13 Haziran 2011 Pazartesi

SULTAN ABDÜLAZÎZ-4-

Sultan Aziz Hakkındaki Fetva


TTK'yâni Türk Târih Kurumunca neşredilen Osmanlı Târi­hinin İsmail Hakkı Gzunçarşılı'nın vefatı üzerine devam etti­ren Prof.Dr. Enver Ziya Karal, adı geçen eserin 7. Cildinde 106. sahifede hâl fetvasına dâir bilgileri şöyle naklediyor, ve biz de meâlen nakle çalışalım: "Çalışmamızın başka fasılla­rında nakletiğimiz gibi Serasker Hüseyin Avni Paşa'nin Sul­tan Aziz hân hazretlerine düşmanlığı, onun izalesine kafi ka­rar eyleyecek dereceye kadar vardırmıştı işi. Serasker bu halde iken, devletin o sırada en popüler adamlarının başında gelen Midhat Paşa, Mirabo'nun Fransa kralına gösterdiği duruma benzer. Bu zâtın kafasında bir ideal hâline getirdiği teşkilat-ı esasiye yapmak ve parlamenter sistemle monarşik bir idareye geçmek idi. Padişaha genellikle bu fikri aşıla ma gayretleri içinde olmuştu. Zâten bu ısrarı Âlî ve Fuad Paşala­rın vefatı yüzünden hu şule gelen devlet adamı kısırlığı padi­şahın, Mİdhat Paşa yerine, Mahmud Nedim Paşaya iltifatkâr olmasını sağladı. Nitekim, eski sadrıazamlarımn ısrarlı tu­tumlarını hatırlıyarak, Mahmud Nedim Paşa'daki bu ubudi­yeti karşılaştırdığında, Alî ve Fuad    Paşaları der hatır eden Sultan Aziz bunlara benzerliği Midhat Paşa da da görmektey­di. Bir gün huzurda el pençe divan durmakta olan Mahmud Nedim Paşaya dikkat eden padişah, kendi sinin sağ ayağının başparmağı hizasına doğru baktığını hissettiği vezirine, duru­mu sordu ğunda aldığı cevap, Efendimiz, kula düşen padişa­ha hürmet onun ayak ucuna nazardan başlar demek suretiy­le fevkalâde bir tabasbus gösterir ve Sultan İbrahim'in sadrı-azamı, Semin Mehmed Paşa'nın, beyan ettiği: "Siz afitab-ı ci­hansınız Efendimiz! Sizden hata südûr edermi?" cümlesini târihde yanlız bırakmayan bir ifade de bulunmuştur.
Yine bu padişahımızın dönemi hakkındaki çalışmamızın başka bir bölümünde bahsettiğimiz medrese talebelerinin kı­vamı günü, H.Avni Paşa ve Midhat Paşanın hâl hususundaki tasavvurlarının kayıtlarına rastlandığı sayın E.Z.Karal Hoca mezkûr eserinde belirtiyor.
Sultan Aziz, medrese talebesinin kıyamı sonrasında sada­rete getirdiği Mehmed Rüştü Paşa, bir gün padişahdan para talebi geldiğinde, eş dost arasında para yok ben nereden bu­layım diye yüksek sesle düşünürken,- duruma şahid olan Midhat ve H.Avni Paşaları bu hâl hususunda Rüşdü Paşayı iknaya çalıştıklarını öğreniyoruz ve Rüşdü Paşanın en başta­ki tereddüdünü göz önüne alan Midhat Paşa, sadrıazama: "Eğer maksatta ittifaktan ayrılırsan Bayezid Meydanında mil­letin seni pare pare edeceğini düşünmelisin"diyede tehdit et­tiğini kaydeder, Prof.Karal.
Prof.Karal; bu safhadan sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendinin ikna edilmesine geçildi haberini verirken, Midhat Paşanın konağında Anadolu Kazaskeri Kara Halil Efendi'nin, yapılan toplantı esnasında, Padişahın, mülk ve milleti tahrip, beytülmali israf ettiği öne sürülerek hâl'i için fetva meselesi görüşüldüğünde adı geçen Kazaskerin, "..bu eırtr-i hayra, çarşaf kadar bir fetva veririm" demesiyle birlikte, işin şer'î ta­rafı da yoluna sokulmuş oluyordu.
Yine bu esere göre, ahalinin vaziyeti hakkında, şu gözlem­ler ileri sürülmektedir: basın üzerinde sansür azaldığından dolayı, dikkat çekici makalelerin ve haberlerin, yazıldığı gö­rüldü. Padişah hakkında net bir tenkit görülmemekle bera­ber, M.Nedim Paşa hakkındaki neşriyat, Rusya taraflısı politi­ka ve Rus elçisi İgnatiyef'le alâkalı neşriyat pek kesif idi en-. teresandır ki bu arada sadaret M.Nedim Paşa da değildir. An­cak anlaşılan o dur ki, padişah, bu kendine muti devlet ada5 mini yeniden sadarete getirme tasavvurundadir böylecede yapılan neşriyat bu tâyini önlemek veya işi kızıştırmak için yapılmaktadır, hükmüne varılabilir.
Öte yandan efkâr-i umumiye basının yazdiğıyla kendini yönlendirirken, Süleyman Hüsnü Paşa'nın, fetva makamına gittiği görüldü. Müşahede olunan oydu ki, Hayrullah Efendi yeniden tereddüde düştüğü idi. Sert ve asabi mizaçlı Süley­man Paşa, şeyhülislâma: "Efendi hazretleri artık iş işten geç­ti. Şu dakikada bir çok muhterem paşalar bir dâimi tehlike içinde bulunuyorlar. Bunların hayat ve selameti sizin'eliniz­dedir" şeklinde ki beyanıyla Şeyhülislâm Hayrullah Efendi­nin işi yapmayacak hâle gelmesini bu sözlerle önlemiş oldu. Halifenin hâl'i için ya mecnun (ne yaptığını bilmez olması) veya küfrüne karar verilebilecek hareketlerin sahibi olmasıy­dı fetva tanzim edilmesi için. Birinci yol yâni, mecnunluk bahsini öne almak tarafını seçti ve şu sözlerle fetvanın yazıl­dığı kâğıdı donattı: "Emirilmü'minin olan Zeyd, muhtelişşuûr ve umuru siyasiyeden bibehre olup, emuâl-i miriye'yi mülk ve milletin takat ue tahammül edemeyeceği mertebe masarifi nefsaniyesine sarf ue umuru diniye ue dünyeuiyeyi ihlâl ue teşviş ve mülk ue milleti tahrip edip bekası mülk ue millet hakkında muzır olsa,hâl'i lâzım olurmu? Elceuap otur " Şek­linde tanzim olunan fetvaya göre; Abdülaziz hân, şuuru muh-tel yâni mecnun idi bundan dolayı da siyaset işlerinden anla-mıyordu. Buna bağlı olarak böyle halife mülk ve millete za­rarlı idi. Bu bakımdan azli gerekirdi! Peki bu fetvayı vereni, isteyenleri bulundukları göreve getiren o zâtın tâyin ettikleri kimselerdi ki bu da hayli mühimce bir tenakuz idi!
Sultan Abdülaziz; avrupa'ya seyahat yoluyla giden ilk ve son Osmanlı padişahıdır. Diğerleri ise, ya savaş, ya fetih ya da vatan^üda olduklarından gitmişlerdir bu kıta'ya. Sultanın gezisine katılmış bulunan İstanbul Şehremini Ömer Faiz Ffendiye, sadrıazam Âlî Paşa ve Hâriciye nâzın olan Dr.Büyük Mehmed Fuad (Keçecizâde) Paşa, Faiz Efendiye müşa­hedelerini bir müsvedde hâlinde yazmasını ve devlete ver­mesini istediler bunun önemli bir vatan hizmeti olduğunu ha­tırlattılar. Hafız Ömer Faiz Efendi cidden münevver bir kimse olarak gördüklerinden dersler çıkarabilecek kapasiteye hâiz bir insandı. Sahifelerimizi bu zâtın tutmuş olduğu notları, bize "Avrupa'da Sultan Aziz"adlı kitabı okuma şansı vermiş bulu­nan Midhat Cemal Kutay'ın bu eserinden ilk olarak Faiz Efen dinin şu müşahedesini, böylecede ne kadar hassas bir vatan­perver olduğunuda ortaya koymasını anlatan satırları, sahi-femize dercederek sizlere duyuralım muhterem okurlar" "..Burada büyük bir acı kalbimizi parçaladı. Sarayın bahçe­sinde meuzi tutmuş Fransız müstemleke askerleri içinde Ce­zayir taburunu da gördük. (İçyüz yıl bizim olan Barbaros Hayreddin'in diyarının eulâtları şimdi eski Hakan'larını baş­ka bir deuletin silahları elinde, başka bir devletin üniforması ile selâmlıyorlardı..."

İngilizlerin Dizbağı Nişanı


İngiliz devletinin ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden her­hangi biri ölmeden, yirmibirinciye verilmiyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultân Abdülaziz'e bu seyahatte verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme törenin­den o dönemin İstanbul Şehreminî olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım, tabii bu raporun müsvedde­lerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın Avru­pa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ket-meden vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini nakledelim sonra da Osmanlı Hâriciye nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen ni­şanı ret ve istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde ken­dini hissettiği kıtırı nakledelim ve devlet adamlarınin, iş be­ceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan efdaldir anlayışına mi­sâl olarak gösterilebilecek vak'adan olduğunu da hatırlatmış olalım.
İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanım­larından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri Konte­si şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sı­rada Kral 3.Edvard, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fe­dakârlık kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı ta­mamlar bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olu­nur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazip­leştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi baş­piskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kim­senin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard, metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batı­la daha yardımcı olmasını sağlıyordu.
Yine Karter nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sem­bolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağı­na dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri esna­sında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a me­ziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur.
Sultan Aziz'in avrupa seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin önemli tarafını padi­şahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı, ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire şayan bir hareket kabul edilmiştir.
İşte dikiş makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine bağlı ib­reyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böy­lece vuruşun sıkletini gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler, oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim se­ni! Şunlara Müslüman Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, maki­ne dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi hava­da uçmuş. Bu vuruşu merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.
Avrupa seyahatinin, pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa gelmeyecekle­rini ümid etmek istiyorum.

HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE

Yukarıdan beri takdime çalıştığımız İstanbul Şehremini Ha­fız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi do­lay siy ta dünyanın dört yanından onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların civarında umumi yemek yerleri gördük. Bura­larda yemek yiyecekler kendi kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizli­yorlar. Buralarını belediyeler hiçbir kâr gözetmeden işletiyor­lar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda temiz, doyu­rucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına imkan yok, çünkü ka­dınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri de­ğil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efen­di biraderimiz ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o bu satır­ları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor bunun çâresinin bulunmasını istiyo­ruz dediklerinde, darülfünunda hemen bayanlar için okula gi­riş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın keri­mesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır. Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Mak­sat aynı olunca vasıtaların farklı olması o kadar mühim de­ğil. Bakınız o devirde yardımlar gizlice ve alan vereni görme­sin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük meydanla­rında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini mey­dana getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.
Bizim bu satırları koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi, Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olama­mışlar. Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden çözümleyemiyorlar. Halbuki kadın­lara sadece onların gidebildiği Pazar kurulduğu bizim istan­bul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde    bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları, Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme ku­rumlarını büyük şehirlerin fakir ve gariblerini günde hiç de­ğilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabl­dotunda pek ucuza, sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.

Sultan Aziz'in Özellikleri

 

Bir insanın ahali tarafından şahidi olunmayan hususiyetle­rini yakınları ve de çalışma arkadaşları biiirler.Bunlara bir de vazifeleri o kişiye hizmetle görevli olanlar şahsi ahvaline muttali olurlar. Padişahlar da böyle olup, Sultan Aziz hazret­leri de bunlardan biridir, nitekim, Şeyhülislâm Hoca Saded-din Efendinin babası, Hasan Çan'ın oğluna anlattıkları olma­sa ve merhum şeyhülislâm, bunu târihlerin muhteşemi olan Tâc'üt tevarih'de yazmasaydi nereden öğrenecektik bunları misali, Abdülaziz han'inda hizmetinde bulunanların padişahın ahvaline vukufları tabiidir. Bu hususta saray hizmetinde olan­ların anlatımında ortak noktalar pek ziyadedir.
Adetâ söz birliği etmişlercesine ifadeleri, önce namaz hu­susunda olup, evkat-ı hamseye, yâni beş vakte hassas oldu­ğunu sabah namazının ise müdavimi olduğu, namazdan bir vakit sonra yeniden yaptığı Sünnet-i Resulallaha ittiba ile Kaylule yapmasıdır. Devletin işleriyle meşguliyeti daha ziya-je öğleden sonraki vaktini alırdı demektedirler. Tasavvufi an­layışındaki derinlik, onun nısfiye çalışında kendini belli ettiği­ni söyleyenler ekseriyeti teşkil ederler. Geceleri çok geç ya­tarlar fakat sabah ezanını huşu içinde dinlerdi. Yaz geceleri saray'ın salonunun geniş pencerelerini açar 3.Selim gibi Bo-ğaziçine doğru yönelerek elindeki ney'i üfler, denizin hışırtısı­na o yüce sazdan çıkan nağmeler eşlik ederdi. Yorulmak bil­mez saatlerce ney'ini üflerdi. Şarkılarının çoğunu kendi güf­teleri teşkil etmektedir. Muhayyer devr-i hindî makamına bir hâne ekleyecek kadar nota'ya vakıf olup, amcası 3.Selim ve pederi 2.Mahmud'un seviyesine yükselmiş besteleri vardır. Aşağıda güftesini vereceğim eseri, sevgili hanımı Mihrişah Sultan'm, hastalığı esnasında ön ce güfteyi yazmış, bilahire bestelemiş ve kendisine hediye etmek inceliğini gösterecek kadar da hassas bir aşık olabildiğini sergilediği söylenir bir çoklarınca..
" Bihuzurum nâle-i mürg-i dil-i divaneden Fark olunmaz cism-i bimarım bozulmuş ianeden, Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden? Terk-i can etsem de kurtuls^m şu mihnethâneden."
Askeri doktorlardan miralay Galip Bey, padişahın irtihali sonrasında padişahın evrak-i metrûkesini tasnif için vazife­lenmiş heyete riyaset ederken, Sultan Aziz'in eünden çıkma rika ve sülüs levhaların hattına hayran olduğunu belirtmek­ten kendini alamamış dahası bir kaç tane kara kalem tablo­yu, yarım bırakmış olduğu şarkı bestelerinin hükümet kara-nyla Sultan Aziz'in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendiye verildiğini ifade ederken her birinin san'at eseri olduğunu söyle­meden edemediği görülür.
Çok kuvvetli bir itikada sahip olan Sultan Aziz'in Şeyhi, Sadreddin Çelebi olup, şer'î ilime Rumeli Kazaskeri, Eğinli Zeynelabidin Mehmed Efendi'nin hocalığında vukufiyeti ol­muştur. Pek güzel üflediği nay(ney)de üstadı Ferik Neyzen Yusuf Paşadır. Musikî ve hat derslerinde hocası ise 1801 ile 1876 yılları arasında Ömür süren Mustafa İzzet Efendidir. Bu zât son dönemin en'lerinin başında gelir, nâkiybüleşraf, bü­yük hattat, müthiş bir bestekâr, güfteleri hayli olan şâi-r, mü­ellif yâni bu günkü lisanla yazar, hânende(şarkı söyleyen), ney virtiözü olup, hem Kadiri hem de Nakşi idi. Padişahın di­ğer bir hocası Rumeli pâyeli Akşehirli Ömer Efendidir. Müm­taz Efendide Fransızca, Coğrafya ve Târih dersinin hocasıy­dı.
Efendim Sultan Aziz'in çok güzel bir bestesi de acem-i kürdî sirtosudur. 2000 yılı yazının ortalarındaydik. O sırada Radyo/Çağ'da târihi vak'aları ağırlıklı olarak anlatmağa çalıştığım Metanet Köprüsü adı verdiğimiz bir programım vardı iki saat sürüyordu târihe merak duyan dinleyenlerim ri­calar da bulunurlar, bu sohbet esnasında padişahların bestelemiş oldukları eserleri çaldırmamı isterlerdi. Fakir de; İstanbul Büyükşehir Belediyesin ce, Kültür Anonim Şirketinin delaletiyle Lâlezar Mûsikî Topluluğuna yaptırtmış olduğu CD'lerden mürekkep güzel bir albümü, bizzat İstanbul Şehre-minî olan, Ali Müfit Gürtuna Beyefendi bize ihda buyurmuş­lardı. Ben de o parçalan çalardım. Böylece eserden müessire biz de, dinleyende vecde gelirdik bu padişah bestelerinin ne­fasetinden. İşte bir gün program saatime giderken Kısıklı'da otobüsten inmiş ve Küçük Çamlıca'ya tabanvayla çıkaca­ğımdan, Kısıklı Abdullah Efendi Camii şerifinde namazı İade edip, yokuşa kendimi öyle vurayım dedim. Hemen camiin volunu tuttum. O sırada volkmenimin kulaklığından Sultan Aziz hân'm bestesi olan acemi kürdi sirtonun o nefis nağme-|erjni duymağa başladım. Camiin kapısına yaklaşıyordum ve ben de adımlarımı küçültüyor, yürüyüşümü yavaşlatıyor­dum. Parça bütün nefasetiyle icra olunuyor, ben huşu içinde dinlemekteyim. Fakat bitmiyor, ben ise her küçük adımla câmün kapısına yaklaşıyordum. İçeri girmeden icra tamam­lansa diye dua ederken, meyana geçen icraacılar beni, parça bit- meden içeri girmeme kararına vardırdılar. Kapıda dikil­mişini, parçanın nihayete ermesini bekliyorum ve de bir elimle usûl tutuyorum. Arkamda bir ses, ya gir ya çekil!
Diye seslendi. Yol verdim geçti. Parça bir kaç saniye sonra nihayetlendİ. Kün emrinin yâni ol emrinin verildiği anın; kaf -dan, nuna gelen zaman diliminin o yakalanamaz ahengini bir çoban, dağlarda tepelerde ararsa, bir sultanda saray salonu­nun akıp giden boğaz sularına bakarak ne için aramasın? Bi­zim gibi bir nadan da, o arayıcının eseri olarak düzene gir­miş, acemi kürdî sirtoyu dinlerken farkında olmayarak, ca­miin kapısını varsın tıkamış olsun ne çıkar.

Kutay'ın Kaleminden Hâl Ve Katl


Kim ne derse desin, insanlar kendi fikirlerini müdafaaya kimseye hakaret etmemek şartıyla tabii hak olarak görüp bunu yaşayabilmelidir. Bir çok kimse ve ben de kimilerinin yorumlarına katılmasamda, târih ilmine, millet hafızasına yaptığı hizmetleri göz önüne ctîarak kimseyi sıfırlamam ve bu mevzuda şöyle düşünüyor, bu bakımdan bütün düşünceleri keen-lemyekün'dür demem. Her çiçekte bal olacağını düşü­nürüm. Midhat Cemal Kutay büyük yanlışlarının yanında millet hafızası olan târihimize ait nice hatıratı, vekayii yâni olayları, engin osmanlıcasıyla gün yüzüne çıkartmış, nice nisyana düşürülmüş millet evlatlarının yeniden okunmasına öğrenilmesine yol açan ifşaatlara imza atmıştır. Bu gün yüz yaşına yaklaştığında berrak hafızası ile târihe bakışını devam ettirebilmesi kendisi için bir nimettir. İşte bu zâtın; Avrupa'da Sultan Aziz adlı kitabının 267.sahifesinden şu alıntıyla bas­lıktaki ifadeyi değerli okurlarıma nakledeyim diye karar ver­dim. "Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmek isteyenlerin başın­da Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüş­tü Paşa ile Şeyhülislâm Hayrullah Efendi vardı. Bu hava içinde Sultan Aziz'e nihayet, Sultan Aziz'e karşı bir darbe hazırlan mış ve plânlanmıştı. Bu plan 30/mayıs/1876 Salı gecesi uygulamaya konuldu. Sultan Aziz'in kaldığı Dolma-bahçe Sarayı derin bir sessizliğe gömülmüş uykuya dalmış­tı. Hafif bir yağmur yağıyor boğazdan esen rüzgârın etkidiyle çırpınan dalgalar Dolmabahçe Sarayının rıhtımını dövüyor­du. Padişahın kendisine karşı hazırlanan darbe teşebbüsün­den haberi yoktu. Harp okulu öğrencileri her akşamki gibi yat borusu yla beraber atakhanelerine çıkmışlardı. İki saat sonra Taksim tarafından bir araba gelerek Harpokulu'nun kapısının önünde durdu. Arabadan Süleyman Paşa indi. Okulun subayları tarafından karşılanan Süleyman Paşa,ku-mandan odasına çıktıktan sonra subayların hepsini topladı ve şunları söyledi: <.Arkadaşlar devlet ve millet bu gece siz­lerden büyük ve kutsal bir görev beklemektedir. Eğer bu gö­revi yerine getiremezseniz devletimiz yıkılacak ve milletimiz perişan olacaktır Devlet işleri Rusların eline düştü. Babıâli Rus elçiliğine döndü. Vükela ve ulema Sultan Abdülaziz'in tahtından indirilmesine karar verdi. Hizmetin büyüğünü siz-leşe emanet ettiler. Öğrencilerle birlikte doğruca saraya gide­rek padişahı tahttan indireceğiz> Şeklinde hi tabesine başla­yan Süleyman Hüsnü Paşanın şöyle devam ettiğini ifade ed­er Kutay: "Subaylar bu teklifi kabul etti ve kalk borusu çaldırarak topladıkları öğrencileri silah- [andırıp yola çıkardılar,  öğrencileri Gümüşsüyü kışlasının arkasından  Dolmabahçe sarayının önüne geldiler. Paşalar bura­da bulunuyordu ve saray askerler tarafından sarılmıştı. Sü-leuman Paşa yanına aldığı bir kaç subayla beraber Şehzade Murad'ın kaldığı dâireye gitti. Şehzade Murat'ı uykusundan uyandırdılar. Süleyman Paşa; telaş ve heyecan içindeki şeh­zadeye şöyle dedi: <Amcanız Sultan Aziz millet ve vükela ta­rafından tahtından indirildi. Siz tahta çıkarıldınız> Sultan Murat'ı tahta çıkarmak için bir arabaya bindirerek saraydan Serasker kapısına götürdüler. Hemen cülus ı<v: in atıldı. Top seslerinden uyanan Sultan Abdülaziz heyecan ve tedirginlik içinde:
-Bu toplar cülus topuna benziyor! Dedi.
Sultan Aziz'in annesi içeri girerek, Murat'ın taht'a çıkarıl­dığını soluk soluğa oğluna bildirdi. Abdülaziz neye uğradığı­nı şaşırmıştı, üzgün oe endişeli bir tavırla sara- yın salonun­da dolaşmaya başladı. Paşalar, Sultan Aziz'i Topkapı Sarayı­na götürmeyi kararlaştırdılar Karar Sultan Aziz'e bildirilince kendisi gitmek istemedi fakat ik- inci defa aynı karar kendi­sine iletilince kılıcını beline kuşandı. Yanına şehzadelerinden Yusuf İzzeddin Ue Mahmud Celaleddin'i alarak Dolmabahçe sarayının rıhtımına indi. Rıhtımda duran çifte saltanat kayı­ğına binerek Topkapı Sarayına götürüldü. Tahttan indirilen Osmanlı padişahını Topkapı Sarayında 3.Selim'in öldürül­düğü odaya koydular. Bu^duruma çok üzülen ve telâşa kapılan Abdülaziz: <Amcam Sultan Selim'in kaldığı oda bu­rasıdır diye endişesini belirtti. Kendisininde öldürüleceği düşüncesi kafasının içine bir hançer gibi saplanan 32. Os­manlı padişahı Sultan Aziz'in manevi gücü yıkılmıştı. Bu hava içinde oturup yerine geçen 5.Sultan Murad 'a şu mek­tubu yazdı: <..Önce Cenab-ı Hakk'a sonra da size sığınıyorum. Millet hizmetinde çok çalıştım. Fakat muvaffak olama­dığıma çok üzülüyorum. Sizin muvaffakiyetinizi temenni ederim. Kendi silahlandırdığım askerlerim beni bu hâle sok­tular Duyduğum acılardan beni kurtarmak için başka bir yere naklimi rica eder, Osmanlı saltanatını Abdütmecid Hân nesline terk ederim.> Sultan Aziz bu mektubu yazdıktan sonra yanındakilere: <beni öldürecekler> diyerek korkunç endişesini tekrarladı.
Taht'a çıkan 5.Murad, saltanatının kendisinden önceki sa­hibinin mektupta bildirdiği isteğini kabul etti ue Sultan Aziz'i Feriye Sarayına naklettirdi Sultan Abdülaziz, tahtdan indiri­lişini bir türlü İçine sindiremiyor geceleri gözü uyku tutmadı­ğı için sinirli bir halde odasında dolaşıp duruyordu. Abdüla­ziz, Feriye Sarayında geceli gündüzlü Kuran-ı Kerim okuyor, namaz kılıyordu. Sultan Abdülaziz'in bir hapis hayatı içinde günlerini geçirdiği Feriye sarayının çevresini asker kuşatmış­tı. Nöbetçi subaylardan birinin, kendisine Aziz Ffendi diye hitab etmesi, bir iki gün öncesinin saltanat temsilcisi eski padişahı çok üzmüştü, adetâ kahretmişti. Sultan Aziz'in tahttan indirildiğini duyan Rus büyükelçisi de çok şaşırmış ve adetâ deli'ye dönmüştü. Büyükelçi; Rusya'nın bu işe rıza göstermeyeceğini söyleyerek tehditlere başlamıştı. Ruslar el­çilik binalarına da bayrak asmamışlardı. İngilizler ve Fransız­lar İse Sultan Aziz'in tahttan indirilmesini memnunluka kar­şılamışlardı. Feriye Sarayında sonu endişeli bir bekleyiş için­de Sultan Aziz'in gün geçtikçe sinirleri bozuluyordu. Sert mi­zaçlı ue iri yapılı Sultan Aziz'den paşaların hepsi çekiniyor­du. Hüseyin Auni Paşa, padişaha belindeki kılıçla, öteki si­lahları aldırtmıştı. Bu olaydan sonra Abdülaziz'in öldürü­leceği yolundaki endişesi kâbuslu bir inanç hâline gelmişti. Ve biliyorduki, kendinden önce tahttan indirilen padişahla­rın hepsi öldürülmüştü.(Bu ifadeye katılmak mümkün deâil.m.h) Osmanlı saltanatının bu acımasız ve kanlı geleneği şimdi kendisini bekliyordu. Bu korkunç inanç içinde kıvra­nan Sultan Abdülaziz geceleri sık sık uya- nıyor yatağından fırlıyor ve pencerenin Önüne koşuyor endişeli bakışlarla dışa­rısını gözlüyordu. Sultan Aziz; bir sabah kahvaltı için bir kâ­se çorbayla ekmek istemişti Çorba olmadığından, kendisine lapa gönderilmişti, üzüntü ue sinir cenderesindeki Abdülaziz lapayı yemiyerek geri göndermişti. Bu haua içinde Sultan Aziz son günlerine geldi ue tahttan indirildikten otuzbeş gün sonra, esrarı bugün de kesinlikle aydınlanmamış bir biçimde intihar etti veya öldürüldü. Sultan Aziz,4/haziran/1876 Pa­zar tesi günü Mabeynci Fahri Bey'i çağırtarak ondan günlük gazeteleri istedi. Gazeteleri inceden inceye okuyan Sultan Aziz gördüki, hayat kendisinin dışında akışına devam et­mektedir Annesinden sakalını düzeltmek İçin bir makasla bir ayna istedi. Târihin esrarı işte bu makas üzerinde dü­ğümlenmektedir. Olayın bundan sonrası târihte iki ayrı şe­kilde yer almaktadır. Önce birinci şeklini anlatalım. Sultan Aziz'in bu makasla biteklerini kestiğini kabul eden rapor ola­yı şöyle ortaya koymaktadır; <Suttan Abdülaziz annesinden makas aldıktan sonra yattığı odanın kapısını kilitledi. Maka­sı eline alarak her iki kolunun kan damarlarını o küçük ma­kasla kesmiş, fazla kan kaybından yere düşerek ölmüşlüı:> Sabahleyin odanın kapısı açılmayınca ve içeriden bir ses alamayınca, kapıyı kırıp içeri girenler Sultan Aziz'in kanlı cesedini minderin önündeki tyasırın üzerinde buldular.
Abdülaziz'in ölümünü bir intihar değilde cinayet olarak kabul eden görüş ise hazin olayı şöyle anlatır: "Sultan Abdü-laziz'i tahttan indiren Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi herşeye hâkini durumdaydılar. Bu ıslahatçı gurup, Sultan Aziz'i tut­mak maksadıyla kuvvetli ue iri yapılı dört pehlivanı Feriye Sarayına gönderdiler. Bunlar Cezayirli Mustafa Pehlluan, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Mustafa Çauuş ue Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivandı.
Mabeynci Fahri Bey'de hükümetin adamı olarak buraday­dı. Fahri Bey de güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti Geceyi karakolda geçiren pehlivanlar sabaha karşı Fahri Bey tara­fından Feriye Sarayına alındılar Fahri Bey, Yozgatlı Mustafa Pehlivana beyaz saplı keskin bir çakı verdi. Ali ve Necip ad­larında iki subayda bu pehlivanlara yardım etti Pehlivanlar Abdülaziz'in yattığı odanın penceresinden içeri girdiler. Tav-şan uykusu denen hafif bir uykuyla kendinden geçmiş olan Sultan Aziz,iri kıyım pehlivanları karşısında görünce birden yerinden fırladı. Bu sırada bir pehlluan kadar kuvvetli olan Mabeynci Fahri Bey,eski padişahın üzerine atılarak kollarını tutup arkasında çaprazladı. Cezayirli Mustafa ile Boyabatlı Mehmed, Sultan Aziz'in dizlerinin üzerine oturup onu hare­ketsiz duruma getirdiler, Yozgatlı Mustafa da elindeki çakıyla Abdülaziz'in bilek damarlarını kesmeye hamlettiği sırada Sultan Aziz, kahveci çıraklığından mabeynciliğe getirttiği Fahri Bey'e şöyle dedi:
-Şu kestirmeğe kıydığın eller sana bir kaç gün önce sedef bir teşbih vermemişmiydi? ..Sultan Aziz sözünü tamamlaya-mamıştıkı, çakının damarlarının içine girmesiyle:
-Aman Allahım! Diye feryat etti. Sultan Aziz'in ağzına mendil tıkadılar. Bu dehşet verici cinayetin işlendiği odanın kapısını Necip ve Ali adındaki subaylar tutuyordu. Sultan Abdülaziz kanlar içinde yere yuvarlandı. Odadaki makası da olaya cinayet süsü uermek(vermemek olması lâzım! M.H) için cesedin yanına bıraktılar. Bu kanlı cinayetin işlenmesi ve suçlularının kaçması beş dakika kadar sürmüştü. Sultan Azı z'in öldürüldüğünü duyan cariyeler ve annesi Perleuni-yal Sultan feryada başladılar Annesi, oğlunun kanlar içindeki cesedine kapanarak göz yaşı döktü. Hüseyin Avni Paşa Kuzguncuk'taki yalısından beş çifte kayığına binerek kısa zamanda Feriye Sarayına geldi. Abdülaziz'in cesedi karalola aötürülerek, oradaki kahve ocağının yanında erlere mahsus olan ot minderlerden birinin üzerine konuldu ve üzerine de pencerelerden birinin perdesini çıkarıp örttüler. Aradan çok. geçmeden yabancı elçiliklerden doktorlar gelerek, Sultan Az­iz'in intihar ettiğine dair rapor verdiler "
Böylece 1950'den beri ülkede bir takım târihî vak'aların arka plânını sunan Midhat Cemal Kutay'ın Abdülaziz Hân, Öldürüldümü? İntiharını etti? Sorusuna dâir iki hususuda, nakletmiştir ve bizde sahifelerimize alarak tercihi okura bı­raktık.
18/Şubat/1830'da dünya'ya gelen Abdülaziz Hân, 46 se­ne, 3 ay, 6 gün berhayat olduktan sonra 4/Haziran/I876'da irtihal-i dâr-ı beka eyledi. Sultan Mahmud Türbesine defno-lundu, bu türbede daha sonra da 2.Abdülhamid Hân'da def-nolunduğundan, Çenberlitaşla Di vanyolu yolu arasında ve Türbe durağı olarak anılan yerde, Köprülüler Kütüphanesi ile karşı karşıya olan türbede üç padişah, Sultan 2.Mahmud, Sultan Abdülaziz ve 2.Abdülhamid Hânlar ebedi uykularını uyumaktadırlar. Sultan Aziz, 32.Osmanlı padişahı olup, 24.Osmanlı halifesidir.

Sultan Abdülaziz'in Hanımları Ve Çocukları


Sultan Abdülaziz Hân; beş hanım ile izdivaç yapmıştır. Bu hanımlarından yedi tane kızı altı tane erkek evlâdı olmuştur. Bu izdivaçlarının ilkini, Batum 15/mart/1835 doğumlu Dürr-i Nev hanım ile 1856'da Dolmabahçe sarayında yapmıştır. Bu hanımefendi'den birinci evlâdı olarak, Yusuf îzzeddin Efendiyi dünyaya getirmiş, peşinden de Salına Sultanhanımı Abdü-laziz Hân'a vermiştir. Sultan Aziz'in saltanatı boyunca başka-dınefendi olarak ömür sürmüştür. Evlilikleri 20 yıl sürmüştür. Padişahın şehadeti ile evliliğin sonu gelmiştir. Bey'inin arka­sından 19 sene, 6 ay berhayat olmuştur.4/aralik/l 895'de Feri ye Sarayında irtihal-i dar-i beka eyleyen Dürr-i nev ha­nımefendi, Abdülaziz'inde defne edildiği Sultan 2. Mahmud Türbesine i'tırnak olunmuştur. Meşhur tenisçilerimizden Enes Talay, Dürrinev kadmefendi'nin yeğeni olup, yine meşhur Ressam İbrahim Çallı'mn kızı Belma hanım ile izdivaç-yap­mıştır.
Sultan Abdülaziz Hân, 2. izdivacını da Edâdi! hanımefendi ile yapmış olup, bu hanımın 1845'de doğmuş olduğunu, izdi­vacın ise 1861'de vukubulduğunu bu evliliğin meyvesi oia-rak şehzade Mahmud Celâleddin Efendi ile küçük yaşta vefat eden Emine Sultanhanımı dünya'ya getirmiştir. Evlilikleri 14 sene sürmüş Edadil hanımefendi 30 yaşında olduğu halde 1875'de vefat etmiştir. Makberesi Sultan 2.Mahmud türbesi olmuştur.
3.  İzdivacını Sultan Abdülaziz Hân,1846 doğumlu Hayran-ı dil hanımefendi ile yapmış, bu hanımefendi Kars doğumlu olmakla beraber Çerkesler'den olduğunu da söyleyelim. Bu hanımefendi ilk olarak Nâzime Sultanhanımı dünya'ya getir­miştir. Bilahire, sadece halife sıfatıyla Osmanlıyı temsil ede­cek olan, Abdülmecid Efendi dünya'ya gelmiştir.
26/Kasım/1895'de 49 yaşında olduğu haide Ortaköy'deki saray da vefat eden Hayran-ı dil hanim, Dürrinev hanımın vefatıyla 1.kadınlığa irtika eylemişti. Sultan 2. Mahmud türbesine defnolundu.
4.  Evlilik, Sultan Abdülaziz'e Neşerek hanımefendi ile na­sip oldu. 1848'de İstanbul civarında dünya'ya gelmiş olan bu hanımefendinin asıl adının Nesteren, kısaltılmış olarak Nesrin olduğunu T.Yılmaz Öztuna Beyefendi, Hanedanlar adlı eserinde kaydediyor. Vefatı maalesef, hâl esnasında hasta olan bu hanımefendi,o haliyle sandal'a bindirilmiş yağan yağmur altında ıslanması hastalığın ilerlemesine sebeb ol­muş 1 l/haziran/1876'da 28 yaşında olduğu halde padişah kocasının şehadetinden 7 gün sonra vefat eylemiştir. Bu ha­nımefendi Çerkeslerden Burahay kabilesi şefi Gazi İsmet Bey'in kızı idi. Kuzey Kafkasya muhaceratı esnasında Siliv­ri'ye gelip yerleşmişlerdi. Yenicâmi Türbesinde gömülüdür. Hüseyin Avni Paşa'yi, Midhat Paşanın konağında basıp öldü­ren, şehid-i aziz Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey, bu hanımefendi hazretlerinin kardeşidir. Bu zât hakkında ilerliyen sahifeleri-mizde asrın en cesurane hareketini anlatan ve daha önce Cuma Dergimizde yayımlanmış bir yazımızı okuma parçası lejandı altında okuyacaksınız.
Padişah Abdülaziz Hân'ın 5.hanımefendisi,8/Temmuz 1856 Hopa doğumlu Gevheri kadınefendidir. İzdivaçların! gerçekleştirdikleri târih 1872 olup, Esma Sultan ile Şehzade Seyfeddin Efendinin valideleridir. 6/Eylül/1884'de 28 yaşın­da olduğu halde ahiret yolculuğuna çıktı. Yenicâmi 5.Murad Türbesine defnolundu.
Sultan Abdülaziz Hân'ın kız çocuklarına gelince bunlar, sı­rasıyla 1862'de doğan Saliha, 25/Şubat/1866'doğum!u Ma­zime, 30/Kasım/1866 doğumlu Emine, 21/Mart/1873'de doğmuş bulunan Esma ve 1874'de Fatma, 24/Ağus-tos/1874'de doğmuş bulunan Emine ve babasının vefatından sonra 1877'de doğup aynı yıl vefat eden Münire Sultanha-nımlardır.
Bunlardan; Sâliha Sultanhanım, 1941'de Kahire'de 79 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. İlk nişanlısı, Prens İbra­him Hilmi Paşa olmuş fakat Sultan 2.Abdülhamid tarafından nişan iptal ettirilmiştir. 20/nisan/1889'da Zülküfl Ahmed Paşa ile izdivaç ettirilen Saliha Sultanhanımın evliliği 53 sene imtidat etmiştir. Paşa 1941'den sonra vefat etmiştir.
Nâzime Sultanhanım, 25/Şubat/1866'da Dolmabahçe sa­rayında doğmuştu. 1947'de Beyrut'un Cünye kasabasında 80 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Dadssı Tâhir Mevlevi Olgun'nun annesidir. Şam'da, Sultan Selim Camiinde med-fundur. Bu sultanhanım Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sara­yında 20/Nisan/1889'da evlendi. İzdivacı 58 yıl sürerek 1947'de vukubulan vefatıyla sonuçlanmıştır.
üçüncü Sultanhanım olan Esma Sultan 21/Mart/1873'de dünya'ya gelmişti. Esma Sultan: 20/Nisan/1899'da ablaları­nın düğünüyle birlikte yaptıran Sultan 2.Abdülhamid, Kaba sakal Çerkeş Mehmed Paşa ile evlendirdi. İzdivacının 10. yılı­nın 17. gününde eskilerin vâz-ı hami dedikleri doğum esna­sında şehîden vefat etti. Kabasakal Çerkeş Mehmed Paşa 2.Meşrutiyetin akabinde vukubulan 31/Mart hadisesi sonra­sında İttihatçılar tarafından idam edildi.
4. kız olan 24/Ağustos/l 874 doğumlu Emine Sul­tan, 12/Eylül/l 901'de Yıldız Sarayında Damad Mehmed Şe­rif Paşa ile izdivaç etti ve bu 18 sene, 4 ay, 17 gün süren bir evlilik dönemi geçirdi. Emine Sultanhanım, 46 yaşın içinde olduğu 29/Ocak/1920'de vefat ederek, 2. Mahmud Türbesi­ne defnolundu. Diğer üç kızı ise bir biyografi verecek kadar yaşayamadılar.
Sultan Abdülaziz'in erkek çocuklarına gelince 1 l/Ekim/1857'de dünya'ya gelen ve Yusuf İzzeddin adı veri­len şehzade, o sıralarda şehzadelerin çocuk sahibi olmaları memnu yâni yasak olduğundan, bu şehzade, babası Abdüla-ziz padişah oluncaya kadar Eyübsultan semtinde Kadri Bey adlı bir zâtın evinde büyütüldü. Bu ızdırab verici hâli bizzat yaşayan Sultan Aziz padişah olduğunda, şehzadelere çocuk sahibi olma yasağını kaldırma suretiyle bu gelenek ilga edil-oldu.  Enteresandırki, bu veliahtda pederi Sultan Aziz'in irtihali gibi meşkûk kalmış bir intiharmı? Cinayetmi? Sorusu­nu sorduracak tarzda hayatı noktalanmıştır. Veliahd Yusuf İz­zeddin Efendi'yi, İttihatçıların tertiplediği bir cinayetle öldü­rüldüğü, Tank Yılmaz Öztuna gibi ciddi bir târih araştırmacı-smca da iddia olması hayli düşündürücüdür. Çünkü bu zât, İttihatçıları hayli çatıyor, Mehmedçiğin 1. harbin cereyanı sı­rasında boş yere harcandığını müessir şekilde ortaya koy­maktaydı. Ne varki, yine veliahd'ın hayatı hakkında kanaat­lerini belirten hatırat sahipleri, bu zâtı akli bakımdan biraz te­reddide bulduklarını kapalı şekilde ifade ederler. 1/Şu-bat/1916'da 58 yaşında olduğu halde esrarengiz bir şekilde ölümü vukubuldu. Dedesi; Sultan 2. Mahmud'un türbesinde defnolundu.
Sultan Aziz'in 2.oğlu ise saltanatın ilgasından sonra sade­ce halife olarak hanedanı temsile vazifelendirilen ve 2. Ab-dülmecid dense yanlış olmayacak olan Abdülmecid Efen-di,29/Mayıs/1868'de Dolmabahçe Sarayında doğmuştur. Validesi Hayran-i Dil Kadınefendidir İslâmm zahiri hilafette sonuncusudur. Milli mücadeleyi bütün açıklığı ile beğenmiş ve desteklemiştir. Oğlunu Anadolu'ya geçmesi için yollamış­tır. 1908 Meşrutiyetinden sonra sokaklarda bir başına gezdi­ği, Beyoğlunda kitapçı dükkânlarından alış-verişi bizzat yap­tığı görülmüştür. Çok muazzam bir ressam idi. 23/Ağus-tos/1944'de Paris'de 76 yaşında olduğu halde kalp krizi neti­cesinde terk-i hayat eylemiştir. Borçlar yüzünden nâşi 30/Mart/1954'e kadar Paris'de bir klişede kalmıştır. Zikretti­ğimiz târihde Medine'de Harem-i Şerifde defnolunmuştur. Beş lisanı, Arabça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Almanca-yı bilirdi. Batı dünyası müzelerinde yapmış olduğu resimlere rastlamak kabildir. Hazindir ki, Halife Abdülmecid Efendinin İstanbul'u terke mecbur bırakıldığı gece h.1342 yılının Miraç kandilinin te'sit olunduğu yıldır. Bilindiği gibi, İki Cihan Ser-verİ Efendimiz o miraç gecesinde dostun yanına irtika eder­ken, 1342/1924'de hilafet yokluğa itilirken, halife ise yâd el­lere sürülüyordu. Hemen ilâve edelimki, şedid emirlere rağmen, halifeyi yola koyan devrin İstanbul Valisi ve Şehre-minî Ali Haydar (Yuluğ) merhumun ve devrin İstanbul Emni­yet Müdür Sadeddin Bey, sabırla meseleye yaklaşıp, şahs-ı mâneviyi asla kederdide edecek ahvâle giriftar etmemişler­dir.
Sultan Abdülaziz Hân'ın 5/Haziran/1872'de Dolmabahçe Sarayında Mehmed Şevket adı verilen bir şehzadesi daha dünya'ya geldi. 22/Ekim/1899'da vefat eden Şevket Efendi fevkalâde piyano çalan bir şehzadedir. Babası şehid edildi­ğinde 4 yaşında olan Mehmed Şevket Efendiyi 2.Abdü!ha-mid Hân çok sevmiş ve hep himaye etmiştir. Bu zâtın kabri hakkında malumat elde edememİşizdir.
Mehmed Seyfeddin Efendi ise 22/Eylül/1874'de dünya'ya gelmiş 3.oğul olup, 19/Ekim /]927'de Fransa'nın Nis şeh­rinde hayatının sonuna gelmiştir. Şam'daki Sultan Selim Ca­miinde defnolunmuştur. Seyfeddin Efendi mûsikî dünyasında besteleri ile pek ünlüydü. Güzel sanatların bir çok dalında üstad mesabesinde olduğu bilinmektedir. Türkiye'de bulunan en mükemmel org, bu zât tarafından Paris'ten satın alınıp getirilmiş, daha sonra da, 1924 senesinde Fransa İstanbul elçilik klisesince bu org satın alınmıştır. Seyfeddin Efendi 1924'de Çamlıca da Bağlarbaşında Necib Molla'dan satın alınan köşkünde İstanbul Boğazı şeklindeki büyük havuz'un hâla durduğu, İbrahim Hakkı Konyalı merhum tarafından bil­dirilmektedir.  
                                       

Abdülaziz Hân'ın Sadrıazamları


Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülaziz, biraderi Sultan Mecid'in yadigârı olarak Emin Mehmed Paşayı makamı sa-daretde buldu ve Kıbrıslı bu paşayı 6/Ağustos/1861'e kadar birlikte çalışmaya ikna etti. 184.Osmanlı sadnazamı olan bu zâtın yerine Büyük Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi ve de tanzimatın üç rüknünden biri olarak kabul edilen 181. Os­manlı sadnazamı Mehmed Emin Âlî Paşa'yı yukarıdaki târih-de tâyin etti ve 22/Kasım /1861'e kadarda görevde istihdam etti. Âlî Paşanın bu sadareti 4.sadareti İdi ki bun dan önceki sadaretleri Sultan Mecid'e olmuş, Sultan Aziz ile ilk sadareti olmuştu. Âlî Paşa infisal ettiğinde, Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'nın ilk sadareti 22/Ka sım/1861'de baş­lamış oldu. Mevlevî dervişi olan bu zât, sadareti 5/Ocak/)863'e kadar elinde tutabildi ve l'sene, 1 ay, 13 gün sonra yerini Osmanlı sadnazamlarının 187.si olan Yusuf Kâmil Paşa bu târihde 4 ay, 27 gün sürecek sadaretine baş­ladı. l/Haziran/ 18 63'de infisal etti. Mührü hümayun yine Mehmed Fuad Paşaya verildi. 3 sene, 4 gün, süren sadareti başladı 5/Haziran/1866'da infisal etti.Bu sadaretiyle sadrı-azamhğı noktalanarak iki defa geldiği sadaret makamında toplam olarak 4 sene, 1 ay, 17 gün kalmıştır.
Fuad Paşadan sonra makam-ı sadaret, 185. sadrıazam olarak Mütercim Rüşdü Paşaya verildi bu zâtın 2. sadareti idi. 5/Haziran/1866'da 8 ay, 6 gün sürecek görevi başladı. Azil esnasında târih ise, 1 l/Şubat/1867 idi. Bu sefer mührü Mehmed Emin Âlî Paşaya verilerek, 4 sene, 6 ay, 24 gün sü­recek ve bu zâtın 5. Yâni son sadareti olan ve toplamı 8 sene 3 ay, 9 gün sürmüş sadaretlerinin sonuncusu oluyordu. Vefa­tıyla görevden ayrılmış oldu ve târih 7/EylüI/187Ti gösteriyordu. Bunun peşinden Mahmud Nedim Paşa ilk sadareti ne getirildi. 10 ay, 20 gün süren bu sadaret, 31/Tem~ muz/1872'de tamamlandı. 189. Osmanlı sadrıazamı olan Ahmed Şefik Midhat Paşa, 2 ay, 19 gün süren ilk sadareti vukubuldu. Ayrıldığında 19/Ekim/1872'ye gelinmiş ve yeri­ne Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa getirilmişti. Bu sadaretin müddeti de 3 ay, 27 gün sürdü. 190. Osmanlı sadnazamı Ahmed Es'ad Paşa makama getirildi ancak, 1 ay, 28 gün,sü­ren sadaret 15/nisan/1873'de nihayetlendi. Şirvânizâde Mehmed Rüşdü Paşa 10 ay sürecek sadaretine başladı.. Gö­revi bıraktığında 191. sadnazam olarak görev yapmış târih ise, 15/Şubat/1874 olmuştu. Yerine, Eşekçi lakablı Hüseyin Avni Paşa getirilmişti. 1 sene, 2 ay, 9 gün süren sadaretini tamamladığında târih 26/Nisan/1875'i bulmuştu. Ahmed Esad Paşa yine sadarete getirilmiş ve bu sefer, 26/Ağus-tos/1875'de biten sadaret müddeti tam 4 ay sürmüştü ve iki defa geldiği makam da, toplam, 5 ay. 28 gün kalabilmiştir. Celâl Es'ad Arseven mahdumudur bu paşanın. Bundan son­ra Mahmud Nedim Paşa 2. sadaretine başladı ve bu defaki de pek uzun sürmeyip, 8 ay, 17 gün sürdü. Yerine gelen Mü­tercim Mehmed Rüşdü Paşa da 12/Mayıs/1876'da vazifeye başladı ve Abdülaziz Hân'ın mührünü teslim ettiği son sadn­azam oldu. Sultan Aziz, Medrese talebesi olayında, bu zâta mührü verirken, sizi halk istedi diye bu göreve getirdim, de­mişti ve bu zatın döneminde halli ve katli vukubulmuştur. Sultan Abdülaziz; on sadrıazarnla çalışmış onbeş seneyi ve onbeş defa mührü hümayunu alıp, vermiştir.

Abdülaziz Hân'ın Şeyhülislâmları


Abdülaziz Hân, tahta çıktığında makam-ı meşihat'de Ho-cazâde Mehmed Saadeddin Ef-ndi bulunuyordu. Yeni padi­şah bu zâtın görevine karışmadı ve 23/Kasım/1863'de bo­şalan makama Atıfzâde Ömer Hüsameddin Efendi tâyin olundu ve bu zâtın meşihati, 2 se ne, 8 ay, 16 gün sürdü, 9/Ağustos/1866'da noktalandı ve vazifeyi Hacı Mehmed Re­fik Efendiye tevcih buyurdular. Bu zât; 1 sene, 8 ay, 22 gün sonra 30/Nisan/1868'de Akşehir li Hasan Fehmi Efendiye devretti. Bu zâtın meşihati de, 3 sene, 4 ay, 17 gün devam etti-ğinde takvimler, 17/EylüI/1871'i gösterirken, Ahmed Muhtar Beyefendi'ye makam-ı meşihat verildi, bu zât, 1. Ab-dülhamid Hân'ın kızının torunu idi ve 1 sene, 1 ay, 19 gün vazife yaptıktan sonra 151. Osmanlı şeyhülislâmı Turşucuzâ-de Hacı Ahmed Muhtar Efendiye 6/Kasım/1872'de devretti. Turşucuzâde, 1 sene, 7 ay, 5 gün süren meşihatden sonra 1 l/haziran/1874 târihinde Hünkâr imamı (Müfsid İmam), Hafız Hasan Hayrullah Efendiye devrettiysede, bunun meşi­hati sadece 1 ay, 8 gün sürebilmişti.. 149. şeyhülislâm Akse-hirli Hasan Fehmi Efendi 2. meşihatine getirildi. Vazifede 1 sene, 9 ay, 23 gün kalarak iki meşihatinin toplamı, 5 sene, 2 ay, 10 gün şeyhülislâmlık yaptı ve görevi, 11/ Ma-yis/1876'da yine Hasan Hayrullah (Şerrullah) Efendiye dev­retti. Bu şeyhülislâm, Sultan Aziz'in tâyinini yaptığı son şey­hülislâm oldu. Böylece Sultan Aziz, hüküm sürdüğü dönem olan onbeş senede dokuz şeyhülislâmla çalışmıştı. Bunlar­dan, Hasan Fehmi ve Hasan Hayrullah Efendiler ikşer defa meşihate geldiklerinden, aslında onbir defa şeyh-ülislâm tâ­yini yapılmıştır.

Abdüllaziz Hân'ın Muasırları


Abdülaziz Hân'nın yaşadığı devri, dünya üzerinde ehem­miyeti müşahede olunan manzara, devletler arası rekabetin, sadece yaşamak için değil, milletini en yüce mertebeye çı­kar tacak her türlü sebebe başvurma yolunu aradıklarıdır. Bu sebebleri bulmak vede bunları kullanabilme hususunda, şe­rik temini hükümdarların ve onların danışmanları İle dip­lomatların ve kanaat önderlerinin isabetine bağlıdır. İşte o dönemi yaşayıpda adlarını târih sayfalarına aktarabilen' bazı zevat.
Almanya'da İmparator, Prusya'da Kral olarak Fredrik Gif-yom, İngiltere de ise Kraliçe Viktorya, Avusturya'da İmpara­tor Fransuva Jozef ki, aynı zamanda Macaristan Kralı idi. İtalya'da ise Kral Titri ile Viktor Emannuel vardı. Papalık da ise; 9. Piu. Rusya'da Çar 2. Aleksandr. Fransada da, İmpara­tor 3. Napolyon, Reisicumhur Mösyö Tyers ve Reisicumhur Mareşal Makmahon bulunmuşlardı. Yunanistan'daysa, Kral Oton ve 1. Jorj bulunmuştu. Şark âleminde ise İran'da, Şah Nasreddin bulunuyor idi.
Bu padişah döneminin ülke içindeki meşhur zevatdan ba­zılarının adlarını kaydetmeden geçmeyelim: Büyük Mustafa Reşid Paşa, Âlî, Fuad, Midhat, Şirvani Rüşdü, Mütercim Rüşdü, Süleyman Hüsnü, Ömer, Abdülkerim Nâdir, Ahmed Cevdet, Yusuf Kâmil, Akif, Namık Paşalar ile Şinasi ve Na­mık Kemâl Beyler ile Ziya Paşa; ilk akla gelenlerdir.

Hâin İhanetle Geberir


Sultan 2. Mahmud'un vefatıyla Osmanlı tahtına Abdülme-cid Hân çıktığında sadaretde Hüsrev Paşanın yaşlı ellerine geçince, bu ihtiyar paşa ile arası haylice açık olan Kapdan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa, bu sadnazamın hayatına kastede­ceği korkusuyla, hem kendini hemde bir lokmacık kalmış Osmanlı donanmasını götürüp, devlete asî olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmişti. Mısır'da ise, Hüsrev Paşanın 2. Mahmud'u öldürttüğünü, Abdülmecid'i tahta çıkardığını yayarken, genç padişahında, buna mükafat olarak Hüsrev Paşayı sadarete getirdiğini yaymıştı. Mısır'da bu dedikoduya inanmayanlar ile bunu yaymaya çalışan Ah­med Paşa taraftarları arasında çatışmalar bile çıkmıştı. Kap-tanıderya Ahmed Fevzi Paşa, yeni bir lakap kazanmış, artık adı Hâin Ahmed Paşa olmuştu.
Bu arada da Abdülmecid Hân, babasının tarzını bırakmış Mısır meselesinin çözümünü sulh ve sükunet İle çözmeye yö­nelmişti. Çünkü Nizip mağlubiyetinin üzerine, hain Ahmed'in donanmayı kaçırması ve o günlerdeki baş düşmana teslim etmesi böyle bir kararın alınmasına yeterde artardı bile. Bu hâin hakkında, çalışmamızın deniz hare-kâtları hakkında en birinci kaynağımız olan, merhum Afif Büyüktuğrul Amiral, eserinin 2. cildinin 389. sahifesinde bu kapdan-ı derya hak­kında şu malumatı veriyor eserine koyduğu dip notta: "Der­ya kaptanının gerçek adı Ahrrfet Feuzi'dir. Kendisi de Girit'li-dir. İstanbul'a geldikten sonra kayıkçılıkla işe başlamış bir kısım Giritlilere hulul ederek dalkavuklukla askerlik mesle­ğine girmiş ve hassa müşirliğine kadar yükselmişti. Derya kaptanlığına Sultan Mahmud'un son günleri olan ("Sultan Mahmud'un vefatına daha iki sene var! m.h), 10/Ka-sım/1836'da atanmıştı. Mehmed Ali ayaklanmasında donanmasıyta Akdeniz'e çıktığı sırada 3/Temmuz/1839 günü Sultan Mahmud' un öldüğünü haber almış ue yeni sadrıaza-mtn kendisine karşı husumetini biidiği için, donanmayı için­deki askeriyle birlikte Mısır'a gidip Mehmed Ali'ye teslim ol­muştu. Sultan Meclt'in tahta çıkmasıyla beraber Osmanlt-Mı-sır sorununun alevlenmesinde bu olayın etkisi büyük ol­muştur. Bu hâin kişi sonunda Mısır'da cariyeleri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür." Demektedir. Böylece donan­masının uğradığı bu ihanetle deryalarda ne yapabilirdi dev-let-i âliye? İşte kara ordusunun niçin en mühim unsur olduğu burada kendini belli ettiği görülür. Çünkü, saldıramazsan sa-vunma-yı kara kuvvetleri ile yaparsın. Muhterem okurum; donanmanın en mühim unsuru denizlerde hâkimiyeti sağla­ması ve ülkenin ticaret gemilerinin, gerek başka devlet, ge-reksede korsan gemilerine salmış olduğu korkuyla emniyet içinde seyirlerini yapabilmesini temindir. Biz de ise umumi­yetle donanmamız, yükselme dönemlerinde saldırı vasıtası olmak üzere,tereddi devrimizde de, savunma mekanizması olarak kullanıldığından, üretime yarayan bir unsur olmamış­tır. Bunu temin için elzem olan, donanmayı her yönüyle bü­yütmek, her yönüyle güçlendirmek üretim aracı haline getir­mek için hiç tehire düşmeden yapmak, bunun için para har­camak olmalıydı. Fakat devlet adamları bunu idrak ediyor-larsada, şu sözleri işi berbad ediyordu: "Paramızmı var ki,do­nanma yapalım?"
1839'da söylenen bu sözler bir takım karanlık zihniyeti! in­sanların saplanıp kaldığı bahanelerdi. Nitekim daha sonra Sultan Aziz padişah olduğunda donanmaya gecesini gündü­züne katarak dünya üçüncüsü yapmaya uğraşırken kulağına duyurulan, israf sözcüğü idi. Vatan müdafaasının en mühim unsuru donanma imârı, israf kelimesiyle tavsif olunursa, o ülkenin düşman karşısında müdafaasını temin edermi,  israf sözü? Ancak bu karanlık adamlar her zaman vardır. O gün­lerde var olanların devamını biz  1970'lerin sonrasında da qördük, bir görüş çıkmış, ağır sanayii, harp sanayii, uçak sa­nayii, fabrikalar yapan fabrika, kaliteli eleman yetiştiren mektepler, savaş levazımatı diye ufuklar açarken, ithalatçıla­rın ve montajcıların tâbir-i diğerle makarnacılar ve gazozcu­ların cevabı olmayıp, bu teklifleri karanlık oda yaklaşımları ile makaraya sardırıp, gayeyi mizaha çevirmeleri şeklinde ol­muş, söylenene bakacaklarına söyleyenin inancıyla, edasıy­la, sadasıyla uğraşma yolunu seçtiler. Halbuki; 1974'de Kıb­rıs barış harekâtı esnasında elde edilen başarı,  1963 Kıbrıs olaylarından sonra askeri tersanelerimizde ürettiğimiz çıkart­ma gemilerimizin oynadığı rol ne kadar büyük ve mühim ol­du. Halbuki 1963'derı evvel çıkarma ge mimiz olmayıp, şa­hinliği meşkuk olan, Mersin limanından bir gemiye vinçle yüklenmeye çalışılan bir tankın vinçten düşmesi sonunda denize düşmesi bu çıkarma gemilerini yapmanın kararının alındığını sağlamıştır. Amma ne olmuş,  1970'lerin başında Milli Görüş anlayışı ile ortaya çıkanlar, bu sloganlarını mille­tin varması gereken hedefler olarak siyasi rakiplerine, hatta şahsi düşmanlarına bile kabul ettirmişler ve 1980 sonrasında askeri yönetim dahi bu istikamette yürümüş ve daha sonra F-16 uçakları da imal edilmeye başlanmıştır. 1950'den evvel toplu iğne yapamayan ülkemiz 1980 sonrasında uçağın ima­lini gerçekleştirmiştir. Tabiiki uçak sanayiine önem veren Mehmed Nuri Demirağ'ı kurduğu fabrikayla yaptığı uçaklar, kurduğu mekteplerde yetiştirdiği sivil pilotlarla millete verdi­ği hizmeti minnetle yâd ederken ve bunları 1930'lu yıllarda gerçekleştirmeyi de ayrıca takdir gerekir. Öte yandan, milli görüş zihniyetinin mimarı Prof.Dr. Necmeddin Erbakan'ın Kıbrıs savaşı sırasında uçuşa çıkarılamayan bir kaç uçağın neden uçmadığını sorması ve elektronik arıza var   cevabı aldiğında, târnir ediniz emri verdiğini buna yine cevab olarak, elektronik bölümleri tamire selahiyetimiz yok, ABD'den tek­nisyen geiip tamir ediyor diye kendisine verilen cevaba, Er-bakan, ben size bu selahiyeti veriyorum, tamir ediniz der. Elektronik teknisyeni bir başçavuş mühürlü kutuyu açıyor, arszaya bakıyor ki gördüğü sadece altmışbeş kuruşluk bir pi­lin tükenmiş olduğudur. Pil değiştirilir ve anza giderilir. Uçak havalanır Kıbrıs üzerine; zulme son, adalete kapı açmak   için üstüne düşeni yapmak üzere. O güne kadar böyle pil arızala­rı üzerine uçamayan tayyarelerimizi uçurtmak için, ABD'ye ne haraçlar ödemişiz demekki. Bütün bunları 1975'de Baye-zid'de Beyaz Saray'daki yayınevimi ziyaret etmiş bulunan adını unuttuğum o teknisyen emekli başçavuş anlatmıştı. Bu bakımdan Prof. Erbakan'ı gösterdiği fleksibite bakımından tebrik ve takdir, târih yazmaya gayret eden bir insan olarak, üzerime terettüp eden bir vazifedir.
Öte yandan donanması zayıf olan ülkemizin kontrolü altın­da bulunan boğazlar dünya siyaset arenasında daha da önem kazanıyordu.Bu önem kazanma ise, devlet-i âliyenin lehine olmuyordu tabiiki. Bu bakımdan dünya devletlerinin boğazlar üzerindeki taleplerini zayıflayan donanmamız ço­ğaltmaya sebeb teşkil ediyordu. Bu bakımdan Cumhuriyet donanmasının da mutlaka pek kuvvetli olarak teşekkül etti­rilmesi bu talepleri belki de ta- mamen ortadan kaldırmaya yetecektir. Türk Târih Encümeninin bültenlerinden bir ta­nesinde Prof. Hikmet Buyurun imzası ve "Boğazlar Sorunu­nun Bir Evresi" başlığı altında    çıkan bir yazıda ki bu yazı Rus gizli belgelerine dayanıyordu. Balkan savaşında Osmanlı devleti boğazları kapayınca Rus ticareti  11,5 milyon altun zarara uğramıştı. Bu zarar da Çarlık Rusya'sını, artık kişisel olarak boğazları almak kararına götürmüştü. Boğazların ka­panması Rusya'y1 yıllık olarak  11  milyon ton gemi geçtiği jçin zarara uğratmıştı. Bu gün (1981 yılı) boğazlardan yıllık olarak 250 milyon ton Rus ticaret gemisi geçmekte olduğu qöz önünde tutulursa, boğazlar sorununun ne kadar değer kazandığı hemen anlaşılır. "Şeklinde söz edilen mezkûr yazı aünümüze mühim bir misal olarak Amiral Büyüktuğrul'un değerli eserinin 2. cildinin 297. sahifesinden alınılanarak dik­katinize sunulmuştur. Boğazların ehemmiyetini eski reisi­cumhurlardan Fahri Sabit Korutürk amiralin şu görüşü ayrı­ca ortaya koyması bakımından ehemmiyet arzettiğinden bu noktai nazarı özetlemeğe çalışalım: "Boğazlar bölgesinin aşağı yukarı birbirine dikey iki aksamı (mihveri) vardır. Ana­dolu'yu Rumeli'ye bağlayan mihverine boğazlar bölgesinin kara aksamı Karadeniz'i Ege yoluyla Akdeniz'e bağlayan ak­samına da boğazlar bölgesinin deniz aksamı denebilir. Bun­lardan kara aksamını teşkil eden husus Türkiye'nin iç mese­lesidir. Sonunda devletin toprak bütünlüğünü teşkil eder. De­niz aksamı yâni Karadeniz'i Akdenize bağlayan aksam dün­yayı alakadar eden bir meseledir.

Büyük Devletlerin Deniz Staratejileri


Deniz gücü denince ilk akla gelen isim ingiltere olmakta­dır. Bir ada devleti olan İngiltere can suyunu, tuziu suyun üzerinde yüzdürdüğü gemilerin sayesinde temin etmiş ve bu teminde, İngiliz denizcilerinin gerek askeri amaçlı, gerekse ticari tercihli her denizcisinin üstüne düşeni yaptığını söyler her ingiliz vatansever. Kendirife en yakın donanma gücüne sahip rakibine faik olabilmek için daima onun iki misli gü­cünde filolara sahip olma tercihini yapmış ve bundan hiç ta­viz vermemiştir. İngilizler, bu anlayış içinde dâima üç filo bu­lundurmak ve bunları; Anavatan filosu, Akdeniz ve Uzakdo­ğu filoları adı ile tânzim yoluna gitmiştir. Bu arada şunu belir­telim ki, büyük devletlerin ve prensip sahibi ülkelerin idareciieri, yaşamak için kontrol mekanizması şarttır hükm-ü kaziy-yesine sahip çıkarak, muhtemel bütün rakipleri kendi içlerin­de düzensizliğe itebilmek için, çeşitli entelejans varyasyonlar plânlarlar. Sultan Aziz'in, İngiltere'ye yaptığı ziyaret esna­sında, İngiliz istihbarat birimleri bu dev yapılı padişahın bir gemi mühendisinden daha fazla denizciliğe düşkün, bir gemi miçosundan mürettebata en çok ne gerekir hususunda ma­lumata sahip olduğu şeklinde bilgilenmelerini göz önüne ala­rak, hemen padişaha deniz subay okulunda öğretmenlik ya­pabilecek bir İngiliz yüzbaşıyı maiyetine hediye ederek, ko­zasını örmeye başladığını Kurmay Albay ve Tarihçi Bursalı Mehmed Nihad Bey Larcher'den tercüme ettiği; "Cihan Har­binde Türk Harbi" adlı esere 2. cildinde şöyle bir kanaat ek­ler: "..Esasen 1827 yılında sulh. ve sükûn içinde Nauarin Li­manında yatmakta olan Osmanlı donanmasını yakmış ve Osmanlı deniz kuvvetlerini kültürden yoksun bırakmıştı. 1853 yılında da, Kırım Savaşı arefesinde müttefiki Osmanlı devletinin bir filosunu yaktırmak için Çarlık Rusyasını tah­rik etmişti..." dedikten sonra yukarıda bahsettiğimiz maiyete verilen Yüzbaşı hadisesini bu yüzbaşıyı danışman olarak kul­lanacak olanları şaşırtması, donanmamızın inşaasıni müm­kün mertebe geciktirecek, hem de yaptırılmasını önleyeme­diklerini, hiç değilse İngiliz gemi sanaayicilerinin tezgâhlarına sokmaya gayret göstermesi esas vazifesidir mealinde görüş serdetmektedir.
Denizcilik hususundaki mütalaamızın en mühim kaynağı­mız olan merhum Afif Büyüktuğrul'un denizcilik târihinin 3. cildinin 1. sahifesinde yukarıdaki görüşü adeta te'yid etmek üzere sayfanın altına koyduğu 9.nolu dipnotunda aynen alı­yoruz, şunlar yazılıdır: ".Hâkim Amiral Sayın Fahri Çöker bu kişinin anılarını (milliyet gazetesi yayını) dilimize çevirerek onu, İkinci meşrutiyet tarih yazarı Ali Haydar Emir Alpaaut'un etkisinde kalarak uzun uzun övmüştür. <Osmanlı do-nanmasında torpito silahı ve torpito-bot eğitimini büyük bir başarı ile yaptı..> diye. Halbuki Wood, kendi devletinin (irı-gilterenin) zırhlılara önem vermesine rağmen Osmanlı zırhlı­larının Halic'e çürüklüğe götürülmesinde etkili olmuştu. Ni­tekim 2.Meşrutiyette Çarlık Rusya'sı <Neden İngiliz eğilim kurulunu Türkiye'ye gönderdiniz?> diye İngiliz hükümetine resmî protestoda bulunduğu zaman İngiltere Dışişleri bakan­lığı: <Biz bu kurulu vermezsek Türk ter Almanlardan eğilin} kurulu alacaklar ve donanmalarını güçlendireceklerdi. Biz ise, Türkleri yetiştirmek değil oyalamaktayız> gibi bir resmi yanıt vermişlerdi." demek suretiyle ve bu bilgiyi İngiliz dış iş­leri bakanlığı gizli belgelerine atfen vermesi, bizim yukarıdaki ifademizde İngilizlerin, casusluk faaliyetlerinde ne kadar uzak dönemleri göz önünde tuttuğunu teyit ettiği görülüyor.

Henry Feliks Wood


İngiliz-Fransız rekabetinin tabii denizlerde nice asırlar de­vam ettiği ve edeceği herkesçe bilinen ve takdir edilen husu-sattandır. Bizim sinemalarımızda, en az elli yıl bu iki ülke de­nizcilerinin Uzakdoğu, Amerika ve Hindistan ticaret yollarına hâkim olabilme savaşlarını, fevkalade bir buluş olan sinema yoluyla bizde dahil dünyaya yayan zihniyet bu hususda geri kalmış ülkelerin insanlarını bir aşağılık kompleksini duçar et­miş ve biz adam olmayız nakaratını diline pelesenk ettirmiş­tir. Bir tahayyülat olan romanların târihle birleştirilmesi ve bunun gerek yazılı gerekese yukarıda söylediğimiz gibi film­ler yoluyla insanlara seyrettirilmesi ibret alabilen kişilerinde gözünü açtığını söylemeden geçemeyeceğim. Bu bakımdan; İngiltere ile Fransa rekabetinde takip edilecek sahne hangisi­nin önce yaptığı, mukabilinde diğerinin ne yaptığıdır.
İngiliz donanması gücünü zırhlılara istinat ettirirken, Fran­sız amiral Aubrey, "niçin İngiliz donanmasını taklid edelim, bunlara yâni zırhlılara çok para harcayacağımıza, oraya har­cananın yarısı kadar harcar çok sayıda torpidobot yapıp bu torpidobotları İngiliz zırhlılarının başına üşüştürüp, onları ba­tırırız. Demekteydi. Me varki İngilizler Faskioda W kası yü­zünden İngiliz-Fransız donanmaları savaşmak için karşı kar­şıya geldiklerinde durum anlaşılmış, Aubrey'in hesabı yanlış çıkmış olduğuna şahid olundu. Fransa,yeni mektep teorisini terk ile rakibinin silahının fevkinde silahla silahlanınız hadisi şerifi onlara söyienmiş gibi daha iyi zırhlı gemiler yapma yo­luna gitti.
Ara başlık yaparak ismini koyduğumuz mister Wood, Sul­tan Aziz ile beraber İstanbul'a döndü ve İngiliz b.elçiliğinin yatına komutanlık göreviyle devletince tâyin olunmuştu.
Tabii ki, mensubu olduğu İngiliz devletinin bahriye nazırlı­ğından, görevine uygun talimatın verildiğini asla unutmaya­lım. Wood; donanma ile meşguliyeti hayli olan Sultan Aziz ile Kaptanıderya'nın mutlaka aklını çelebilecek şekilde oniara yakınlaşmayı temine muvaffak olmalıydı. Bu talimatı en kısa zamanda kuvveden fiile çıkaran Feliks Wood, bir müşavir gi­bi kabul edildiğini görünce, esnek ileri sürüşlerle işleri yavaş­latıcı, çarpıtıcı, karşılıklı fikir sahiplerini biribirine düşürücü savlar ileri sürerek kendini göstermeye muvaffak oldu. Bah­riye nezaretinin teşkilinde,fenerler idaresinin yönetimine, boğazdaki kurtarma faaliyetleri kuruluşuna olumlu katkılar yaparak kıymetini yükseltmeyi bildi. Sultan Aziz'e yardımcı olurken, bu padişahın dünyanın'1 önemli gücü sayılan donan­masın: kurarken haylide fikir verip, İngiliz gemi tezgâhlarını Osmanlı siparişleriyle dolduruyordu. Abdülaziz'den sonra 2.Abdüihamid'e danışman olan Wood, bu padişahın inanıl­mayacak kadar takdirine mazhar oldu. Ancak biraz düşünen bir kafa Abdülhamid'in bu takdir ve iltifatları onun anlattıkla­rına olan mükafaat değil, majestelerinin hükümetinin dünya üzerindeki te'sirini pek iyi tesbit etmiş olmasındandı. Wood,günü geldi Ab- dülhamid'i temsil etmek üzere tahtta meydana gelen değişiklik üzerine yapılan taç giyme törenine gitmesi bile gerçekleşti. Bu denizci donanmamıza ülkemizde bulunduğu 42 yıl boyunca danışmanlık yaptı. Donanma Ha-liç'de çürüdü, Wood, donanmayı çıkarın çürümesin dedi de, bizimkilerini çıkarmadılar?
Henry Feliks Wood'un öncesinde biz de bir Amiral Hobart vardı. Tuna donanmamıza da kumanda etmişti. Bu zat İki yıl hizmet verdiğinde ingilizlerce geri çağrıldı. Amiral Hobart bu emre itaat etmediğinden İngilizlerce Aforoz edildi. Yine İstan­bul'a gönderilen Amiral Meker, İstanbul'daki tetkiklerini bitir­miş İngiliz bahriye nazırlığına raporunu verirken, NVood'un danışman olduğunu bilmesine rağmen şunları yazmıştı: ".Ne Osmanlı subay okulundan ne de Osmanlı donanmasından söz edilebilir..> Bu da şunu gösteriyorki; tâlimat-ı hafi olma­dıkça insanlar mesleğinin gereğini yapıyor, kulakları bükü­lenler vazifelerini bükülüş istikametinde yerine getiriyorlar. Bu bahse İngilizlerin şu üç düstûrunu aşağıya alarak son ve­relim ve Amerika'nın deniz siyasetine ve stratejisine atf-u nazar edelim. a-Fikir Birliği
b-Filo ve gemi komutanlarına inanç
c-Efkâr-ı umumiyenin deni^ meselelerine yakınlaştırılması Bunun ilk ikisi, bir eğitim ve o millet insanının motive ol­duğu değerlerin İçinde olduğundan ve biz de gayr-i müslim ve ingiliz vatandaşı olmadığımızdan bizim uzun uzun kalem oynatmamıza iüzum yoktur. Ancak; üçüncü şık yâni c'şıkkı o kadar mühimdir ki, hâni müslümanların birbirinden dua iste­meleri, birbirlerine dua etmeleri hâli vardırya, işte bu ifade yâni, efkâr-ı umumiyenin deniz meselelerine yaklaştmîmasi düstûru o ülke ferdinin her birinin bu hususda bilgi ve deniz meselesinin aile içi mesele gibi ciddiyetle mütalaası şartım getirmektedir. Hele biz, bugün biîe üç tarafı denizle çevrilmiş ülkemizde bu düstûrdan mahrumsak; millet evlâdını motive eden işaretlerde bu mevzuun bulunmamasının neticesine bağlamak kabildir.

Abd Deniz Stratejisi


Amerika denizciliğini bir efsanevi olaya dolaysıyla sembo­lizme irtibatlandırmıştır. Kuzey-Güney savaşı esnasında Ku­zeylilerin donanmasına komuta eden John Paul John, ki bu amiralin, türbe şeklindeki mezarını, ABD'nin İndianapolis'te-ki Deniz Subay Okulunun bahçesine yapmışlardır. Böylece adı geçen savaşın galibi olan Amiral John, ABD'li denizcile­rin motivasyonunda istifade edilen bir kahramandır. Bu ami­ral tutuştuğu deniz savaşında mağlubiyete duçar olacak ker­teye geldiğinde, rakibi güneyli kumandan'dan işaret alır, biz de Amerikalıyız, siz de boşuna kardeş kanı dökülmesin tes­lim olun denmektedir bu işaret mesajında. Ne varki John Pa­ul John cevabî işaret mesajında biz sava şa yeni başladık der ve devam eder. Sonunda zafer kuzeylilerin ağuşuna indiğin­de, Amiral John, İngilizlerin Güneylilere yardım eden gemile­rini de bu arada yakalar. Düşmanın rakibe yardımını önleyen Kaptan John, böylece ABD'nin denizcilerinin banisi olur. Da­ha sonraları da ABD'de başkanı olan Monroe Splandit izoias-yon politikası yâni, Amerika, Amerikalılarındır! Anlayışını hâkim kıîan politikayı tatbik ettiğinden, Amerika deniz kuv­vetleriyle birlikte deniz ticaret filosu da gelişmez. Bu hâl İngi­lizlere çok yaramıştır belkide Splandit, bu politikayı kasden uygulamışda olabilir, çünkü karanlık odalar o devirlerde de organizasyon gücünü devam ettiriyordu. Çünkü; Amerika, avrupaya sattığı silahlarla büyük para kazanırken, İngiliz ge­mileri de bunların navlunuyla ülkelerinin zenginleşmesine yardımcı oluyorlardı.
Amerikan stratejisinde şu üç nokta pek önemlidir:
a-însan unsuruna büyük değer vermek.
b-Karargâhlarda fazla insan kullanmak
c-Deniz savaşlarında pilotlardan ekonomi sağlamak için uçak bombardımanlarına, pilot kurtaracak, denizaltı harekâ­tını öne almak, (bu husus 2.dünya harbi esnasında gelişen tesbittir.m.h)

Alman Deniz Stratejisi


Prens Bismark 1870'de vukubulan Prusya-Fransa harbi sonrasında küçük küçük prenslikler hâlinde yaşayanları bir­leştirmiş ve bir imparatorluk hâline getirmişti. Avrupanin di­ğer devletleri dünyanın bir çok bölgesinde koloniler kurmuş­lar, oraya azab, kendileri ne refah getirmişlerdi. Bismark kendisine lâzım olacak koloniyi Uzakdoğu'da Çinlilerle sava­şarak temin etmişti. Öte yandan 20 sene sonra Amerikalı amiral Mahon: "Artık Amerikalılar, denizlerde İngilizlerin ye­rini almalıdır" demiş ve bu hususda bir kitap yazmıştı. Hal­buki Mahon'dan önce Almanlar, "Biz de bu üstün kan var­ken, denizlere biz hükmederiz" derlerken, İngilizlerde, Dünya adasın! çevreleyen denizlere hükmettikçe, dünya adasına da biz hükmederiz diye afra tafna yapmışlardı. Mahon'un kitabı­nın çık tığını duyan Almanya imparatoru kitabı derhal tercü­me ettirip, topladığı bütün generalleri ve amirallerini Ki] üssü adı verilen yazlık sarayında imtihana çekmişti. Bir çok mü­zakere sonrasında 2.Wilhelm'e verilen cevaplarda şu hâkim­di. Mahon kitabını çok kıyıya sahip ülkeler için yazmış. Bizim Alman deniz kıyıları azdır. Biz bu kıyılan küçük de olsa donanmamızla savunabiliriz! Dediler. 2.Wilhelm. son sorusunu deniz harekât dairesindeki deniz albayına sordu:
-Sen söyle bakalım sakallı albay, (Bu albayın beline kadar uzanan bir sakalı vardı. Bu albay diğer cevaplara uymayan bir cevap vermişti.
-İmparator hazretleri, hem dünya imparatorluğu kurmak istiyorsunuz hem de ufacık kıyı savunmasına kapılıp donan­ma yapmak istemiyorsunuz. Deniz kuvveti olmadan dünya imparatorluğu kurulamaz, donanma ise sadece savunma hizmeti yapacak bir kuvvet değil Almanya'nın her şeyini'bil­hassa ekonomisini ve kültürünü deniz aşın bölgelere taşı ya-cak bir varlıktır. İmparator:
-Peki İngiliz donanmasını batıracak bir donanma yapabilecekmisin? Sakallı Albay:
-Bu kabil değildir imparatorum. Ancak öyle bir donanma yapabilirsiniz ki, İngiltere bu donanmayı batırsa bile kendi deniz hegemonyasının zedeleneceğini düşünür ve de bize sa­vaş açamaz! Bundan dolayı Almanlar vücuda getirdikleri ilk donanmalarına Riske donanması adını verdiler. Bu sakallı albay ise, ilerinin meşhur amirali Von Tirpitz'den başkası de­ğildi. Ayrıca Alman sanayiininde kurucusu olmuştu. Fakat enterasan olan şuy- duki, imparator yazlık sarayındaki top­lantıyı noktalarken generallerine ve amirallerine şu beyanda bulunur. Hepiniz vazifelerinize avdet ediniz. Bundan sonra Bahriye nâzın ben olacağım ve şu sakallı albay'da benim müsteşarım olacaktır, demek suretiyle denize verilmesi gere­ken önemi hemen anlamıştı. Tuhaftırki bizim Sultan Aziz'İn denizcilik ve gemiler hususundaki İhtisası bir hobi, bir merak olarak telakki edilirde, Alman imparatorunun, Bahriye nazır­lığı âlay-ı vâla ile karşılanır.

Fransız Deniz Stratejisi


Fransızlar Korsanların revaçta olduğu sıralarda denizlerle fazla ilgilenmeyip, İtalyan ve Türk denizciliğine muhtaç ol­muşlardır. İngiltere Kraliçesinin, İspanya denizcilerine karşı bizim meşhur Kılıç Ali Paşay'a Mufassal Osmanlı Târihi adlı eserde birlikte çalışmayı teklif ettiği yazılıdır. Kara Harb Oku­lu tarihçisi olup ismi tarafımızca bilinmeyen öğretmen al­bay'da Amerika kıtasının Türkler tarafından keşfettiğini ispa­ta çalışmaya gayret gösterirken, Em.deniz Albay'ı Saim Bes­belli bey'de bu hususda ulus gazetesinde bilgi lendirme ya­yımlamıştır. 1490'h yılların sonuna doğru Osmanlı donanma­sı mensupları nın veya müslüman denizcilerin gösterdikleri liyakat, bu teklifleri almayı hak ettiklerini gösterir gerek ma­jestelerinden gerekse de Fransa'nın deniz sevmiyen dönem idarecilerinden. Şunu da hemen ilâve edelimki, Amerika kâ­şifi unvanlı Kristof Kolomb, uzun zaman seferde olmanın mürettebatta meydana getirdiği gerginliği ve hayatına kast edebilecek bir hareketi, adamlarına, ben bu haritayı müslümanlardan aldım, onlar adam kandırmaz ve yalan söylemez­ler demek suretiyle hitapta bulunmuş mürettebat bunun üze­rine, müslümanların Kolomb'un söylediği faziletlerle müceh­hez olduklarını bilmiş olmalarından dolayı, sakinleştikleri bi­linmektedir.
Fransız denizciliği, kendisine takip edeceği rakip olarak Ada'dakileri yâni İngilizleri sekerek denizciliğini inkişafa gay­ret göstermiştir. En büyük başarıları Cezayir'i ele geçirmeleri olmuştur. İngilizler karşısında iki mühim mağlubiyet onların tarihinde bir kaya parçası gibi sırıtır, biri Ebubekir diğer Tra-falgar savaşlarıdır. Daha sonraları, İngilizlerin meşhur teklifi geldi:  "Fransa İngilizlerin Akdeniz'deki çıkarlarını korusun,
İng iller ede Fransa'nın Atlantik'teki menfaatlerini muhafaza etsin "Bu teklife Fransa hemen sarıldı.
Sultan Aziz'in donanması diye anılan bölümü bu padişahın şehadeti neticesinde Osmanlı tahtına çıkan 5. Mehmed Mu-rad'm 90 günlük padişahlığını anlattıktan sonra sayfalarımızı süsleyeceğimizi bildirerek Sultan Aziz dönemini, şu iki hatıra ile hitama erdirelim: Birincisi; Sultan Abdülaziz Âlî ve Fuad Paşalar ile çalışmıştı. Bu iki sadrıazamı da kendi dönemi içinde çeşitli makam ve vazifelerle pişiren Büyük Mustafa Reşid yetiştirmiş idi. Bu bakımdan gerek Âlî gerekse Dr.Meh-med Fuad Paşa, Reşid Paşayı rahmete kanştıktan sonra ne­rede olurlarsa "Efendimiz" diye anarlarmış. Günlerden bir gün her iki paşada huzur-u padişahî'de devlet işi görüşür ba­zı tedbirler ittihaz ederlerken, padişahın katkılarına zaman zaman Efendimiz öyle yapardı demek suretiyle beyanda bu­lunurlar. Bunun üzerine padişah:
-Yahu Paşalar! Siz ikide birde Efendimiz de öyle yapardı diyorsunuz fakat ben biraderi mi kast ediyorsunuz diye pek ehemmiyet vermedim, konuşmanın gidişatından biraderi de kast etmediğinizi anladım. Pekiii! Sizin benden başka Efendi-nizmi var? Diye sual etmesi üzerine, her iki vezir, birbirlerine bakarlar acı bir tebessüm edip, sözü Fuad Paşa alarak:
-Efendimiz ömrünüz ve saltanatınız uzun olsun, bizim siz­den başka bir efendimiz merhum Büyük Mustafa Reşid Paşa­dır, bizi yetiştirdi, bize yolu yorumu öğretti. Her ikimizde ona medyunu şükranız. Bu bakımdan onu böyle dâima efendimiz diye anarız dediğinde, padişah ne menfi ne müsbet bir müta­laa serd etmemişti.
Sultan Aziz, padişah olduğunda, şehzadeleri pek alakadar eden mühim kararlarından biri şehzadelerin çocuk sahibi ol­malarını engelleyen kaideyi tatbikatten kaldırmış olmasıydı.
Yusuf İzzeddin Efendinin Eyüb'te bir tanıdığın konağında ya­şamak mecburiyetinde kalması Abdülaziz Hân'ın zor katlan­dığı bir hususdu. Çeken bilir misâli devlet çarkı eline geçince bu ilk bakışta makul olmayan yasağı iptali, pek güzel bir ha­reketti. Bizim ilk balışta demek sebebimiz, vakt olur bir ted­bir çok elzem olur, vakt olurki tedbirin kal karak faydası gö­rülsün. İlk tedbirin konuşunun esbab-ı mûcibesinden bihaber olduğumdan çala kalem tenkit etmeyim diye böyle ifadelen­dirdim.
Sultan Aziz bu yasağı kaldırdıktan sonra şehzadelere çe­şitli askerî birliklere katılmalarını bildirmişti. Böylece bunla­rın saray dışı işlerle daha rahat bir şekilde en azindan malu­mat sahibi olmalarını istemişti. Sultan Abdülmecid Hân, ken­disinin veliahdhğında, sokaklarda dolaşmasına, çeşitli insan­larla muhabbetine, spor hususundaki ve bilhassa güreşe eği­limi hasebiyle pehlivan güreşlerini seyretmesine hiç takılmı­yordu. Ahalide, şehzadeyi bu vasıflarıyla daha da sevmişti, buna padişah kaygılanmadığı gibi memnuniyet duymaktay­dı. Bütün bu yaşadıkları Abdülaziz Hân'a saltanatı esnasında yeğenlerine de pek müşfik olmasını getirmişti. Yeğenlerin­den, daha sonra padişah olacak olan 5. Murad bu anlayışlı amcaya sert bir şekilde yaklaşıyordu. Sultan Abdülhamid Hân ise, amucasını her şeyden önce rnü'minlerin halifesi ola­rak görüyordu. Gerek kendisinin gerekse müslümanlann ha­lifeye karşı tutumlarına pek ehemmiyet veriyordu. Sonrada amuca olarak da sevgi ve saygısını belli ediyordu. Sultan Hamid'den küçük olan Sultan Mehmed Reşad ise kimseye düşmanlık yapmayacak kadar temiz yürekli, biraz da Mevie-vî bir dervişin taa kendisiydi.
Günlerden bir gün Veliahd Mehmed Murad Efendi ma-beynde şehzadelerin oturduğu alana geldiğinde yüksek sesle düşünüyordu. Bu pala ile padişahın o koskoca karnını yaracağım bir gün diye söylenince, 5. Mehmed Reşad olarak taht-ı Osmaniye daha sonra çıkacak olan şehzade, Murad Efendiye, ".Hah iyi yaparsın, padişahın koskoca karnını ya­rarsın, devletde sana kısas yapar seni de öldürür ve hiç sev­mediğin Hamid Efendiyede tahtı kendi etlerinle hediye etmiş olursun" Demiş olduğu pek meşhurdur. Sultan Reşad'ın di-ğergâmlığı yanında, Sultan 2.Abdülhamid hân, bazı duyduk­larını halife ve padişah olan Sultan Aziz'e aktarırdı. Bunu din-i vecibe addediyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı