü lazımmış, ben bu işe gir­mek istemiştim ancak Efendimiz aleyhindeki cereyan beni bundan sarf-ı nazar etmeğe sevk etti. İzzet Paşa: -Halil Bey'e bunlardan bahsettinizmi?
-Hayır. Sadece Fuad Paşa çok sinirli bir adam onun ma­iyetinde çalışamam dedim.
-Bu jurnali veriş maksadınız nedir? -Sadece Efendimize hizmet içindir.
-Peki bu vazifeye girip bir hayli şey öğrenerek haber ver­seydiniz daha iyi hizmet etmiş olmazmıydınız?
-Bunu düşünemedim. Fakat emir buyurulursa efendimizin uğruna her fedakârlığı yapmaya hazırım.
Sanki son cevap mükalemenin bittiğinin işareti olmuştu. İzzet Paşa birdenbire ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu ve bir ihtiram duruşu aldı. Halid Efendide hemen yerlere ka­panıp titremeye başladı. Çünkü padişah paravananın arka­sından çıkmış yanlarına gelmişti:
-Söylediklerini duydum. Memnun oldum. Sadakat mükâ-fatsız kalmaz. Bu günden sonra Fehim Paşanın emrinde çalı­şacaksın. Talimatı ondan alacaksın. Şunu da al, araba parası yaparsın.
Halid efendi padişahdan aldığı yüz liranın büyük sevincini yaşarken, İzzet paşanın etekleri zevkten zil çalıyordu... İşte melun tezgâh kurulmuş tıkır tıkır işlemeye başlamıştı. Fuad Paşanın maiyetine yerleştirilen Halid Efendi yağmur gibi ha­ber yağdırıyordu zannı verilecek şekilde İzzet ve Fehim Pa-şa'lar habire jurnaller düzenliyorlardı. İzzet Paşa padişahın huzurunda bir başka mesele hakkında izahat verirken Fuad Paşa meselesine kayan mevzuun, padişahı tedirgin etmiş ol­duğunu hisseden İzzet Paşa, büyük bir cüretle:
-Efendimiz; görüyorum ki bu mesele sizi çok rahatsız edi­yor. Ferman buyurun. Ben onun vücudunu kolayca ortadan kaldırabilirim.
Sultan Hamid böyle bir teklif karşısında titremekten kendi­ni alamadı. Çünkü o, mahkemeler tarafından verilmiş idam hükümlerini infazdan imtina eden merhameti bol bir insandı. Fuad Paşa'ya böyle bir iş yapılmasına müsaade edermiydi? Nitekim:
-Sakın ha! Zinhar böyle bir teşebbüsde bulunulmasın.. He­men benim tarafımdan yaptırıldığına hükmederler. Olmaz. Bir daha böyle bir lakırdı olmasın. O, Deli'nin kulağına gider de başımıza iş çıkarır. Kalkar avrupaya savuşur veya ecnebi sefaretlere müracaat eder. Bizi müşkül mevkide bırakır. Şek­lindeki beyanlarıyla mümanaat eder.      

Korkunç  Plân


Padişahın ademi muvafakatına rağmen İzzet Paşa, Fuad Paşanın bertaraf edilmesinden eninde sonunda memnunluk duyacağına hükmettiğinden, fikrini ortağı Fehim Paşaya da açdı. Fehim Paşa gözünü bürüyen hırsdan kopamadığından bu zor ve cüret istiyen işe evet dedi ve menhus plânlarını kuvveden fiile çıkarmanın hesaplarını tamamladılar.
Plân iki merhaleden ibaretti. Lodosun kuvvetli olduğu bir havanın akşamında Kalamış koyundaki iskeleye bir istimbot gönderilecek aynı zamanda da Fuad Paşaya acele saraya gelmesi hususunda bir telgraf çekilecekti. Paşa istimbota bi­necek gelirken güya dalgalar istimbotu Kızkulesİne sürükle­yecek, kayalar parçalayacak Paşa da orada boğulacaktı. Şa­yet bu kabil olmazsa, o zaman bir fedai bulunacak Fuad Pa­şa arabasında vurdurulacak.
1317/1901 senesinin sonbaharında günlerden birinde şid­detli bir lodos kendini göstermişti. Moda, Kadıköy ve Üskü­dar sahillerindeki yalılar boyunca dalgalar yükseliyor, kö­püklü sular bahçelere doluyordu. Tersâne-i âmirenin küçük bir istimbotu da dalgaların uğultusundan başka bir ses du-yulmuyan gecenin zifiri karanlığında, bata çıka Kalamış ko­yuna doğru yol almaya çalışırken, Fuad Paşa'da henüz gel­miş bir telgrafı Feneryolun'daki köşkünde okumaktaydı:
"Feneryolunda mukim, yâver-i ekrem îrazreti şehriyariden müşirân-i izamdan, devletlû:
'   Fuad Paşa Hazretlerine
Kalamış iskelesinde emri devletlilerine amade bulunacak olan istimbotla derhal sarayı hümayuna teşrifle mühim bir meselenin müzâkeresine iştirak buyurmanız şerefsüdûr buyrulan irade-i seniyye iktizasından olduğunu arz ederim efendim.
Kâtib-i sânii hazreti şehrîyâri kurenadan izzet
Fuad Paşanın bu telgrafdan şüphelenmesine gerek yokdu. Çünkü Mısır'da olsun, Bulgaristan ahvalinde olsun meydana gelen zuhurat her an beklenen hususattandı. Derhal kıyafet-i askeriyyesini giyerek Kalamış iskelesine geldi, istombot gel­miş kendisini muntazır idi. Bir hissikablelvukuu, Müşire:
"ben, Üsküdar'a faytonla gideceğim, gelin beni oradan alın" emrini verdirdi. Kaptan bahriye yüzbaşı Nuri Efendi istemiye istemiye üzeri-ne aldığı tehlikeli ve menhus işden kurtulmuş' olmanın rahatlığını yaşadı. Hemen istimbotu çalıştırıp, bata çıka Beşiktaş'a geldi. Oradan bindiği bir araba sayesinde ça-bucak Yıldız Sarayına kapağı atar, durumu Fuad Paşa aleyh­tarı kafadarlara nakletti. Bunların etekleri tutuştu. Fakat ça­reden uzak kalmadılar. Yüzbaşı'ya; hemen Üsküdar İskelesi­ne gidiniz Fuad Paşa'yı bekleyiniz ve işini de daha sonra dö­nüş yolunda bitirirsiniz, emrini verdiler. İstimbot Üsküdar is­kelesine yanaştığında Fuad Paşa'nında iskeleye doğru geldi­ği görüldü. İstimbot'a binen Paşa'nın Beşiktaş'a geçmesi güç olmadı. Oradan da mabeyne geldi. Müşir Deli Fuad Paşa sa­rayda bekleme odasına alındı. Bir kaç dakika geçmişti, ki binbir temennah ile İzzet Holo, hiç bir şey olmamış gibi Fuad Paşa'nın yanına girdi ve:
-Hoş geldiniz Paşa hazretleri. Rahatsız oldunuz ne çâre! Bu akşam Hicaz demiryolları hakkında önemli bir toplantı akte-dilecekti fakat zât-ı şahane şiddetli bir baş ağrısından dolayı harem-i hümayuna geçtiler. Yola çıkmamanız hususunda telgraf çekilmişti amma size ulaştıramadılar demekki. Vah! Vah! nafile yere yoruldunuz.
Şeklindeki sözlerle Fuad Paşa'ya izahatta bulundu. Sözle­rin bitimini müteakip, Fuad Paşa: "Böyle havada gelmek-git-mek kolaymı? Önce toplantı yapılır sonra padişaha arz edi­lirdi" şeklinde sözler etti. İzzet Paşa ise: "malum-u âlileriniz-dir, Efendimiz müzakerelerin dâima huzurunda yapılmasını ister." Beyanı ile karşılık verdi.
Fuad Paşa bindiği arabayla Beşiktaş İskelesine indi. İstim-bot'a binai İskeleden ayrılan İstimbot, Üsküdar istikametine yol almaya başladığında Paşa, alt kamaraya inmiş, fesini başından çıkarmış ve sedire uzanmıştı. Bu halden Nuri efendi uykuya yatan Paşadan dolayı rahatlamıştı. Artık; me'şûm vazifeyi yerine getirecek kolaylık, yakalanmıştı. Fakat bahri­ye zabiti pek fena aldanıyordu.
Çünkü; Fuad Paşa son bir kaç saat de olan anormal likier hakkında o müthiş zekâsını çalıştırmaya başlamıştı. İstimbot, lodos'un pek tesir ya pamadiğı alanda seyr etmekteyken kaptan yavaşça dümeni Şemsi Paşa Camii istikametine doğ­rultmuş az sonra da, lodosun iri dalgalan tekneyi tesiri altına almaya başladığı için sarsıntılar, geçen zamanın uzaması, Paşanın dikkatini çekti. Sessizce kamaradan çıktı, parmak­lıklara tutuna tutuna köşkün yanına gelmiş ve çektiği rovd-verini yüzbaşının böğrüne dayamış ve "ben sana Üsküdar'a gitmek için emir vermiştim ne tarafa gidiyorsun?" dediğinde böğründeki silahın delecekmiş gibi şiddetli dokunuşu yüzba­şı da, müthiş bir korku husule getirmişti ve güçlükle:
-İstimbot dümeni kabullenmiyor. Onun için sular bu tarafa indiriyor! Dediğinde, Paşa:
-Şimdi Üsküdar'a dön yoksa beynini patlatırım. Tehdidiyle Üsküdar'a yanaşılmasını temin etti. İskeleye çıkınca, Nuri Kaptan'a: "İstimbot burada kalsın. Yarın erkenden mabeyne gideceğim. Sen de benimle geliyorsun." dedi.  
Nuri Kaptan; başını kaldırıp yüzüne baktığı müşir'in yüzü kıpkırmızı, dâima dört köse kestirdiği geniş sakalı rüzgârdan uçuşuyor, bu yüzdeki mehabet ve saldığı korku rüzgârı, yüz­başının denize düşmüş gibi ter akıtmasına vesile oluyordu. Paşaları bile ayağının altına alıp pataklayan bu yaman silah­şora "ben gelemem" diyebilirmiydi?
Nihayet Fuad Paşa önde kılıcını sürüye sürüye yürürken, yüzbaşı korku içinde müşirin arkasında yürümekteydi. Bir kira arabasına yöneldiler ve ona binmek üzere hazırlanırlar­ken, iskelenin köşesinde karanlıkların içerisinde eli tabancalı bir adam iki kişilik kafilenin arabaya\binmesini gözetliyordu ki Fuad Paşa ve Nuri Kaptan arabaya biner binmez meçhul adam da, Çerkeş eyerli atına sıçradı. Bu arada fayton Üskü­dar'ın eğri büğrü yollarında sarsıla sarsıla gidiyor, Paşa yolu tarassutuna almış dikkatli, Nuri Yüzbaşı içinde olduğu duru­mu derin derin düşünüyordu. Atına atlayıp arabayı tâkipde olan meçhul adam ise, Kadıköy tulumbacılar reisi Çerkez Agâh Bey'di, Kurbağalı Dereye geldikleri sırada Fuad -Paşa faytonun arka ve küçük penceresinden geriye baktığında Agâh'ın kendilerini takip ettiğini gördü. Derhal tabancasını çıkartıp, faytonun sağ taraf penceresini yavaş yavaş indirdi. Agâh ise yavaşça bu tarafa yaklaşmakda idi. Paşa, vücudu­nu biraz geri çekerek saldırganın yanaşmasına fırsat tanıdı. Aniden tabancasını yanaşan Agâh Bey'e doğrultup: "Dur. Kı­mıldama! Gebertirim.." diye yüksek sesle bağırdı. Agâh Bey boş bulunmuş, bir şey yapamamış ancak ateş etmesi muh­temel Paşa'dan kurtulmak için atının boynuna yatabildi ve atını mahmuzladığı gibi yel gibi uçdu gitti. Bu hengâmede faytonun atları ürküp şaha kalktılar beş on metre gittikten sonra da şarampola yatıverdi fayton..
Fuad Paşa ve Yüzbaşı Nuri efendi ile faytonun sürücüsü ve onun yanında oturmakta olan Paşanın ağalarından Çerkez Şâkir ağa hafifçe yaralandılar. Şâkir ağa, kaçan süvariyi ta­kip etmek maksadıyla, bir müddet peşinden koştuysa da, to­zuna bile erişemedi. Hemen kazazedelerin yanına döndü. Pa­şanın kolu incinmiş, Yüzbaşı ise dizlerinden şikâyetçi idi. Ciçü bir olup arabayı kaldırmaya çalışırlarken teşebbüsünü ta­mamlamak üzere kaçan süvari geri dönmekteydi. Bir hayli yaklaşmış dikkatle Paşanın gölgesini araştırmaktaydı. Faytonun atlarından biri kokuyu almış olacak ki bir kişnedi ve böylece attan pek iyi anlayan Deli Müşir ve Şâkir ağa hemen teyakkuza geçtiler. Derhal bir tectib yaptılar. Agâh Bey, Paşa­ya yaklaşmayı başarmış tam tetiği çekecekken Şâkir ağa kollarının arkasından kaz kanadını vurarak tesirsiz hâle getir­di. Arabacının yardımıyla elleri arkasına bağlandı. Silahını da aldılar.
Fuad Paşa; Agâh bey'ide, yüzbaşı Nuri efendiyi de Kadı­köy'deki askeri karakola getirip teslim etti ve ertesi günü doğruca saraya giderek başından geçenleri yazılı olarak Sul­tan Abdülhamid'e bildirdi. Padişahın cevabı çabuk yetişti. Pek müteessirdi. Pek dolgun bir mükafat ihsanında da bulun­muştu. Öte yandan yazılı müracaatında Fuad Paşa kendisine yapılan teşebbüsatın gazeteler yoluyla efkâr-ı âmmeye du­yurulmasını da, taleb eylemişti. Padişah bu hususda hayır dememekle birlikte sadece 3. gün, yüzbaşı Nuri Efendinin Sivas'a, Çerkez Agâh'ın Kastamonu'ya sürgün haberinin ya-ymlanmasıyla iktifa olunmuştu. Esbab-ı mucibe ise; "Hilaf-1 nza-"i âl'î harekâta cesaret etmiş olmalarıydı" Bu hâli protesto için ilk Cuma selâmlığına gitmedi. Padişah Deli Müşir'i her za manki yerinde görmeyince derhal evhama kapıldı ve kendi­sine hemen ertesi cumaertesi günü şu telgraf çekildi:
Feneryolunda mukim Yaveri Ekremi Hazreti Şehriyâri Mü-şirânı İzamdan Fuad Paşa Hazretlerine
"Bu akşam saray-ı hümayuna teşrifleri iradei seniyyei hazreti Padişahı iktizasından olduğunu arzeylerim efendim.
Serkâtibi Hazreti Şehiryâri
Tahsin
Deli Müşir Fuad Paşa bu davete icabet etmediği gibi bir de cevab olara şu arızayı yolladı:
"Zâtı Akdes Hazret-i Padişahiye
Şevketmeâbim; dört gün evvel, Ahmed Celâleddin Paşa kulların ile takdim ettiğim arızamın meali tam anlaşılmamış olacak ki başkitabeti celileden aldığım tez kerenin adresi, yine eskisi gibi Yaveri ekrem Müşir Fuad Paşa diye yazıl­mıştır.
Gazetelerde Arap İzzet melunu ile Fehim habîs'inin ceza­landırıldıklarını göreceğimi zannederken kendilerinin alet it­tihaz ettikleri ve şüphesiz beceriksizliklerin den dolayt teczi­ye etmek istedikleri istimbot kaptanı, Nuri Efendi İle Çerkez Agâh'in nefyolundukîanni okudum ki bu havadis de tahki­katımda aldanmadığımı is-pata kâfidir. Başkâtip Süreyya Paşa merhumun, saraydan konağına avdetinden sonra ze­hirlenmiş olarak vefat etmiş olduğunu bildiğim halde, irade­nize itaaten yine gelirdim. Fakat rahatsızlığım buna mâni teşkil etmektedir. Bu sebebdende kusurumun affını niyaz eylerim, Şevketmeâb Efendimiz.
Fuad
Suitan 2. Abdülhamid hân; Fuad Paşanın bu özür dileyen telgrafını yeterli görüp, sükunetle karşıladı ve bağlan tama-men koparmayı, gerginliğin vardığı safha yüzünden doğru bulmuyordu.

Fuad Paşanın İstanbul Cihetine Geçişi


Fuad Paşa; hakkında yapılan çeşitli jurnal ve tezvirlerin di­ğer bir kaynağının o dönemler de bir hayli tenha yerlerden oian Feneryolu semtinin umumun gözünden uzak olmasının dolayısıyla hakkında söylenebileceklere müsaid olduğu isti­kametinde bir kanaat hasıl etti kendisinde. Maiyeti ile ev ahalisinin kalabalıklığı da mutlak surette büyük bir köşk veya konakların tercihinde bulunmuş ve aranacak ikametgâhın vasıflarını belirleyip tarif etmişti. Çok geçmeden de Şehzâde-bası İnzibat Karakolu yanında isteğe matlub bir konak bulun­muştu. Hemen bu konak kiralandı. Ne varki bu konak sabı­kalıydı daha önce avrupaya firar eden Damad Mahmud Ce­lâleddin Paşaya aiddi. Fuad Paşa böyle bir konağı tutmanın getireceği mahzuru hiç amma hiç aklına bile getirmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı