Sultan Aziz Hakkındaki Fetva
TTK'yâni Türk Târih Kurumunca neşredilen Osmanlı Târihinin İsmail Hakkı Gzunçarşılı'nın vefatı üzerine devam ettiren Prof.Dr. Enver Ziya Karal, adı geçen eserin 7. Cildinde 106. sahifede hâl fetvasına dâir bilgileri şöyle naklediyor, ve biz de meâlen nakle çalışalım: "Çalışmamızın başka fasıllarında nakletiğimiz gibi Serasker Hüseyin Avni Paşa'nin Sultan Aziz hân hazretlerine düşmanlığı, onun izalesine kafi karar eyleyecek dereceye kadar vardırmıştı işi. Serasker bu halde iken, devletin o sırada en popüler adamlarının başında gelen Midhat Paşa, Mirabo'nun Fransa kralına gösterdiği duruma benzer. Bu zâtın kafasında bir ideal hâline getirdiği teşkilat-ı esasiye yapmak ve parlamenter sistemle monarşik bir idareye geçmek idi. Padişaha genellikle bu fikri aşıla ma gayretleri içinde olmuştu. Zâten bu ısrarı Âlî ve Fuad Paşaların vefatı yüzünden hu şule gelen devlet adamı kısırlığı padişahın, Mİdhat Paşa yerine, Mahmud Nedim Paşaya iltifatkâr olmasını sağladı. Nitekim, eski sadrıazamlarımn ısrarlı tutumlarını hatırlıyarak, Mahmud Nedim Paşa'daki bu ubudiyeti karşılaştırdığında, Alî ve Fuad Paşaları der hatır eden Sultan Aziz bunlara benzerliği Midhat Paşa da da görmekteydi. Bir gün huzurda el pençe divan durmakta olan Mahmud Nedim Paşaya dikkat eden padişah, kendi sinin sağ ayağının başparmağı hizasına doğru baktığını hissettiği vezirine, durumu sordu ğunda aldığı cevap, Efendimiz, kula düşen padişaha hürmet onun ayak ucuna nazardan başlar demek suretiyle fevkalâde bir tabasbus gösterir ve Sultan İbrahim'in sadrı-azamı, Semin Mehmed Paşa'nın, beyan ettiği: "Siz afitab-ı cihansınız Efendimiz! Sizden hata südûr edermi?" cümlesini târihde yanlız bırakmayan bir ifade de bulunmuştur.
Yine bu padişahımızın dönemi hakkındaki çalışmamızın başka bir bölümünde bahsettiğimiz medrese talebelerinin kıvamı günü, H.Avni Paşa ve Midhat Paşanın hâl hususundaki tasavvurlarının kayıtlarına rastlandığı sayın E.Z.Karal Hoca mezkûr eserinde belirtiyor.
Sultan Aziz, medrese talebesinin kıyamı sonrasında sadarete getirdiği Mehmed Rüştü Paşa, bir gün padişahdan para talebi geldiğinde, eş dost arasında para yok ben nereden bulayım diye yüksek sesle düşünürken,- duruma şahid olan Midhat ve H.Avni Paşaları bu hâl hususunda Rüşdü Paşayı iknaya çalıştıklarını öğreniyoruz ve Rüşdü Paşanın en baştaki tereddüdünü göz önüne alan Midhat Paşa, sadrıazama: "Eğer maksatta ittifaktan ayrılırsan Bayezid Meydanında milletin seni pare pare edeceğini düşünmelisin"diyede tehdit ettiğini kaydeder, Prof.Karal.
Prof.Karal; bu safhadan sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendinin ikna edilmesine geçildi haberini verirken, Midhat Paşanın konağında Anadolu Kazaskeri Kara Halil Efendi'nin, yapılan toplantı esnasında, Padişahın, mülk ve milleti tahrip, beytülmali israf ettiği öne sürülerek hâl'i için fetva meselesi görüşüldüğünde adı geçen Kazaskerin, "..bu eırtr-i hayra, çarşaf kadar bir fetva veririm" demesiyle birlikte, işin şer'î tarafı da yoluna sokulmuş oluyordu.
Yine bu esere göre, ahalinin vaziyeti hakkında, şu gözlemler ileri sürülmektedir: basın üzerinde sansür azaldığından dolayı, dikkat çekici makalelerin ve haberlerin, yazıldığı görüldü. Padişah hakkında net bir tenkit görülmemekle beraber, M.Nedim Paşa hakkındaki neşriyat, Rusya taraflısı politika ve Rus elçisi İgnatiyef'le alâkalı neşriyat pek kesif idi en-. teresandır ki bu arada sadaret M.Nedim Paşa da değildir. Ancak anlaşılan o dur ki, padişah, bu kendine muti devlet ada5 mini yeniden sadarete getirme tasavvurundadir böylecede yapılan neşriyat bu tâyini önlemek veya işi kızıştırmak için yapılmaktadır, hükmüne varılabilir.
Öte yandan efkâr-i umumiye basının yazdiğıyla kendini yönlendirirken, Süleyman Hüsnü Paşa'nın, fetva makamına gittiği görüldü. Müşahede olunan oydu ki, Hayrullah Efendi yeniden tereddüde düştüğü idi. Sert ve asabi mizaçlı Süleyman Paşa, şeyhülislâma: "Efendi hazretleri artık iş işten geçti. Şu dakikada bir çok muhterem paşalar bir dâimi tehlike içinde bulunuyorlar. Bunların hayat ve selameti sizin'elinizdedir" şeklinde ki beyanıyla Şeyhülislâm Hayrullah Efendinin işi yapmayacak hâle gelmesini bu sözlerle önlemiş oldu. Halifenin hâl'i için ya mecnun (ne yaptığını bilmez olması) veya küfrüne karar verilebilecek hareketlerin sahibi olmasıydı fetva tanzim edilmesi için. Birinci yol yâni, mecnunluk bahsini öne almak tarafını seçti ve şu sözlerle fetvanın yazıldığı kâğıdı donattı: "Emirilmü'minin olan Zeyd, muhtelişşuûr ve umuru siyasiyeden bibehre olup, emuâl-i miriye'yi mülk ve milletin takat ue tahammül edemeyeceği mertebe masarifi nefsaniyesine sarf ue umuru diniye ue dünyeuiyeyi ihlâl ue teşviş ve mülk ue milleti tahrip edip bekası mülk ue millet hakkında muzır olsa,hâl'i lâzım olurmu? Elceuap otur " Şeklinde tanzim olunan fetvaya göre; Abdülaziz hân, şuuru muh-tel yâni mecnun idi bundan dolayı da siyaset işlerinden anla-mıyordu. Buna bağlı olarak böyle halife mülk ve millete zararlı idi. Bu bakımdan azli gerekirdi! Peki bu fetvayı vereni, isteyenleri bulundukları göreve getiren o zâtın tâyin ettikleri kimselerdi ki bu da hayli mühimce bir tenakuz idi!
Sultan Abdülaziz; avrupa'ya seyahat yoluyla giden ilk ve son Osmanlı padişahıdır. Diğerleri ise, ya savaş, ya fetih ya da vatan^üda olduklarından gitmişlerdir bu kıta'ya. Sultanın gezisine katılmış bulunan İstanbul Şehremini Ömer Faiz Ffendiye, sadrıazam Âlî Paşa ve Hâriciye nâzın olan Dr.Büyük Mehmed Fuad (Keçecizâde) Paşa, Faiz Efendiye müşahedelerini bir müsvedde hâlinde yazmasını ve devlete vermesini istediler bunun önemli bir vatan hizmeti olduğunu hatırlattılar. Hafız Ömer Faiz Efendi cidden münevver bir kimse olarak gördüklerinden dersler çıkarabilecek kapasiteye hâiz bir insandı. Sahifelerimizi bu zâtın tutmuş olduğu notları, bize "Avrupa'da Sultan Aziz"adlı kitabı okuma şansı vermiş bulunan Midhat Cemal Kutay'ın bu eserinden ilk olarak Faiz Efen dinin şu müşahedesini, böylecede ne kadar hassas bir vatanperver olduğunuda ortaya koymasını anlatan satırları, sahi-femize dercederek sizlere duyuralım muhterem okurlar" "..Burada büyük bir acı kalbimizi parçaladı. Sarayın bahçesinde meuzi tutmuş Fransız müstemleke askerleri içinde Cezayir taburunu da gördük. (İçyüz yıl bizim olan Barbaros Hayreddin'in diyarının eulâtları şimdi eski Hakan'larını başka bir deuletin silahları elinde, başka bir devletin üniforması ile selâmlıyorlardı..."
İngilizlerin Dizbağı Nişanı
İngiliz devletinin ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden herhangi biri ölmeden, yirmibirinciye verilmiyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultân Abdülaziz'e bu seyahatte verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme töreninden o dönemin İstanbul Şehreminî olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım, tabii bu raporun müsveddelerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın Avrupa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ket-meden vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini nakledelim sonra da Osmanlı Hâriciye nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen nişanı ret ve istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde kendini hissettiği kıtırı nakledelim ve devlet adamlarınin, iş beceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan efdaldir anlayışına misâl olarak gösterilebilecek vak'adan olduğunu da hatırlatmış olalım.
İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanımlarından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri Kontesi şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sırada Kral 3.Edvard, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fedakârlık kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı tamamlar bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olunur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazipleştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi başpiskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kimsenin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard, metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batıla daha yardımcı olmasını sağlıyordu.
Yine Karter nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sembolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağına dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri esnasında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a meziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur.
Sultan Aziz'in avrupa seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin önemli tarafını padişahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı, ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire şayan bir hareket kabul edilmiştir.
İşte dikiş makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine bağlı ibreyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böylece vuruşun sıkletini gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler, oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim seni! Şunlara Müslüman Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, makine dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi havada uçmuş. Bu vuruşu merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.
Avrupa seyahatinin, pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa gelmeyeceklerini ümid etmek istiyorum.
HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE
Yukarıdan beri takdime çalıştığımız İstanbul Şehremini Hafız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi dolay siy ta dünyanın dört yanından onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların civarında umumi yemek yerleri gördük. Buralarda yemek yiyecekler kendi kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizliyorlar. Buralarını belediyeler hiçbir kâr gözetmeden işletiyorlar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda temiz, doyurucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına imkan yok, çünkü kadınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri değil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efendi biraderimiz ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o bu satırları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor bunun çâresinin bulunmasını istiyoruz dediklerinde, darülfünunda hemen bayanlar için okula giriş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın kerimesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır. Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Maksat aynı olunca vasıtaların farklı olması o kadar mühim değil. Bakınız o devirde yardımlar gizlice ve alan vereni görmesin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük meydanlarında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini meydana getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.
Bizim bu satırları koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi, Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olamamışlar. Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden çözümleyemiyorlar. Halbuki kadınlara sadece onların gidebildiği Pazar kurulduğu bizim istanbul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları, Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme kurumlarını büyük şehirlerin fakir ve gariblerini günde hiç değilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabldotunda pek ucuza, sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.
Sultan Aziz'in Özellikleri
Bir insanın ahali tarafından şahidi olunmayan hususiyetlerini yakınları ve de çalışma arkadaşları biiirler.Bunlara bir de vazifeleri o kişiye hizmetle görevli olanlar şahsi ahvaline muttali olurlar. Padişahlar da böyle olup, Sultan Aziz hazretleri de bunlardan biridir, nitekim, Şeyhülislâm Hoca Saded-din Efendinin babası, Hasan Çan'ın oğluna anlattıkları olmasa ve merhum şeyhülislâm, bunu târihlerin muhteşemi olan Tâc'üt tevarih'de yazmasaydi nereden öğrenecektik bunları misali, Abdülaziz han'inda hizmetinde bulunanların padişahın ahvaline vukufları tabiidir. Bu hususta saray hizmetinde olanların anlatımında ortak noktalar pek ziyadedir.
Adetâ söz birliği etmişlercesine ifadeleri, önce namaz hususunda olup, evkat-ı hamseye, yâni beş vakte hassas olduğunu sabah namazının ise müdavimi olduğu, namazdan bir vakit sonra yeniden yaptığı Sünnet-i Resulallaha ittiba ile Kaylule yapmasıdır. Devletin işleriyle meşguliyeti daha ziya-je öğleden sonraki vaktini alırdı demektedirler. Tasavvufi anlayışındaki derinlik, onun nısfiye çalışında kendini belli ettiğini söyleyenler ekseriyeti teşkil ederler. Geceleri çok geç yatarlar fakat sabah ezanını huşu içinde dinlerdi. Yaz geceleri saray'ın salonunun geniş pencerelerini açar 3.Selim gibi Bo-ğaziçine doğru yönelerek elindeki ney'i üfler, denizin hışırtısına o yüce sazdan çıkan nağmeler eşlik ederdi. Yorulmak bilmez saatlerce ney'ini üflerdi. Şarkılarının çoğunu kendi güfteleri teşkil etmektedir. Muhayyer devr-i hindî makamına bir hâne ekleyecek kadar nota'ya vakıf olup, amcası 3.Selim ve pederi 2.Mahmud'un seviyesine yükselmiş besteleri vardır. Aşağıda güftesini vereceğim eseri, sevgili hanımı Mihrişah Sultan'm, hastalığı esnasında ön ce güfteyi yazmış, bilahire bestelemiş ve kendisine hediye etmek inceliğini gösterecek kadar da hassas bir aşık olabildiğini sergilediği söylenir bir çoklarınca..
" Bihuzurum nâle-i mürg-i dil-i divaneden Fark olunmaz cism-i bimarım bozulmuş ianeden, Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden? Terk-i can etsem de kurtuls^m şu mihnethâneden."
Askeri doktorlardan miralay Galip Bey, padişahın irtihali sonrasında padişahın evrak-i metrûkesini tasnif için vazifelenmiş heyete riyaset ederken, Sultan Aziz'in eünden çıkma rika ve sülüs levhaların hattına hayran olduğunu belirtmekten kendini alamamış dahası bir kaç tane kara kalem tabloyu, yarım bırakmış olduğu şarkı bestelerinin hükümet kara-nyla Sultan Aziz'in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendiye verildiğini ifade ederken her birinin san'at eseri olduğunu söylemeden edemediği görülür.
Çok kuvvetli bir itikada sahip olan Sultan Aziz'in Şeyhi, Sadreddin Çelebi olup, şer'î ilime Rumeli Kazaskeri, Eğinli Zeynelabidin Mehmed Efendi'nin hocalığında vukufiyeti olmuştur. Pek güzel üflediği nay(ney)de üstadı Ferik Neyzen Yusuf Paşadır. Musikî ve hat derslerinde hocası ise 1801 ile 1876 yılları arasında Ömür süren Mustafa İzzet Efendidir. Bu zât son dönemin en'lerinin başında gelir, nâkiybüleşraf, büyük hattat, müthiş bir bestekâr, güfteleri hayli olan şâi-r, müellif yâni bu günkü lisanla yazar, hânende(şarkı söyleyen), ney virtiözü olup, hem Kadiri hem de Nakşi idi. Padişahın diğer bir hocası Rumeli pâyeli Akşehirli Ömer Efendidir. Mümtaz Efendide Fransızca, Coğrafya ve Târih dersinin hocasıydı.
Efendim Sultan Aziz'in çok güzel bir bestesi de acem-i kürdî sirtosudur. 2000 yılı yazının ortalarındaydik. O sırada Radyo/Çağ'da târihi vak'aları ağırlıklı olarak anlatmağa çalıştığım Metanet Köprüsü adı verdiğimiz bir programım vardı iki saat sürüyordu târihe merak duyan dinleyenlerim ricalar da bulunurlar, bu sohbet esnasında padişahların bestelemiş oldukları eserleri çaldırmamı isterlerdi. Fakir de; İstanbul Büyükşehir Belediyesin ce, Kültür Anonim Şirketinin delaletiyle Lâlezar Mûsikî Topluluğuna yaptırtmış olduğu CD'lerden mürekkep güzel bir albümü, bizzat İstanbul Şehre-minî olan, Ali Müfit Gürtuna Beyefendi bize ihda buyurmuşlardı. Ben de o parçalan çalardım. Böylece eserden müessire biz de, dinleyende vecde gelirdik bu padişah bestelerinin nefasetinden. İşte bir gün program saatime giderken Kısıklı'da otobüsten inmiş ve Küçük Çamlıca'ya tabanvayla çıkacağımdan, Kısıklı Abdullah Efendi Camii şerifinde namazı İade edip, yokuşa kendimi öyle vurayım dedim. Hemen camiin volunu tuttum. O sırada volkmenimin kulaklığından Sultan Aziz hân'm bestesi olan acemi kürdi sirtonun o nefis nağme-|erjni duymağa başladım. Camiin kapısına yaklaşıyordum ve ben de adımlarımı küçültüyor, yürüyüşümü yavaşlatıyordum. Parça bütün nefasetiyle icra olunuyor, ben huşu içinde dinlemekteyim. Fakat bitmiyor, ben ise her küçük adımla câmün kapısına yaklaşıyordum. İçeri girmeden icra tamamlansa diye dua ederken, meyana geçen icraacılar beni, parça bit- meden içeri girmeme kararına vardırdılar. Kapıda dikilmişini, parçanın nihayete ermesini bekliyorum ve de bir elimle usûl tutuyorum. Arkamda bir ses, ya gir ya çekil!
Diye seslendi. Yol verdim geçti. Parça bir kaç saniye sonra nihayetlendİ. Kün emrinin yâni ol emrinin verildiği anın; kaf -dan, nuna gelen zaman diliminin o yakalanamaz ahengini bir çoban, dağlarda tepelerde ararsa, bir sultanda saray salonunun akıp giden boğaz sularına bakarak ne için aramasın? Bizim gibi bir nadan da, o arayıcının eseri olarak düzene girmiş, acemi kürdî sirtoyu dinlerken farkında olmayarak, camiin kapısını varsın tıkamış olsun ne çıkar.
Kutay'ın Kaleminden Hâl Ve Katl
Kim ne derse desin, insanlar kendi fikirlerini müdafaaya kimseye hakaret etmemek şartıyla tabii hak olarak görüp bunu yaşayabilmelidir. Bir çok kimse ve ben de kimilerinin yorumlarına katılmasamda, târih ilmine, millet hafızasına yaptığı hizmetleri göz önüne ctîarak kimseyi sıfırlamam ve bu mevzuda şöyle düşünüyor, bu bakımdan bütün düşünceleri keen-lemyekün'dür demem. Her çiçekte bal olacağını düşünürüm. Midhat Cemal Kutay büyük yanlışlarının yanında millet hafızası olan târihimize ait nice hatıratı, vekayii yâni olayları, engin osmanlıcasıyla gün yüzüne çıkartmış, nice nisyana düşürülmüş millet evlatlarının yeniden okunmasına öğrenilmesine yol açan ifşaatlara imza atmıştır. Bu gün yüz yaşına yaklaştığında berrak hafızası ile târihe bakışını devam ettirebilmesi kendisi için bir nimettir. İşte bu zâtın; Avrupa'da Sultan Aziz adlı kitabının 267.sahifesinden şu alıntıyla baslıktaki ifadeyi değerli okurlarıma nakledeyim diye karar verdim. "Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmek isteyenlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hayrullah Efendi vardı. Bu hava içinde Sultan Aziz'e nihayet, Sultan Aziz'e karşı bir darbe hazırlan mış ve plânlanmıştı. Bu plan 30/mayıs/1876 Salı gecesi uygulamaya konuldu. Sultan Aziz'in kaldığı Dolma-bahçe Sarayı derin bir sessizliğe gömülmüş uykuya dalmıştı. Hafif bir yağmur yağıyor boğazdan esen rüzgârın etkidiyle çırpınan dalgalar Dolmabahçe Sarayının rıhtımını dövüyordu. Padişahın kendisine karşı hazırlanan darbe teşebbüsünden haberi yoktu. Harp okulu öğrencileri her akşamki gibi yat borusu yla beraber atakhanelerine çıkmışlardı. İki saat sonra Taksim tarafından bir araba gelerek Harpokulu'nun kapısının önünde durdu. Arabadan Süleyman Paşa indi. Okulun subayları tarafından karşılanan Süleyman Paşa,ku-mandan odasına çıktıktan sonra subayların hepsini topladı ve şunları söyledi: <.Arkadaşlar devlet ve millet bu gece sizlerden büyük ve kutsal bir görev beklemektedir. Eğer bu görevi yerine getiremezseniz devletimiz yıkılacak ve milletimiz perişan olacaktır Devlet işleri Rusların eline düştü. Babıâli Rus elçiliğine döndü. Vükela ve ulema Sultan Abdülaziz'in tahtından indirilmesine karar verdi. Hizmetin büyüğünü siz-leşe emanet ettiler. Öğrencilerle birlikte doğruca saraya giderek padişahı tahttan indireceğiz> Şeklinde hi tabesine başlayan Süleyman Hüsnü Paşanın şöyle devam ettiğini ifade eder Kutay: "Subaylar bu teklifi kabul etti ve kalk borusu çaldırarak topladıkları öğrencileri silah- [andırıp yola çıkardılar, öğrencileri Gümüşsüyü kışlasının arkasından Dolmabahçe sarayının önüne geldiler. Paşalar burada bulunuyordu ve saray askerler tarafından sarılmıştı. Sü-leuman Paşa yanına aldığı bir kaç subayla beraber Şehzade Murad'ın kaldığı dâireye gitti. Şehzade Murat'ı uykusundan uyandırdılar. Süleyman Paşa; telaş ve heyecan içindeki şehzadeye şöyle dedi: <Amcanız Sultan Aziz millet ve vükela tarafından tahtından indirildi. Siz tahta çıkarıldınız> Sultan Murat'ı tahta çıkarmak için bir arabaya bindirerek saraydan Serasker kapısına götürdüler. Hemen cülus ı<v: in atıldı. Top seslerinden uyanan Sultan Abdülaziz heyecan ve tedirginlik içinde:
-Bu toplar cülus topuna benziyor! Dedi.
Sultan Aziz'in annesi içeri girerek, Murat'ın taht'a çıkarıldığını soluk soluğa oğluna bildirdi. Abdülaziz neye uğradığını şaşırmıştı, üzgün oe endişeli bir tavırla sara- yın salonunda dolaşmaya başladı. Paşalar, Sultan Aziz'i Topkapı Sarayına götürmeyi kararlaştırdılar Karar Sultan Aziz'e bildirilince kendisi gitmek istemedi fakat ik- inci defa aynı karar kendisine iletilince kılıcını beline kuşandı. Yanına şehzadelerinden Yusuf İzzeddin Ue Mahmud Celaleddin'i alarak Dolmabahçe sarayının rıhtımına indi. Rıhtımda duran çifte saltanat kayığına binerek Topkapı Sarayına götürüldü. Tahttan indirilen Osmanlı padişahını Topkapı Sarayında 3.Selim'in öldürüldüğü odaya koydular. Bu^duruma çok üzülen ve telâşa kapılan Abdülaziz: <Amcam Sultan Selim'in kaldığı oda burasıdır diye endişesini belirtti. Kendisininde öldürüleceği düşüncesi kafasının içine bir hançer gibi saplanan 32. Osmanlı padişahı Sultan Aziz'in manevi gücü yıkılmıştı. Bu hava içinde oturup yerine geçen 5.Sultan Murad 'a şu mektubu yazdı: <..Önce Cenab-ı Hakk'a sonra da size sığınıyorum. Millet hizmetinde çok çalıştım. Fakat muvaffak olamadığıma çok üzülüyorum. Sizin muvaffakiyetinizi temenni ederim. Kendi silahlandırdığım askerlerim beni bu hâle soktular Duyduğum acılardan beni kurtarmak için başka bir yere naklimi rica eder, Osmanlı saltanatını Abdütmecid Hân nesline terk ederim.> Sultan Aziz bu mektubu yazdıktan sonra yanındakilere: <beni öldürecekler> diyerek korkunç endişesini tekrarladı.
Taht'a çıkan 5.Murad, saltanatının kendisinden önceki sahibinin mektupta bildirdiği isteğini kabul etti ue Sultan Aziz'i Feriye Sarayına naklettirdi Sultan Abdülaziz, tahtdan indirilişini bir türlü İçine sindiremiyor geceleri gözü uyku tutmadığı için sinirli bir halde odasında dolaşıp duruyordu. Abdülaziz, Feriye Sarayında geceli gündüzlü Kuran-ı Kerim okuyor, namaz kılıyordu. Sultan Abdülaziz'in bir hapis hayatı içinde günlerini geçirdiği Feriye sarayının çevresini asker kuşatmıştı. Nöbetçi subaylardan birinin, kendisine Aziz Ffendi diye hitab etmesi, bir iki gün öncesinin saltanat temsilcisi eski padişahı çok üzmüştü, adetâ kahretmişti. Sultan Aziz'in tahttan indirildiğini duyan Rus büyükelçisi de çok şaşırmış ve adetâ deli'ye dönmüştü. Büyükelçi; Rusya'nın bu işe rıza göstermeyeceğini söyleyerek tehditlere başlamıştı. Ruslar elçilik binalarına da bayrak asmamışlardı. İngilizler ve Fransızlar İse Sultan Aziz'in tahttan indirilmesini memnunluka karşılamışlardı. Feriye Sarayında sonu endişeli bir bekleyiş içinde Sultan Aziz'in gün geçtikçe sinirleri bozuluyordu. Sert mizaçlı ue iri yapılı Sultan Aziz'den paşaların hepsi çekiniyordu. Hüseyin Auni Paşa, padişaha belindeki kılıçla, öteki silahları aldırtmıştı. Bu olaydan sonra Abdülaziz'in öldürüleceği yolundaki endişesi kâbuslu bir inanç hâline gelmişti. Ve biliyorduki, kendinden önce tahttan indirilen padişahların hepsi öldürülmüştü.(Bu ifadeye katılmak mümkün deâil.m.h) Osmanlı saltanatının bu acımasız ve kanlı geleneği şimdi kendisini bekliyordu. Bu korkunç inanç içinde kıvranan Sultan Abdülaziz geceleri sık sık uya- nıyor yatağından fırlıyor ve pencerenin Önüne koşuyor endişeli bakışlarla dışarısını gözlüyordu. Sultan Aziz; bir sabah kahvaltı için bir kâse çorbayla ekmek istemişti Çorba olmadığından, kendisine lapa gönderilmişti, üzüntü ue sinir cenderesindeki Abdülaziz lapayı yemiyerek geri göndermişti. Bu haua içinde Sultan Aziz son günlerine geldi ue tahttan indirildikten otuzbeş gün sonra, esrarı bugün de kesinlikle aydınlanmamış bir biçimde intihar etti veya öldürüldü. Sultan Aziz,4/haziran/1876 Pazar tesi günü Mabeynci Fahri Bey'i çağırtarak ondan günlük gazeteleri istedi. Gazeteleri inceden inceye okuyan Sultan Aziz gördüki, hayat kendisinin dışında akışına devam etmektedir Annesinden sakalını düzeltmek İçin bir makasla bir ayna istedi. Târihin esrarı işte bu makas üzerinde düğümlenmektedir. Olayın bundan sonrası târihte iki ayrı şekilde yer almaktadır. Önce birinci şeklini anlatalım. Sultan Aziz'in bu makasla biteklerini kestiğini kabul eden rapor olayı şöyle ortaya koymaktadır; <Suttan Abdülaziz annesinden makas aldıktan sonra yattığı odanın kapısını kilitledi. Makası eline alarak her iki kolunun kan damarlarını o küçük makasla kesmiş, fazla kan kaybından yere düşerek ölmüşlüı:> Sabahleyin odanın kapısı açılmayınca ve içeriden bir ses alamayınca, kapıyı kırıp içeri girenler Sultan Aziz'in kanlı cesedini minderin önündeki tyasırın üzerinde buldular.
Abdülaziz'in ölümünü bir intihar değilde cinayet olarak kabul eden görüş ise hazin olayı şöyle anlatır: "Sultan Abdü-laziz'i tahttan indiren Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi herşeye hâkini durumdaydılar. Bu ıslahatçı gurup, Sultan Aziz'i tutmak maksadıyla kuvvetli ue iri yapılı dört pehlivanı Feriye Sarayına gönderdiler. Bunlar Cezayirli Mustafa Pehlluan, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Mustafa Çauuş ue Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivandı.
Mabeynci Fahri Bey'de hükümetin adamı olarak buradaydı. Fahri Bey de güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti Geceyi karakolda geçiren pehlivanlar sabaha karşı Fahri Bey tarafından Feriye Sarayına alındılar Fahri Bey, Yozgatlı Mustafa Pehlivana beyaz saplı keskin bir çakı verdi. Ali ve Necip adlarında iki subayda bu pehlivanlara yardım etti Pehlivanlar Abdülaziz'in yattığı odanın penceresinden içeri girdiler. Tav-şan uykusu denen hafif bir uykuyla kendinden geçmiş olan Sultan Aziz,iri kıyım pehlivanları karşısında görünce birden yerinden fırladı. Bu sırada bir pehlluan kadar kuvvetli olan Mabeynci Fahri Bey,eski padişahın üzerine atılarak kollarını tutup arkasında çaprazladı. Cezayirli Mustafa ile Boyabatlı Mehmed, Sultan Aziz'in dizlerinin üzerine oturup onu hareketsiz duruma getirdiler, Yozgatlı Mustafa da elindeki çakıyla Abdülaziz'in bilek damarlarını kesmeye hamlettiği sırada Sultan Aziz, kahveci çıraklığından mabeynciliğe getirttiği Fahri Bey'e şöyle dedi:
-Şu kestirmeğe kıydığın eller sana bir kaç gün önce sedef bir teşbih vermemişmiydi? ..Sultan Aziz sözünü tamamlaya-mamıştıkı, çakının damarlarının içine girmesiyle:
-Aman Allahım! Diye feryat etti. Sultan Aziz'in ağzına mendil tıkadılar. Bu dehşet verici cinayetin işlendiği odanın kapısını Necip ve Ali adındaki subaylar tutuyordu. Sultan Abdülaziz kanlar içinde yere yuvarlandı. Odadaki makası da olaya cinayet süsü uermek(vermemek olması lâzım! M.H) için cesedin yanına bıraktılar. Bu kanlı cinayetin işlenmesi ve suçlularının kaçması beş dakika kadar sürmüştü. Sultan Azı z'in öldürüldüğünü duyan cariyeler ve annesi Perleuni-yal Sultan feryada başladılar Annesi, oğlunun kanlar içindeki cesedine kapanarak göz yaşı döktü. Hüseyin Avni Paşa Kuzguncuk'taki yalısından beş çifte kayığına binerek kısa zamanda Feriye Sarayına geldi. Abdülaziz'in cesedi karalola aötürülerek, oradaki kahve ocağının yanında erlere mahsus olan ot minderlerden birinin üzerine konuldu ve üzerine de pencerelerden birinin perdesini çıkarıp örttüler. Aradan çok. geçmeden yabancı elçiliklerden doktorlar gelerek, Sultan Aziz'in intihar ettiğine dair rapor verdiler "
Böylece 1950'den beri ülkede bir takım târihî vak'aların arka plânını sunan Midhat Cemal Kutay'ın Abdülaziz Hân, Öldürüldümü? İntiharını etti? Sorusuna dâir iki hususuda, nakletmiştir ve bizde sahifelerimize alarak tercihi okura bıraktık.
18/Şubat/1830'da dünya'ya gelen Abdülaziz Hân, 46 sene, 3 ay, 6 gün berhayat olduktan sonra 4/Haziran/I876'da irtihal-i dâr-ı beka eyledi. Sultan Mahmud Türbesine defno-lundu, bu türbede daha sonra da 2.Abdülhamid Hân'da def-nolunduğundan, Çenberlitaşla Di vanyolu yolu arasında ve Türbe durağı olarak anılan yerde, Köprülüler Kütüphanesi ile karşı karşıya olan türbede üç padişah, Sultan 2.Mahmud, Sultan Abdülaziz ve 2.Abdülhamid Hânlar ebedi uykularını uyumaktadırlar. Sultan Aziz, 32.Osmanlı padişahı olup, 24.Osmanlı halifesidir.
Sultan Abdülaziz'in Hanımları Ve Çocukları
Sultan Abdülaziz Hân; beş hanım ile izdivaç yapmıştır. Bu hanımlarından yedi tane kızı altı tane erkek evlâdı olmuştur. Bu izdivaçlarının ilkini, Batum 15/mart/1835 doğumlu Dürr-i Nev hanım ile 1856'da Dolmabahçe sarayında yapmıştır. Bu hanımefendi'den birinci evlâdı olarak, Yusuf îzzeddin Efendiyi dünyaya getirmiş, peşinden de Salına Sultanhanımı Abdü-laziz Hân'a vermiştir. Sultan Aziz'in saltanatı boyunca başka-dınefendi olarak ömür sürmüştür. Evlilikleri 20 yıl sürmüştür. Padişahın şehadeti ile evliliğin sonu gelmiştir. Bey'inin arkasından 19 sene, 6 ay berhayat olmuştur.4/aralik/l 895'de Feri ye Sarayında irtihal-i dar-i beka eyleyen Dürr-i nev hanımefendi, Abdülaziz'inde defne edildiği Sultan 2. Mahmud Türbesine i'tırnak olunmuştur. Meşhur tenisçilerimizden Enes Talay, Dürrinev kadmefendi'nin yeğeni olup, yine meşhur Ressam İbrahim Çallı'mn kızı Belma hanım ile izdivaç-yapmıştır.
Sultan Abdülaziz Hân, 2. izdivacını da Edâdi! hanımefendi ile yapmış olup, bu hanımın 1845'de doğmuş olduğunu, izdivacın ise 1861'de vukubulduğunu bu evliliğin meyvesi oia-rak şehzade Mahmud Celâleddin Efendi ile küçük yaşta vefat eden Emine Sultanhanımı dünya'ya getirmiştir. Evlilikleri 14 sene sürmüş Edadil hanımefendi 30 yaşında olduğu halde 1875'de vefat etmiştir. Makberesi Sultan 2.Mahmud türbesi olmuştur.
3. İzdivacını Sultan Abdülaziz Hân,1846 doğumlu Hayran-ı dil hanımefendi ile yapmış, bu hanımefendi Kars doğumlu olmakla beraber Çerkesler'den olduğunu da söyleyelim. Bu hanımefendi ilk olarak Nâzime Sultanhanımı dünya'ya getirmiştir. Bilahire, sadece halife sıfatıyla Osmanlıyı temsil edecek olan, Abdülmecid Efendi dünya'ya gelmiştir.
26/Kasım/1895'de 49 yaşında olduğu haide Ortaköy'deki saray da vefat eden Hayran-ı dil hanim, Dürrinev hanımın vefatıyla 1.kadınlığa irtika eylemişti. Sultan 2. Mahmud türbesine defnolundu.
4. Evlilik, Sultan Abdülaziz'e Neşerek hanımefendi ile nasip oldu. 1848'de İstanbul civarında dünya'ya gelmiş olan bu hanımefendinin asıl adının Nesteren, kısaltılmış olarak Nesrin olduğunu T.Yılmaz Öztuna Beyefendi, Hanedanlar adlı eserinde kaydediyor. Vefatı maalesef, hâl esnasında hasta olan bu hanımefendi,o haliyle sandal'a bindirilmiş yağan yağmur altında ıslanması hastalığın ilerlemesine sebeb olmuş 1 l/haziran/1876'da 28 yaşında olduğu halde padişah kocasının şehadetinden 7 gün sonra vefat eylemiştir. Bu hanımefendi Çerkeslerden Burahay kabilesi şefi Gazi İsmet Bey'in kızı idi. Kuzey Kafkasya muhaceratı esnasında Silivri'ye gelip yerleşmişlerdi. Yenicâmi Türbesinde gömülüdür. Hüseyin Avni Paşa'yi, Midhat Paşanın konağında basıp öldüren, şehid-i aziz Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey, bu hanımefendi hazretlerinin kardeşidir. Bu zât hakkında ilerliyen sahifeleri-mizde asrın en cesurane hareketini anlatan ve daha önce Cuma Dergimizde yayımlanmış bir yazımızı okuma parçası lejandı altında okuyacaksınız.
Padişah Abdülaziz Hân'ın 5.hanımefendisi,8/Temmuz 1856 Hopa doğumlu Gevheri kadınefendidir. İzdivaçların! gerçekleştirdikleri târih 1872 olup, Esma Sultan ile Şehzade Seyfeddin Efendinin valideleridir. 6/Eylül/1884'de 28 yaşında olduğu halde ahiret yolculuğuna çıktı. Yenicâmi 5.Murad Türbesine defnolundu.
Sultan Abdülaziz Hân'ın kız çocuklarına gelince bunlar, sırasıyla 1862'de doğan Saliha, 25/Şubat/1866'doğum!u Mazime, 30/Kasım/1866 doğumlu Emine, 21/Mart/1873'de doğmuş bulunan Esma ve 1874'de Fatma, 24/Ağus-tos/1874'de doğmuş bulunan Emine ve babasının vefatından sonra 1877'de doğup aynı yıl vefat eden Münire Sultanha-nımlardır.
Bunlardan; Sâliha Sultanhanım, 1941'de Kahire'de 79 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. İlk nişanlısı, Prens İbrahim Hilmi Paşa olmuş fakat Sultan 2.Abdülhamid tarafından nişan iptal ettirilmiştir. 20/nisan/1889'da Zülküfl Ahmed Paşa ile izdivaç ettirilen Saliha Sultanhanımın evliliği 53 sene imtidat etmiştir. Paşa 1941'den sonra vefat etmiştir.
Nâzime Sultanhanım, 25/Şubat/1866'da Dolmabahçe sarayında doğmuştu. 1947'de Beyrut'un Cünye kasabasında 80 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Dadssı Tâhir Mevlevi Olgun'nun annesidir. Şam'da, Sultan Selim Camiinde med-fundur. Bu sultanhanım Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sarayında 20/Nisan/1889'da evlendi. İzdivacı 58 yıl sürerek 1947'de vukubulan vefatıyla sonuçlanmıştır.
üçüncü Sultanhanım olan Esma Sultan 21/Mart/1873'de dünya'ya gelmişti. Esma Sultan: 20/Nisan/1899'da ablalarının düğünüyle birlikte yaptıran Sultan 2.Abdülhamid, Kaba sakal Çerkeş Mehmed Paşa ile evlendirdi. İzdivacının 10. yılının 17. gününde eskilerin vâz-ı hami dedikleri doğum esnasında şehîden vefat etti. Kabasakal Çerkeş Mehmed Paşa 2.Meşrutiyetin akabinde vukubulan 31/Mart hadisesi sonrasında İttihatçılar tarafından idam edildi.
4. kız olan 24/Ağustos/l 874 doğumlu Emine Sultan, 12/Eylül/l 901'de Yıldız Sarayında Damad Mehmed Şerif Paşa ile izdivaç etti ve bu 18 sene, 4 ay, 17 gün süren bir evlilik dönemi geçirdi. Emine Sultanhanım, 46 yaşın içinde olduğu 29/Ocak/1920'de vefat ederek, 2. Mahmud Türbesine defnolundu. Diğer üç kızı ise bir biyografi verecek kadar yaşayamadılar.
Sultan Abdülaziz'in erkek çocuklarına gelince 1 l/Ekim/1857'de dünya'ya gelen ve Yusuf İzzeddin adı verilen şehzade, o sıralarda şehzadelerin çocuk sahibi olmaları memnu yâni yasak olduğundan, bu şehzade, babası Abdüla-ziz padişah oluncaya kadar Eyübsultan semtinde Kadri Bey adlı bir zâtın evinde büyütüldü. Bu ızdırab verici hâli bizzat yaşayan Sultan Aziz padişah olduğunda, şehzadelere çocuk sahibi olma yasağını kaldırma suretiyle bu gelenek ilga edil-oldu. Enteresandırki, bu veliahtda pederi Sultan Aziz'in irtihali gibi meşkûk kalmış bir intiharmı? Cinayetmi? Sorusunu sorduracak tarzda hayatı noktalanmıştır. Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'yi, İttihatçıların tertiplediği bir cinayetle öldürüldüğü, Tank Yılmaz Öztuna gibi ciddi bir târih araştırmacı-smca da iddia olması hayli düşündürücüdür. Çünkü bu zât, İttihatçıları hayli çatıyor, Mehmedçiğin 1. harbin cereyanı sırasında boş yere harcandığını müessir şekilde ortaya koymaktaydı. Ne varki, yine veliahd'ın hayatı hakkında kanaatlerini belirten hatırat sahipleri, bu zâtı akli bakımdan biraz tereddide bulduklarını kapalı şekilde ifade ederler. 1/Şu-bat/1916'da 58 yaşında olduğu halde esrarengiz bir şekilde ölümü vukubuldu. Dedesi; Sultan 2. Mahmud'un türbesinde defnolundu.
Sultan Aziz'in 2.oğlu ise saltanatın ilgasından sonra sadece halife olarak hanedanı temsile vazifelendirilen ve 2. Ab-dülmecid dense yanlış olmayacak olan Abdülmecid Efen-di,29/Mayıs/1868'de Dolmabahçe Sarayında doğmuştur. Validesi Hayran-i Dil Kadınefendidir İslâmm zahiri hilafette sonuncusudur. Milli mücadeleyi bütün açıklığı ile beğenmiş ve desteklemiştir. Oğlunu Anadolu'ya geçmesi için yollamıştır. 1908 Meşrutiyetinden sonra sokaklarda bir başına gezdiği, Beyoğlunda kitapçı dükkânlarından alış-verişi bizzat yaptığı görülmüştür. Çok muazzam bir ressam idi. 23/Ağus-tos/1944'de Paris'de 76 yaşında olduğu halde kalp krizi neticesinde terk-i hayat eylemiştir. Borçlar yüzünden nâşi 30/Mart/1954'e kadar Paris'de bir klişede kalmıştır. Zikrettiğimiz târihde Medine'de Harem-i Şerifde defnolunmuştur. Beş lisanı, Arabça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Almanca-yı bilirdi. Batı dünyası müzelerinde yapmış olduğu resimlere rastlamak kabildir. Hazindir ki, Halife Abdülmecid Efendinin İstanbul'u terke mecbur bırakıldığı gece h.1342 yılının Miraç kandilinin te'sit olunduğu yıldır. Bilindiği gibi, İki Cihan Ser-verİ Efendimiz o miraç gecesinde dostun yanına irtika ederken, 1342/1924'de hilafet yokluğa itilirken, halife ise yâd ellere sürülüyordu. Hemen ilâve edelimki, şedid emirlere rağmen, halifeyi yola koyan devrin İstanbul Valisi ve Şehre-minî Ali Haydar (Yuluğ) merhumun ve devrin İstanbul Emniyet Müdür Sadeddin Bey, sabırla meseleye yaklaşıp, şahs-ı mâneviyi asla kederdide edecek ahvâle giriftar etmemişlerdir.
Sultan Abdülaziz Hân'ın 5/Haziran/1872'de Dolmabahçe Sarayında Mehmed Şevket adı verilen bir şehzadesi daha dünya'ya geldi. 22/Ekim/1899'da vefat eden Şevket Efendi fevkalâde piyano çalan bir şehzadedir. Babası şehid edildiğinde 4 yaşında olan Mehmed Şevket Efendiyi 2.Abdü!ha-mid Hân çok sevmiş ve hep himaye etmiştir. Bu zâtın kabri hakkında malumat elde edememİşizdir.
Mehmed Seyfeddin Efendi ise 22/Eylül/1874'de dünya'ya gelmiş 3.oğul olup, 19/Ekim /]927'de Fransa'nın Nis şehrinde hayatının sonuna gelmiştir. Şam'daki Sultan Selim Camiinde defnolunmuştur. Seyfeddin Efendi mûsikî dünyasında besteleri ile pek ünlüydü. Güzel sanatların bir çok dalında üstad mesabesinde olduğu bilinmektedir. Türkiye'de bulunan en mükemmel org, bu zât tarafından Paris'ten satın alınıp getirilmiş, daha sonra da, 1924 senesinde Fransa İstanbul elçilik klisesince bu org satın alınmıştır. Seyfeddin Efendi 1924'de Çamlıca da Bağlarbaşında Necib Molla'dan satın alınan köşkünde İstanbul Boğazı şeklindeki büyük havuz'un hâla durduğu, İbrahim Hakkı Konyalı merhum tarafından bildirilmektedir.
Abdülaziz Hân'ın Sadrıazamları
Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülaziz, biraderi Sultan Mecid'in yadigârı olarak Emin Mehmed Paşayı makamı sa-daretde buldu ve Kıbrıslı bu paşayı 6/Ağustos/1861'e kadar birlikte çalışmaya ikna etti. 184.Osmanlı sadnazamı olan bu zâtın yerine Büyük Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi ve de tanzimatın üç rüknünden biri olarak kabul edilen 181. Osmanlı sadnazamı Mehmed Emin Âlî Paşa'yı yukarıdaki târih-de tâyin etti ve 22/Kasım /1861'e kadarda görevde istihdam etti. Âlî Paşanın bu sadareti 4.sadareti İdi ki bun dan önceki sadaretleri Sultan Mecid'e olmuş, Sultan Aziz ile ilk sadareti olmuştu. Âlî Paşa infisal ettiğinde, Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'nın ilk sadareti 22/Ka sım/1861'de başlamış oldu. Mevlevî dervişi olan bu zât, sadareti 5/Ocak/)863'e kadar elinde tutabildi ve l'sene, 1 ay, 13 gün sonra yerini Osmanlı sadnazamlarının 187.si olan Yusuf Kâmil Paşa bu târihde 4 ay, 27 gün sürecek sadaretine başladı. l/Haziran/ 18 63'de infisal etti. Mührü hümayun yine Mehmed Fuad Paşaya verildi. 3 sene, 4 gün, süren sadareti başladı 5/Haziran/1866'da infisal etti.Bu sadaretiyle sadrı-azamhğı noktalanarak iki defa geldiği sadaret makamında toplam olarak 4 sene, 1 ay, 17 gün kalmıştır.
Fuad Paşadan sonra makam-ı sadaret, 185. sadrıazam olarak Mütercim Rüşdü Paşaya verildi bu zâtın 2. sadareti idi. 5/Haziran/1866'da 8 ay, 6 gün sürecek görevi başladı. Azil esnasında târih ise, 1 l/Şubat/1867 idi. Bu sefer mührü Mehmed Emin Âlî Paşaya verilerek, 4 sene, 6 ay, 24 gün sürecek ve bu zâtın 5. Yâni son sadareti olan ve toplamı 8 sene 3 ay, 9 gün sürmüş sadaretlerinin sonuncusu oluyordu. Vefatıyla görevden ayrılmış oldu ve târih 7/EylüI/187Ti gösteriyordu. Bunun peşinden Mahmud Nedim Paşa ilk sadareti ne getirildi. 10 ay, 20 gün süren bu sadaret, 31/Tem~ muz/1872'de tamamlandı. 189. Osmanlı sadrıazamı olan Ahmed Şefik Midhat Paşa, 2 ay, 19 gün süren ilk sadareti vukubuldu. Ayrıldığında 19/Ekim/1872'ye gelinmiş ve yerine Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa getirilmişti. Bu sadaretin müddeti de 3 ay, 27 gün sürdü. 190. Osmanlı sadnazamı Ahmed Es'ad Paşa makama getirildi ancak, 1 ay, 28 gün,süren sadaret 15/nisan/1873'de nihayetlendi. Şirvânizâde Mehmed Rüşdü Paşa 10 ay sürecek sadaretine başladı.. Görevi bıraktığında 191. sadnazam olarak görev yapmış târih ise, 15/Şubat/1874 olmuştu. Yerine, Eşekçi lakablı Hüseyin Avni Paşa getirilmişti. 1 sene, 2 ay, 9 gün süren sadaretini tamamladığında târih 26/Nisan/1875'i bulmuştu. Ahmed Esad Paşa yine sadarete getirilmiş ve bu sefer, 26/Ağus-tos/1875'de biten sadaret müddeti tam 4 ay sürmüştü ve iki defa geldiği makam da, toplam, 5 ay. 28 gün kalabilmiştir. Celâl Es'ad Arseven mahdumudur bu paşanın. Bundan sonra Mahmud Nedim Paşa 2. sadaretine başladı ve bu defaki de pek uzun sürmeyip, 8 ay, 17 gün sürdü. Yerine gelen Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa da 12/Mayıs/1876'da vazifeye başladı ve Abdülaziz Hân'ın mührünü teslim ettiği son sadnazam oldu. Sultan Aziz, Medrese talebesi olayında, bu zâta mührü verirken, sizi halk istedi diye bu göreve getirdim, demişti ve bu zatın döneminde halli ve katli vukubulmuştur. Sultan Abdülaziz; on sadrıazarnla çalışmış onbeş seneyi ve onbeş defa mührü hümayunu alıp, vermiştir.
Abdülaziz Hân'ın Şeyhülislâmları
Abdülaziz Hân, tahta çıktığında makam-ı meşihat'de Ho-cazâde Mehmed Saadeddin Ef-ndi bulunuyordu. Yeni padişah bu zâtın görevine karışmadı ve 23/Kasım/1863'de boşalan makama Atıfzâde Ömer Hüsameddin Efendi tâyin olundu ve bu zâtın meşihati, 2 se ne, 8 ay, 16 gün sürdü, 9/Ağustos/1866'da noktalandı ve vazifeyi Hacı Mehmed Refik Efendiye tevcih buyurdular. Bu zât; 1 sene, 8 ay, 22 gün sonra 30/Nisan/1868'de Akşehir li Hasan Fehmi Efendiye devretti. Bu zâtın meşihati de, 3 sene, 4 ay, 17 gün devam etti-ğinde takvimler, 17/EylüI/1871'i gösterirken, Ahmed Muhtar Beyefendi'ye makam-ı meşihat verildi, bu zât, 1. Ab-dülhamid Hân'ın kızının torunu idi ve 1 sene, 1 ay, 19 gün vazife yaptıktan sonra 151. Osmanlı şeyhülislâmı Turşucuzâ-de Hacı Ahmed Muhtar Efendiye 6/Kasım/1872'de devretti. Turşucuzâde, 1 sene, 7 ay, 5 gün süren meşihatden sonra 1 l/haziran/1874 târihinde Hünkâr imamı (Müfsid İmam), Hafız Hasan Hayrullah Efendiye devrettiysede, bunun meşihati sadece 1 ay, 8 gün sürebilmişti.. 149. şeyhülislâm Akse-hirli Hasan Fehmi Efendi 2. meşihatine getirildi. Vazifede 1 sene, 9 ay, 23 gün kalarak iki meşihatinin toplamı, 5 sene, 2 ay, 10 gün şeyhülislâmlık yaptı ve görevi, 11/ Ma-yis/1876'da yine Hasan Hayrullah (Şerrullah) Efendiye devretti. Bu şeyhülislâm, Sultan Aziz'in tâyinini yaptığı son şeyhülislâm oldu. Böylece Sultan Aziz, hüküm sürdüğü dönem olan onbeş senede dokuz şeyhülislâmla çalışmıştı. Bunlardan, Hasan Fehmi ve Hasan Hayrullah Efendiler ikşer defa meşihate geldiklerinden, aslında onbir defa şeyh-ülislâm tâyini yapılmıştır.
Abdüllaziz Hân'ın Muasırları
Abdülaziz Hân'nın yaşadığı devri, dünya üzerinde ehemmiyeti müşahede olunan manzara, devletler arası rekabetin, sadece yaşamak için değil, milletini en yüce mertebeye çıkar tacak her türlü sebebe başvurma yolunu aradıklarıdır. Bu sebebleri bulmak vede bunları kullanabilme hususunda, şerik temini hükümdarların ve onların danışmanları İle diplomatların ve kanaat önderlerinin isabetine bağlıdır. İşte o dönemi yaşayıpda adlarını târih sayfalarına aktarabilen' bazı zevat.
Almanya'da İmparator, Prusya'da Kral olarak Fredrik Gif-yom, İngiltere de ise Kraliçe Viktorya, Avusturya'da İmparator Fransuva Jozef ki, aynı zamanda Macaristan Kralı idi. İtalya'da ise Kral Titri ile Viktor Emannuel vardı. Papalık da ise; 9. Piu. Rusya'da Çar 2. Aleksandr. Fransada da, İmparator 3. Napolyon, Reisicumhur Mösyö Tyers ve Reisicumhur Mareşal Makmahon bulunmuşlardı. Yunanistan'daysa, Kral Oton ve 1. Jorj bulunmuştu. Şark âleminde ise İran'da, Şah Nasreddin bulunuyor idi.
Bu padişah döneminin ülke içindeki meşhur zevatdan bazılarının adlarını kaydetmeden geçmeyelim: Büyük Mustafa Reşid Paşa, Âlî, Fuad, Midhat, Şirvani Rüşdü, Mütercim Rüşdü, Süleyman Hüsnü, Ömer, Abdülkerim Nâdir, Ahmed Cevdet, Yusuf Kâmil, Akif, Namık Paşalar ile Şinasi ve Namık Kemâl Beyler ile Ziya Paşa; ilk akla gelenlerdir.
Hâin İhanetle Geberir
Sultan 2. Mahmud'un vefatıyla Osmanlı tahtına Abdülme-cid Hân çıktığında sadaretde Hüsrev Paşanın yaşlı ellerine geçince, bu ihtiyar paşa ile arası haylice açık olan Kapdan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa, bu sadnazamın hayatına kastedeceği korkusuyla, hem kendini hemde bir lokmacık kalmış Osmanlı donanmasını götürüp, devlete asî olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmişti. Mısır'da ise, Hüsrev Paşanın 2. Mahmud'u öldürttüğünü, Abdülmecid'i tahta çıkardığını yayarken, genç padişahında, buna mükafat olarak Hüsrev Paşayı sadarete getirdiğini yaymıştı. Mısır'da bu dedikoduya inanmayanlar ile bunu yaymaya çalışan Ahmed Paşa taraftarları arasında çatışmalar bile çıkmıştı. Kap-tanıderya Ahmed Fevzi Paşa, yeni bir lakap kazanmış, artık adı Hâin Ahmed Paşa olmuştu.
Bu arada da Abdülmecid Hân, babasının tarzını bırakmış Mısır meselesinin çözümünü sulh ve sükunet İle çözmeye yönelmişti. Çünkü Nizip mağlubiyetinin üzerine, hain Ahmed'in donanmayı kaçırması ve o günlerdeki baş düşmana teslim etmesi böyle bir kararın alınmasına yeterde artardı bile. Bu hâin hakkında, çalışmamızın deniz hare-kâtları hakkında en birinci kaynağımız olan, merhum Afif Büyüktuğrul Amiral, eserinin 2. cildinin 389. sahifesinde bu kapdan-ı derya hakkında şu malumatı veriyor eserine koyduğu dip notta: "Derya kaptanının gerçek adı Ahrrfet Feuzi'dir. Kendisi de Girit'li-dir. İstanbul'a geldikten sonra kayıkçılıkla işe başlamış bir kısım Giritlilere hulul ederek dalkavuklukla askerlik mesleğine girmiş ve hassa müşirliğine kadar yükselmişti. Derya kaptanlığına Sultan Mahmud'un son günleri olan ("Sultan Mahmud'un vefatına daha iki sene var! m.h), 10/Ka-sım/1836'da atanmıştı. Mehmed Ali ayaklanmasında donanmasıyta Akdeniz'e çıktığı sırada 3/Temmuz/1839 günü Sultan Mahmud' un öldüğünü haber almış ue yeni sadrıaza-mtn kendisine karşı husumetini biidiği için, donanmayı içindeki askeriyle birlikte Mısır'a gidip Mehmed Ali'ye teslim olmuştu. Sultan Meclt'in tahta çıkmasıyla beraber Osmanlt-Mı-sır sorununun alevlenmesinde bu olayın etkisi büyük olmuştur. Bu hâin kişi sonunda Mısır'da cariyeleri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür." Demektedir. Böylece donanmasının uğradığı bu ihanetle deryalarda ne yapabilirdi dev-let-i âliye? İşte kara ordusunun niçin en mühim unsur olduğu burada kendini belli ettiği görülür. Çünkü, saldıramazsan sa-vunma-yı kara kuvvetleri ile yaparsın. Muhterem okurum; donanmanın en mühim unsuru denizlerde hâkimiyeti sağlaması ve ülkenin ticaret gemilerinin, gerek başka devlet, ge-reksede korsan gemilerine salmış olduğu korkuyla emniyet içinde seyirlerini yapabilmesini temindir. Biz de ise umumiyetle donanmamız, yükselme dönemlerinde saldırı vasıtası olmak üzere,tereddi devrimizde de, savunma mekanizması olarak kullanıldığından, üretime yarayan bir unsur olmamıştır. Bunu temin için elzem olan, donanmayı her yönüyle büyütmek, her yönüyle güçlendirmek üretim aracı haline getirmek için hiç tehire düşmeden yapmak, bunun için para harcamak olmalıydı. Fakat devlet adamları bunu idrak ediyor-larsada, şu sözleri işi berbad ediyordu: "Paramızmı var ki,donanma yapalım?"
1839'da söylenen bu sözler bir takım karanlık zihniyeti! insanların saplanıp kaldığı bahanelerdi. Nitekim daha sonra Sultan Aziz padişah olduğunda donanmaya gecesini gündüzüne katarak dünya üçüncüsü yapmaya uğraşırken kulağına duyurulan, israf sözcüğü idi. Vatan müdafaasının en mühim unsuru donanma imârı, israf kelimesiyle tavsif olunursa, o ülkenin düşman karşısında müdafaasını temin edermi, israf sözü? Ancak bu karanlık adamlar her zaman vardır. O günlerde var olanların devamını biz 1970'lerin sonrasında da qördük, bir görüş çıkmış, ağır sanayii, harp sanayii, uçak sanayii, fabrikalar yapan fabrika, kaliteli eleman yetiştiren mektepler, savaş levazımatı diye ufuklar açarken, ithalatçıların ve montajcıların tâbir-i diğerle makarnacılar ve gazozcuların cevabı olmayıp, bu teklifleri karanlık oda yaklaşımları ile makaraya sardırıp, gayeyi mizaha çevirmeleri şeklinde olmuş, söylenene bakacaklarına söyleyenin inancıyla, edasıyla, sadasıyla uğraşma yolunu seçtiler. Halbuki; 1974'de Kıbrıs barış harekâtı esnasında elde edilen başarı, 1963 Kıbrıs olaylarından sonra askeri tersanelerimizde ürettiğimiz çıkartma gemilerimizin oynadığı rol ne kadar büyük ve mühim oldu. Halbuki 1963'derı evvel çıkarma ge mimiz olmayıp, şahinliği meşkuk olan, Mersin limanından bir gemiye vinçle yüklenmeye çalışılan bir tankın vinçten düşmesi sonunda denize düşmesi bu çıkarma gemilerini yapmanın kararının alındığını sağlamıştır. Amma ne olmuş, 1970'lerin başında Milli Görüş anlayışı ile ortaya çıkanlar, bu sloganlarını milletin varması gereken hedefler olarak siyasi rakiplerine, hatta şahsi düşmanlarına bile kabul ettirmişler ve 1980 sonrasında askeri yönetim dahi bu istikamette yürümüş ve daha sonra F-16 uçakları da imal edilmeye başlanmıştır. 1950'den evvel toplu iğne yapamayan ülkemiz 1980 sonrasında uçağın imalini gerçekleştirmiştir. Tabiiki uçak sanayiine önem veren Mehmed Nuri Demirağ'ı kurduğu fabrikayla yaptığı uçaklar, kurduğu mekteplerde yetiştirdiği sivil pilotlarla millete verdiği hizmeti minnetle yâd ederken ve bunları 1930'lu yıllarda gerçekleştirmeyi de ayrıca takdir gerekir. Öte yandan, milli görüş zihniyetinin mimarı Prof.Dr. Necmeddin Erbakan'ın Kıbrıs savaşı sırasında uçuşa çıkarılamayan bir kaç uçağın neden uçmadığını sorması ve elektronik arıza var cevabı aldiğında, târnir ediniz emri verdiğini buna yine cevab olarak, elektronik bölümleri tamire selahiyetimiz yok, ABD'den teknisyen geiip tamir ediyor diye kendisine verilen cevaba, Er-bakan, ben size bu selahiyeti veriyorum, tamir ediniz der. Elektronik teknisyeni bir başçavuş mühürlü kutuyu açıyor, arszaya bakıyor ki gördüğü sadece altmışbeş kuruşluk bir pilin tükenmiş olduğudur. Pil değiştirilir ve anza giderilir. Uçak havalanır Kıbrıs üzerine; zulme son, adalete kapı açmak için üstüne düşeni yapmak üzere. O güne kadar böyle pil arızaları üzerine uçamayan tayyarelerimizi uçurtmak için, ABD'ye ne haraçlar ödemişiz demekki. Bütün bunları 1975'de Baye-zid'de Beyaz Saray'daki yayınevimi ziyaret etmiş bulunan adını unuttuğum o teknisyen emekli başçavuş anlatmıştı. Bu bakımdan Prof. Erbakan'ı gösterdiği fleksibite bakımından tebrik ve takdir, târih yazmaya gayret eden bir insan olarak, üzerime terettüp eden bir vazifedir.
Öte yandan donanması zayıf olan ülkemizin kontrolü altında bulunan boğazlar dünya siyaset arenasında daha da önem kazanıyordu.Bu önem kazanma ise, devlet-i âliyenin lehine olmuyordu tabiiki. Bu bakımdan dünya devletlerinin boğazlar üzerindeki taleplerini zayıflayan donanmamız çoğaltmaya sebeb teşkil ediyordu. Bu bakımdan Cumhuriyet donanmasının da mutlaka pek kuvvetli olarak teşekkül ettirilmesi bu talepleri belki de ta- mamen ortadan kaldırmaya yetecektir. Türk Târih Encümeninin bültenlerinden bir tanesinde Prof. Hikmet Buyurun imzası ve "Boğazlar Sorununun Bir Evresi" başlığı altında çıkan bir yazıda ki bu yazı Rus gizli belgelerine dayanıyordu. Balkan savaşında Osmanlı devleti boğazları kapayınca Rus ticareti 11,5 milyon altun zarara uğramıştı. Bu zarar da Çarlık Rusya'sını, artık kişisel olarak boğazları almak kararına götürmüştü. Boğazların kapanması Rusya'y1 yıllık olarak 11 milyon ton gemi geçtiği jçin zarara uğratmıştı. Bu gün (1981 yılı) boğazlardan yıllık olarak 250 milyon ton Rus ticaret gemisi geçmekte olduğu qöz önünde tutulursa, boğazlar sorununun ne kadar değer kazandığı hemen anlaşılır. "Şeklinde söz edilen mezkûr yazı aünümüze mühim bir misal olarak Amiral Büyüktuğrul'un değerli eserinin 2. cildinin 297. sahifesinden alınılanarak dikkatinize sunulmuştur. Boğazların ehemmiyetini eski reisicumhurlardan Fahri Sabit Korutürk amiralin şu görüşü ayrıca ortaya koyması bakımından ehemmiyet arzettiğinden bu noktai nazarı özetlemeğe çalışalım: "Boğazlar bölgesinin aşağı yukarı birbirine dikey iki aksamı (mihveri) vardır. Anadolu'yu Rumeli'ye bağlayan mihverine boğazlar bölgesinin kara aksamı Karadeniz'i Ege yoluyla Akdeniz'e bağlayan aksamına da boğazlar bölgesinin deniz aksamı denebilir. Bunlardan kara aksamını teşkil eden husus Türkiye'nin iç meselesidir. Sonunda devletin toprak bütünlüğünü teşkil eder. Deniz aksamı yâni Karadeniz'i Akdenize bağlayan aksam dünyayı alakadar eden bir meseledir.
Büyük Devletlerin Deniz Staratejileri
Deniz gücü denince ilk akla gelen isim ingiltere olmaktadır. Bir ada devleti olan İngiltere can suyunu, tuziu suyun üzerinde yüzdürdüğü gemilerin sayesinde temin etmiş ve bu teminde, İngiliz denizcilerinin gerek askeri amaçlı, gerekse ticari tercihli her denizcisinin üstüne düşeni yaptığını söyler her ingiliz vatansever. Kendirife en yakın donanma gücüne sahip rakibine faik olabilmek için daima onun iki misli gücünde filolara sahip olma tercihini yapmış ve bundan hiç taviz vermemiştir. İngilizler, bu anlayış içinde dâima üç filo bulundurmak ve bunları; Anavatan filosu, Akdeniz ve Uzakdoğu filoları adı ile tânzim yoluna gitmiştir. Bu arada şunu belirtelim ki, büyük devletlerin ve prensip sahibi ülkelerin idareciieri, yaşamak için kontrol mekanizması şarttır hükm-ü kaziy-yesine sahip çıkarak, muhtemel bütün rakipleri kendi içlerinde düzensizliğe itebilmek için, çeşitli entelejans varyasyonlar plânlarlar. Sultan Aziz'in, İngiltere'ye yaptığı ziyaret esnasında, İngiliz istihbarat birimleri bu dev yapılı padişahın bir gemi mühendisinden daha fazla denizciliğe düşkün, bir gemi miçosundan mürettebata en çok ne gerekir hususunda malumata sahip olduğu şeklinde bilgilenmelerini göz önüne alarak, hemen padişaha deniz subay okulunda öğretmenlik yapabilecek bir İngiliz yüzbaşıyı maiyetine hediye ederek, kozasını örmeye başladığını Kurmay Albay ve Tarihçi Bursalı Mehmed Nihad Bey Larcher'den tercüme ettiği; "Cihan Harbinde Türk Harbi" adlı esere 2. cildinde şöyle bir kanaat ekler: "..Esasen 1827 yılında sulh. ve sükûn içinde Nauarin Limanında yatmakta olan Osmanlı donanmasını yakmış ve Osmanlı deniz kuvvetlerini kültürden yoksun bırakmıştı. 1853 yılında da, Kırım Savaşı arefesinde müttefiki Osmanlı devletinin bir filosunu yaktırmak için Çarlık Rusyasını tahrik etmişti..." dedikten sonra yukarıda bahsettiğimiz maiyete verilen Yüzbaşı hadisesini bu yüzbaşıyı danışman olarak kullanacak olanları şaşırtması, donanmamızın inşaasıni mümkün mertebe geciktirecek, hem de yaptırılmasını önleyemediklerini, hiç değilse İngiliz gemi sanaayicilerinin tezgâhlarına sokmaya gayret göstermesi esas vazifesidir mealinde görüş serdetmektedir.
Denizcilik hususundaki mütalaamızın en mühim kaynağımız olan merhum Afif Büyüktuğrul'un denizcilik târihinin 3. cildinin 1. sahifesinde yukarıdaki görüşü adeta te'yid etmek üzere sayfanın altına koyduğu 9.nolu dipnotunda aynen alıyoruz, şunlar yazılıdır: ".Hâkim Amiral Sayın Fahri Çöker bu kişinin anılarını (milliyet gazetesi yayını) dilimize çevirerek onu, İkinci meşrutiyet tarih yazarı Ali Haydar Emir Alpaaut'un etkisinde kalarak uzun uzun övmüştür. <Osmanlı do-nanmasında torpito silahı ve torpito-bot eğitimini büyük bir başarı ile yaptı..> diye. Halbuki Wood, kendi devletinin (irı-gilterenin) zırhlılara önem vermesine rağmen Osmanlı zırhlılarının Halic'e çürüklüğe götürülmesinde etkili olmuştu. Nitekim 2.Meşrutiyette Çarlık Rusya'sı <Neden İngiliz eğilim kurulunu Türkiye'ye gönderdiniz?> diye İngiliz hükümetine resmî protestoda bulunduğu zaman İngiltere Dışişleri bakanlığı: <Biz bu kurulu vermezsek Türk ter Almanlardan eğilin} kurulu alacaklar ve donanmalarını güçlendireceklerdi. Biz ise, Türkleri yetiştirmek değil oyalamaktayız> gibi bir resmi yanıt vermişlerdi." demek suretiyle ve bu bilgiyi İngiliz dış işleri bakanlığı gizli belgelerine atfen vermesi, bizim yukarıdaki ifademizde İngilizlerin, casusluk faaliyetlerinde ne kadar uzak dönemleri göz önünde tuttuğunu teyit ettiği görülüyor.
Henry Feliks Wood
İngiliz-Fransız rekabetinin tabii denizlerde nice asırlar devam ettiği ve edeceği herkesçe bilinen ve takdir edilen husu-sattandır. Bizim sinemalarımızda, en az elli yıl bu iki ülke denizcilerinin Uzakdoğu, Amerika ve Hindistan ticaret yollarına hâkim olabilme savaşlarını, fevkalade bir buluş olan sinema yoluyla bizde dahil dünyaya yayan zihniyet bu hususda geri kalmış ülkelerin insanlarını bir aşağılık kompleksini duçar etmiş ve biz adam olmayız nakaratını diline pelesenk ettirmiştir. Bir tahayyülat olan romanların târihle birleştirilmesi ve bunun gerek yazılı gerekese yukarıda söylediğimiz gibi filmler yoluyla insanlara seyrettirilmesi ibret alabilen kişilerinde gözünü açtığını söylemeden geçemeyeceğim. Bu bakımdan; İngiltere ile Fransa rekabetinde takip edilecek sahne hangisinin önce yaptığı, mukabilinde diğerinin ne yaptığıdır.
İngiliz donanması gücünü zırhlılara istinat ettirirken, Fransız amiral Aubrey, "niçin İngiliz donanmasını taklid edelim, bunlara yâni zırhlılara çok para harcayacağımıza, oraya harcananın yarısı kadar harcar çok sayıda torpidobot yapıp bu torpidobotları İngiliz zırhlılarının başına üşüştürüp, onları batırırız. Demekteydi. Me varki İngilizler Faskioda W kası yüzünden İngiliz-Fransız donanmaları savaşmak için karşı karşıya geldiklerinde durum anlaşılmış, Aubrey'in hesabı yanlış çıkmış olduğuna şahid olundu. Fransa,yeni mektep teorisini terk ile rakibinin silahının fevkinde silahla silahlanınız hadisi şerifi onlara söyienmiş gibi daha iyi zırhlı gemiler yapma yoluna gitti.
Ara başlık yaparak ismini koyduğumuz mister Wood, Sultan Aziz ile beraber İstanbul'a döndü ve İngiliz b.elçiliğinin yatına komutanlık göreviyle devletince tâyin olunmuştu.
Tabii ki, mensubu olduğu İngiliz devletinin bahriye nazırlığından, görevine uygun talimatın verildiğini asla unutmayalım. Wood; donanma ile meşguliyeti hayli olan Sultan Aziz ile Kaptanıderya'nın mutlaka aklını çelebilecek şekilde oniara yakınlaşmayı temine muvaffak olmalıydı. Bu talimatı en kısa zamanda kuvveden fiile çıkaran Feliks Wood, bir müşavir gibi kabul edildiğini görünce, esnek ileri sürüşlerle işleri yavaşlatıcı, çarpıtıcı, karşılıklı fikir sahiplerini biribirine düşürücü savlar ileri sürerek kendini göstermeye muvaffak oldu. Bahriye nezaretinin teşkilinde,fenerler idaresinin yönetimine, boğazdaki kurtarma faaliyetleri kuruluşuna olumlu katkılar yaparak kıymetini yükseltmeyi bildi. Sultan Aziz'e yardımcı olurken, bu padişahın dünyanın'1 önemli gücü sayılan donanmasın: kurarken haylide fikir verip, İngiliz gemi tezgâhlarını Osmanlı siparişleriyle dolduruyordu. Abdülaziz'den sonra 2.Abdüihamid'e danışman olan Wood, bu padişahın inanılmayacak kadar takdirine mazhar oldu. Ancak biraz düşünen bir kafa Abdülhamid'in bu takdir ve iltifatları onun anlattıklarına olan mükafaat değil, majestelerinin hükümetinin dünya üzerindeki te'sirini pek iyi tesbit etmiş olmasındandı. Wood,günü geldi Ab- dülhamid'i temsil etmek üzere tahtta meydana gelen değişiklik üzerine yapılan taç giyme törenine gitmesi bile gerçekleşti. Bu denizci donanmamıza ülkemizde bulunduğu 42 yıl boyunca danışmanlık yaptı. Donanma Ha-liç'de çürüdü, Wood, donanmayı çıkarın çürümesin dedi de, bizimkilerini çıkarmadılar?
Henry Feliks Wood'un öncesinde biz de bir Amiral Hobart vardı. Tuna donanmamıza da kumanda etmişti. Bu zat İki yıl hizmet verdiğinde ingilizlerce geri çağrıldı. Amiral Hobart bu emre itaat etmediğinden İngilizlerce Aforoz edildi. Yine İstanbul'a gönderilen Amiral Meker, İstanbul'daki tetkiklerini bitirmiş İngiliz bahriye nazırlığına raporunu verirken, NVood'un danışman olduğunu bilmesine rağmen şunları yazmıştı: ".Ne Osmanlı subay okulundan ne de Osmanlı donanmasından söz edilebilir..> Bu da şunu gösteriyorki; tâlimat-ı hafi olmadıkça insanlar mesleğinin gereğini yapıyor, kulakları bükülenler vazifelerini bükülüş istikametinde yerine getiriyorlar. Bu bahse İngilizlerin şu üç düstûrunu aşağıya alarak son verelim ve Amerika'nın deniz siyasetine ve stratejisine atf-u nazar edelim. a-Fikir Birliği
b-Filo ve gemi komutanlarına inanç
c-Efkâr-ı umumiyenin deni^ meselelerine yakınlaştırılması Bunun ilk ikisi, bir eğitim ve o millet insanının motive olduğu değerlerin İçinde olduğundan ve biz de gayr-i müslim ve ingiliz vatandaşı olmadığımızdan bizim uzun uzun kalem oynatmamıza iüzum yoktur. Ancak; üçüncü şık yâni c'şıkkı o kadar mühimdir ki, hâni müslümanların birbirinden dua istemeleri, birbirlerine dua etmeleri hâli vardırya, işte bu ifade yâni, efkâr-ı umumiyenin deniz meselelerine yaklaştmîmasi düstûru o ülke ferdinin her birinin bu hususda bilgi ve deniz meselesinin aile içi mesele gibi ciddiyetle mütalaası şartım getirmektedir. Hele biz, bugün biîe üç tarafı denizle çevrilmiş ülkemizde bu düstûrdan mahrumsak; millet evlâdını motive eden işaretlerde bu mevzuun bulunmamasının neticesine bağlamak kabildir.
Abd Deniz Stratejisi
Amerika denizciliğini bir efsanevi olaya dolaysıyla sembolizme irtibatlandırmıştır. Kuzey-Güney savaşı esnasında Kuzeylilerin donanmasına komuta eden John Paul John, ki bu amiralin, türbe şeklindeki mezarını, ABD'nin İndianapolis'te-ki Deniz Subay Okulunun bahçesine yapmışlardır. Böylece adı geçen savaşın galibi olan Amiral John, ABD'li denizcilerin motivasyonunda istifade edilen bir kahramandır. Bu amiral tutuştuğu deniz savaşında mağlubiyete duçar olacak kerteye geldiğinde, rakibi güneyli kumandan'dan işaret alır, biz de Amerikalıyız, siz de boşuna kardeş kanı dökülmesin teslim olun denmektedir bu işaret mesajında. Ne varki John Paul John cevabî işaret mesajında biz sava şa yeni başladık der ve devam eder. Sonunda zafer kuzeylilerin ağuşuna indiğinde, Amiral John, İngilizlerin Güneylilere yardım eden gemilerini de bu arada yakalar. Düşmanın rakibe yardımını önleyen Kaptan John, böylece ABD'nin denizcilerinin banisi olur. Daha sonraları da ABD'de başkanı olan Monroe Splandit izoias-yon politikası yâni, Amerika, Amerikalılarındır! Anlayışını hâkim kıîan politikayı tatbik ettiğinden, Amerika deniz kuvvetleriyle birlikte deniz ticaret filosu da gelişmez. Bu hâl İngilizlere çok yaramıştır belkide Splandit, bu politikayı kasden uygulamışda olabilir, çünkü karanlık odalar o devirlerde de organizasyon gücünü devam ettiriyordu. Çünkü; Amerika, avrupaya sattığı silahlarla büyük para kazanırken, İngiliz gemileri de bunların navlunuyla ülkelerinin zenginleşmesine yardımcı oluyorlardı.
Amerikan stratejisinde şu üç nokta pek önemlidir:
a-însan unsuruna büyük değer vermek.
b-Karargâhlarda fazla insan kullanmak
c-Deniz savaşlarında pilotlardan ekonomi sağlamak için uçak bombardımanlarına, pilot kurtaracak, denizaltı harekâtını öne almak, (bu husus 2.dünya harbi esnasında gelişen tesbittir.m.h)
Alman Deniz Stratejisi
Prens Bismark 1870'de vukubulan Prusya-Fransa harbi sonrasında küçük küçük prenslikler hâlinde yaşayanları birleştirmiş ve bir imparatorluk hâline getirmişti. Avrupanin diğer devletleri dünyanın bir çok bölgesinde koloniler kurmuşlar, oraya azab, kendileri ne refah getirmişlerdi. Bismark kendisine lâzım olacak koloniyi Uzakdoğu'da Çinlilerle savaşarak temin etmişti. Öte yandan 20 sene sonra Amerikalı amiral Mahon: "Artık Amerikalılar, denizlerde İngilizlerin yerini almalıdır" demiş ve bu hususda bir kitap yazmıştı. Halbuki Mahon'dan önce Almanlar, "Biz de bu üstün kan varken, denizlere biz hükmederiz" derlerken, İngilizlerde, Dünya adasın! çevreleyen denizlere hükmettikçe, dünya adasına da biz hükmederiz diye afra tafna yapmışlardı. Mahon'un kitabının çık tığını duyan Almanya imparatoru kitabı derhal tercüme ettirip, topladığı bütün generalleri ve amirallerini Ki] üssü adı verilen yazlık sarayında imtihana çekmişti. Bir çok müzakere sonrasında 2.Wilhelm'e verilen cevaplarda şu hâkimdi. Mahon kitabını çok kıyıya sahip ülkeler için yazmış. Bizim Alman deniz kıyıları azdır. Biz bu kıyılan küçük de olsa donanmamızla savunabiliriz! Dediler. 2.Wilhelm. son sorusunu deniz harekât dairesindeki deniz albayına sordu:
-Sen söyle bakalım sakallı albay, (Bu albayın beline kadar uzanan bir sakalı vardı. Bu albay diğer cevaplara uymayan bir cevap vermişti.
-İmparator hazretleri, hem dünya imparatorluğu kurmak istiyorsunuz hem de ufacık kıyı savunmasına kapılıp donanma yapmak istemiyorsunuz. Deniz kuvveti olmadan dünya imparatorluğu kurulamaz, donanma ise sadece savunma hizmeti yapacak bir kuvvet değil Almanya'nın her şeyini'bilhassa ekonomisini ve kültürünü deniz aşın bölgelere taşı ya-cak bir varlıktır. İmparator:
-Peki İngiliz donanmasını batıracak bir donanma yapabilecekmisin? Sakallı Albay:
-Bu kabil değildir imparatorum. Ancak öyle bir donanma yapabilirsiniz ki, İngiltere bu donanmayı batırsa bile kendi deniz hegemonyasının zedeleneceğini düşünür ve de bize savaş açamaz! Bundan dolayı Almanlar vücuda getirdikleri ilk donanmalarına Riske donanması adını verdiler. Bu sakallı albay ise, ilerinin meşhur amirali Von Tirpitz'den başkası değildi. Ayrıca Alman sanayiininde kurucusu olmuştu. Fakat enterasan olan şuy- duki, imparator yazlık sarayındaki toplantıyı noktalarken generallerine ve amirallerine şu beyanda bulunur. Hepiniz vazifelerinize avdet ediniz. Bundan sonra Bahriye nâzın ben olacağım ve şu sakallı albay'da benim müsteşarım olacaktır, demek suretiyle denize verilmesi gereken önemi hemen anlamıştı. Tuhaftırki bizim Sultan Aziz'İn denizcilik ve gemiler hususundaki İhtisası bir hobi, bir merak olarak telakki edilirde, Alman imparatorunun, Bahriye nazırlığı âlay-ı vâla ile karşılanır.
Fransız Deniz Stratejisi
Fransızlar Korsanların revaçta olduğu sıralarda denizlerle fazla ilgilenmeyip, İtalyan ve Türk denizciliğine muhtaç olmuşlardır. İngiltere Kraliçesinin, İspanya denizcilerine karşı bizim meşhur Kılıç Ali Paşay'a Mufassal Osmanlı Târihi adlı eserde birlikte çalışmayı teklif ettiği yazılıdır. Kara Harb Okulu tarihçisi olup ismi tarafımızca bilinmeyen öğretmen albay'da Amerika kıtasının Türkler tarafından keşfettiğini ispata çalışmaya gayret gösterirken, Em.deniz Albay'ı Saim Besbelli bey'de bu hususda ulus gazetesinde bilgi lendirme yayımlamıştır. 1490'h yılların sonuna doğru Osmanlı donanması mensupları nın veya müslüman denizcilerin gösterdikleri liyakat, bu teklifleri almayı hak ettiklerini gösterir gerek majestelerinden gerekse de Fransa'nın deniz sevmiyen dönem idarecilerinden. Şunu da hemen ilâve edelimki, Amerika kâşifi unvanlı Kristof Kolomb, uzun zaman seferde olmanın mürettebatta meydana getirdiği gerginliği ve hayatına kast edebilecek bir hareketi, adamlarına, ben bu haritayı müslümanlardan aldım, onlar adam kandırmaz ve yalan söylemezler demek suretiyle hitapta bulunmuş mürettebat bunun üzerine, müslümanların Kolomb'un söylediği faziletlerle mücehhez olduklarını bilmiş olmalarından dolayı, sakinleştikleri bilinmektedir.
Fransız denizciliği, kendisine takip edeceği rakip olarak Ada'dakileri yâni İngilizleri sekerek denizciliğini inkişafa gayret göstermiştir. En büyük başarıları Cezayir'i ele geçirmeleri olmuştur. İngilizler karşısında iki mühim mağlubiyet onların tarihinde bir kaya parçası gibi sırıtır, biri Ebubekir diğer Tra-falgar savaşlarıdır. Daha sonraları, İngilizlerin meşhur teklifi geldi: "Fransa İngilizlerin Akdeniz'deki çıkarlarını korusun,
İng iller ede Fransa'nın Atlantik'teki menfaatlerini muhafaza etsin "Bu teklife Fransa hemen sarıldı.
Sultan Aziz'in donanması diye anılan bölümü bu padişahın şehadeti neticesinde Osmanlı tahtına çıkan 5. Mehmed Mu-rad'm 90 günlük padişahlığını anlattıktan sonra sayfalarımızı süsleyeceğimizi bildirerek Sultan Aziz dönemini, şu iki hatıra ile hitama erdirelim: Birincisi; Sultan Abdülaziz Âlî ve Fuad Paşalar ile çalışmıştı. Bu iki sadrıazamı da kendi dönemi içinde çeşitli makam ve vazifelerle pişiren Büyük Mustafa Reşid yetiştirmiş idi. Bu bakımdan gerek Âlî gerekse Dr.Meh-med Fuad Paşa, Reşid Paşayı rahmete kanştıktan sonra nerede olurlarsa "Efendimiz" diye anarlarmış. Günlerden bir gün her iki paşada huzur-u padişahî'de devlet işi görüşür bazı tedbirler ittihaz ederlerken, padişahın katkılarına zaman zaman Efendimiz öyle yapardı demek suretiyle beyanda bulunurlar. Bunun üzerine padişah:
-Yahu Paşalar! Siz ikide birde Efendimiz de öyle yapardı diyorsunuz fakat ben biraderi mi kast ediyorsunuz diye pek ehemmiyet vermedim, konuşmanın gidişatından biraderi de kast etmediğinizi anladım. Pekiii! Sizin benden başka Efendi-nizmi var? Diye sual etmesi üzerine, her iki vezir, birbirlerine bakarlar acı bir tebessüm edip, sözü Fuad Paşa alarak:
-Efendimiz ömrünüz ve saltanatınız uzun olsun, bizim sizden başka bir efendimiz merhum Büyük Mustafa Reşid Paşadır, bizi yetiştirdi, bize yolu yorumu öğretti. Her ikimizde ona medyunu şükranız. Bu bakımdan onu böyle dâima efendimiz diye anarız dediğinde, padişah ne menfi ne müsbet bir mütalaa serd etmemişti.
Sultan Aziz, padişah olduğunda, şehzadeleri pek alakadar eden mühim kararlarından biri şehzadelerin çocuk sahibi olmalarını engelleyen kaideyi tatbikatten kaldırmış olmasıydı.
Yusuf İzzeddin Efendinin Eyüb'te bir tanıdığın konağında yaşamak mecburiyetinde kalması Abdülaziz Hân'ın zor katlandığı bir hususdu. Çeken bilir misâli devlet çarkı eline geçince bu ilk bakışta makul olmayan yasağı iptali, pek güzel bir hareketti. Bizim ilk balışta demek sebebimiz, vakt olur bir tedbir çok elzem olur, vakt olurki tedbirin kal karak faydası görülsün. İlk tedbirin konuşunun esbab-ı mûcibesinden bihaber olduğumdan çala kalem tenkit etmeyim diye böyle ifadelendirdim.
Sultan Aziz bu yasağı kaldırdıktan sonra şehzadelere çeşitli askerî birliklere katılmalarını bildirmişti. Böylece bunların saray dışı işlerle daha rahat bir şekilde en azindan malumat sahibi olmalarını istemişti. Sultan Abdülmecid Hân, kendisinin veliahdhğında, sokaklarda dolaşmasına, çeşitli insanlarla muhabbetine, spor hususundaki ve bilhassa güreşe eğilimi hasebiyle pehlivan güreşlerini seyretmesine hiç takılmıyordu. Ahalide, şehzadeyi bu vasıflarıyla daha da sevmişti, buna padişah kaygılanmadığı gibi memnuniyet duymaktaydı. Bütün bu yaşadıkları Abdülaziz Hân'a saltanatı esnasında yeğenlerine de pek müşfik olmasını getirmişti. Yeğenlerinden, daha sonra padişah olacak olan 5. Murad bu anlayışlı amcaya sert bir şekilde yaklaşıyordu. Sultan Abdülhamid Hân ise, amucasını her şeyden önce rnü'minlerin halifesi olarak görüyordu. Gerek kendisinin gerekse müslümanlann halifeye karşı tutumlarına pek ehemmiyet veriyordu. Sonrada amuca olarak da sevgi ve saygısını belli ediyordu. Sultan Hamid'den küçük olan Sultan Mehmed Reşad ise kimseye düşmanlık yapmayacak kadar temiz yürekli, biraz da Mevie-vî bir dervişin taa kendisiydi.
Günlerden bir gün Veliahd Mehmed Murad Efendi ma-beynde şehzadelerin oturduğu alana geldiğinde yüksek sesle düşünüyordu. Bu pala ile padişahın o koskoca karnını yaracağım bir gün diye söylenince, 5. Mehmed Reşad olarak taht-ı Osmaniye daha sonra çıkacak olan şehzade, Murad Efendiye, ".Hah iyi yaparsın, padişahın koskoca karnını yararsın, devletde sana kısas yapar seni de öldürür ve hiç sevmediğin Hamid Efendiyede tahtı kendi etlerinle hediye etmiş olursun" Demiş olduğu pek meşhurdur. Sultan Reşad'ın di-ğergâmlığı yanında, Sultan 2.Abdülhamid hân, bazı duyduklarını halife ve padişah olan Sultan Aziz'e aktarırdı. Bunu din-i vecibe addediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder