12 Haziran 2011 Pazar

SULTAN 3. SELİM HAN-1-

SULTAN 3. SELİM HAN


Babası: Sultan III. Mustafa Han
Annesi: Mihrişâh Sultan
Doğum Tarihi: 1761
Vefat Tarihi: 1808
Saltanat Müd.: 1789-1807
Türbesi: İstanbul Laleli Camii Yanı.

Osmanlı İslâm devletinin, 28. padişahı ve 20. halifesidir 3. Selim hân. Tahta çıktığında 28 yaşında idi. Babası; 3. Mustafa'dır. Babasının kardeşi; Abdülhâmid-i evvel pek mer­hametli iyi kalbli kimseler arasında cidden ayrı bir yeri, olan zevattandı. Yeğenine sıkıntı verecek davranışı hiç bir zaman ne sergiledi ne de müsaade etti. Eğitimine de pek önem ver­di. Amcasından gördüğü bu anlayışı'takdir etmekten geri kalmayan veliahd şehzade Selim, devlet işlerine kesb-i vukuf için sokulmak ve takip etme imkânıda bulabildi. Gençliği ve gayreti ahalinin ümidini kendisine bağlama hususunda ciddi bir faktör oldu. 1. Abdülhamid'in vefatı üzerine, tahta çıktı­ğında Ruslarla yapılan savaşı kazanmak ve ikinci bir Kay­narca antlaşması tehlikesini yaşamak istememekteydi ve bunu temin için, orduyu takviye için, İstanbul'da derleyip topladığı askerleri serdar-ı ekremin emrine ulaştırdı. Devleti âliye; Ragıp Paşa sadrazamken, 3. Mustafa'nın israfı önleyici yaklaşımı sayesinde hazine-i şahaneyi hakikaten doluluğu bakımından harika bir seviyeye getirmişti.
Hâttâ padişah 3. Mustafa ara sıra aynı zamanda eniştesi olan Ragıb Paşaya siteme benzer sözler eder, Moskofluya sa­vaş açalım, para sıkıntısını bahane etmeyin, Petersburga ka­dar adım başına altın dizerim diye teşvikde bulunurmuş. Sonradan açılan savaşlarda öyle para sarfiyatı husule geldi ki, 28. padişah, 3. Selim'in belini bükmekte olan parasızlığın ta kendisiydi. Bu ihtiyacı def edebilmek için, Rusya ile zahir­de hasını görünen Felemenk ile İspanya'dan, istikraz da yâni borç para alma teşebbüsüne geçti.
INe varki o sıralarda batı avrupa bir ihtilâle gebe olarak ateşler içinde yanmaktaydı. Bu hâl para talebinde bulunulan devletlere red cevabı verme hususunda çok hizmetetmiştir desek yanlış bir hüküm vermiş olmayız! Devlet adamı ve vakanüvis Abdurrahman Şeref bey, parasızlıkla ilgili olarak şunları: ".. Parasızlığa bir çâre bulmak erneiiyie Sultan Selim-i sâlis Saray-ı hümayunda, rical ve ayan konaklarında bulunan, sim (gümüş) ve zer (altun) evâniyenin (kap-kacak) ahnıb, sikkeye tahvilini irade eylemiş ve mucibince ha­reket olunarak epeyice mikdarda; mağşuş (bozuk) akça, darb olunmuş idiysede bu tedbir-i muvakkatten de, bir fâide hasıl olamamış idi."
"Demekte. Bu arada Prusya devleti ile yapmış olduğumuz antlaşma da, fayda cihetinden hiçbir işe yaramamıştı. Os­manlı devleti Prusya devleti nezdinde, yaptığı hatırlatmalara karşılık, bir oyalamanın tatbik edildiğini görüyordu fakat bu­nu, yüzlememek şıkkı tercihi olmaktaydı. Hudud boyunda harb devam etmekte zafer bazen bize gülümsüyor bazen de Rus tarafında kalıyordu. Sadrazam serdar-ı ekrem Koca Yusuf Paşa serhad boylarında zayıf yerlere lâzım gelen yardım ve takviye yapma gayretinde iken, garazkârları olan bazı rical Vidin seraskeri görevinde olan bir lakabı Kethüda diğeri Ce­naze Hasan Paşa olan zâtı sadarete tâyin ettirdiler. Dere ge­çilmekteyken at değiştirilmez düstûru kendini burada belli etti. Çünkü geldiği görev kapasitesini aşan bir vazife idi. Ya­pabildiği, diğer ricalin söylediklerine münasibdir demekten başkaca yapacağı bir şey yoktu.

Buze Suyu Bozgunu


1204/1789'da Büze Suyu yakınlarında iyi bir kumandanın idaresinde olmayan ordumuz, Rus ve Avusturya orduları kar­şısında fecii bir mağlubiyete mâruz kaldı. Bunun sonucunda elimizden Bender, Akkirman ve Kili kaleleri Rusların sahipli­ğine geçti. Belgrad kalesi de Avusturyalıların eline geçti. Al-lah'dan İsmaiyl seraskeri meşhur Gazi Hasan Paşa bölgesin­de dolaşmaya başhyan büyük bir moskof ordusunu öyle ta­rumar ederek mağlup ettiki, adetâ Osmanlının intikamını al­mayı becermiş sayıldı. Zâten bu başarısı Gâzî Hasan Pa-şa'nın makam-i sadaret ve mührü hümâyuna mâlik olması­nı sağlamıştır. Ancak çok çalışkan ve cesur bir kimse olan Gazi Hasan Paşayı öne çıkaran hususlar arasında teftişçiliği gelirdi. Ancak onun teftişleri âla'yı vâlâ ile değil, tebdili kıya­fet ve pek ani olurdu. Böyle yaptığı her tarafta duyulmuş ol­duğundan vazifeye dikkat, er'inden en üst kumandanına ka­dar herkesin riayet ettiği husus olmuştu. İşte bu teftişlerin bi­risinde hava şartlarına uygun kıyafet giymemiş olması ada­makıllı üşütmesine sebebiyet verdi. Yattığında bu üşütme onun ölüm hastalığı olmuştu. Nâşını; kendi yaptırmış olduğu Şumnu'daki Bektaşi dergâhına defnettiler. Karışık ve üzücü bir devirde sadarete tâlibli çıkmıyor, teklife ise adetâ herkes kapalı kalmaktaydı. 3. Selim; devrin şeyhülislâmı ile yaptığı istişareden sonra bir kaç adayın ismini kâğıdlara yazdılar. Oradan Hirka-i Saadet dâiresine giden padişahı, aldığı fetva­ya uygun olarak olacak kura usulüyle sadrazamı belirleme ameliyesinde görüyoruz. Kur'a sonunda Şerif Hasan paşanın çıktığını görüyor ve sadarete tâyin ediyor. Çalışmamızda me­haz olarak müracaat ettiğimiz "Devlet-i Osmaniye Târihi" yazarı Ali Şeydi bey, padişahın bu tarz seçimini içine sindire-miyerek <Fesübhânallah!> nidasıyla karşılıyor. Halbuki başka ne çare bulunabilirki? Talibi olmayan, teklif edildiğinde is-tinkâf edilen bir vazifeyi başka türlü nasıl birinin üzerine tah­mil edebilirsiniz? Maneviyata bağlı insanların, dinin muhafa­zasını üstüne almış şeyhülislâmın verdiği fetva dâhilinde, yu­karıda bahsettiğimiz kur'aya baş vurmanın şaşılacak bir ta­rafı olmadığını kendisinden yâni Ali Şeydi beyden doksanbir sene sonra söylemekde bir beis görmüyorum.
Târih; 1205/1790 yılını gösterirken Şerif Hasan paşanın ademi muvaffakiyeti İsmaiyl kalesininde Rusların eline geç­mesine şâhid kıldı milletimizi. Mezkûr yer Rusların eline geç-diğinde buranın müslümanları öyle bir jenosite ve vahşete maruz kılındıki, yukarıda bahsettiğimiz Ali Şeydi bey mer­hum; şunları söylüyor: "..Rusların İsmaiylin zabtını müte­akip ahaliye-i mahallii islâmiyye hakkında, reva gördükleri enva-ı mezâlimi ve i'tisafı <mekâtib-i idâdiye-yâni üseye> mahsus olan şu eserde tadâd ve tafsil etmek istemeyiz." Görüldüğü gibi yapılan muamele sadece bir canilik, kan içi­cilik değil, lise talebesi seviyesinin çirkinliklerden korunma­sını gerektiren bir ahlâksızlığı anlatmaya edeblerinin mâni ol­duğuna dikkat etmek gerekir.

Koca Yusuf Paşa Yine Sadrazam


Arda arda mağlubiyetlere duçar edilmiş bir ordu, artık ba­şına kim gelirse gelsin, kendine olan güveni kaybetmişse akıbet iyi olamaz.                »
Nitekim Koca Yusuf paşa geldiği bu sadaretinde yaptığı savaşlardan yüz güldüren bir netice istihsal edemedi. Ayrıca­da mâli sıkıntılar yavaş yavaş kendini gösterince, orduya lâ-zımiyeti olan levazımda temin güçlüğü görülmeye başlandı. Bütün bunlar olmaktayken, Fransa'da meydana gelen ihtilâl dünya devletlerinin her birini,  kendi iç vaziyetlerini gözden geçirmeye itti. Avusturya ise bundan asla müstesna olma­makla beraber daha da te'sir altına girebilecek durumda idi, çünkü imparatorları 2. Jozef bu sırada oluvermişti.
Buna bağlı olarak da Rusya ile ittifakından kopmuşlardı. Artık açıkça gözlenen eğilimleri sulh antlaşmalarını imzala­maya dönük olduklarıydı. Devletimiz Osmanlı ise; Ruslar ile kozunu paylaşabilmek için Avusturya ile sulh yapma ihtiya­cı, insanın suya ekmeğe olan ihtiyacından daha az değildi. Ziştovi iki devletin sulha ihtiyacının bir imza ile noktalandığı yer oldu. İngiltere, Prusya ile Felemenk devletlerinin tavas­sutları bu sulhun imzalanmasında epeyce iş gördü. Mezkûr Ziştovi antlaşması Belgrad ile diğer kaleleri Osmanlıya iade etmek şartıyla Osmanlı-Avusturya sulhu yapıldı. 1205/1790
Rusya ile probleme gelince: Padişah 3. Selim, pederi 3. Mustafa gibi samimi bir moskof düşmanıydı. Onları mutlaka mağlup etmek gayesinin zirvesiydi. Avusturya ile yapılan Ziştovi antlaşması nihayetinde, Rusya ile başbaşa kaldığını düşünen padişah, orduyu kesin ve şiddetli bir emirle, Rusya ordularının üzerine atlamalarını istedi. Padişah bu tâleblerini yaparken, ordunun başkomutanı da dâhil olmak üzere bütün güngörmüş askerleri ve subayları şiddetle sulh yapmaya ge­rek gördüklerini, orduyu değil savaştırmak, geri çekebilmek bile müşküldür beyanlarını ve bunları destekleyen imzalar vermekten imtina etmemeleri, işin vahametini göstermeğe yeterde artardı bile. Prusya ise Osmanlıyla müttefikliğine rağmen, Fransa'da zuhur eden ihtilâlin kendi bacasını da tu­tuşturacak korkusundan, Ruslara harb ilânına İmkânı bulun­madığını gayet net olarak babıâli'ye bildirdi.

Yaş Antlaşması


Avusturya ile Ziştovi sulhünden sonra, 3. Selim ordudan kendine ulaşan beyannamede, Ruslarla da bir barış konfe­ransı icabatını siyaseti içine aldı. 1206/1791 baharının gir­mesiyle birlikte Yaş denen şehirde Osmanh-Rus murahhasla­rı müzakereye oturdular. Yaş antlaşması mucibince Kırım Hân'lığı ile Özi arazisi tamamen Rusya'ya bırakılıyor, Dinyes-ter nehri hudud kesilmişti Anadolu tarafında eski hudud ge­çerli olarak her iki tarafcada kabul edilmişti. Rusya ve Avus­turya ile yapılan son savaşın bilançosu, üç devlet için şu hal­deydi: Osmanlı devleti, 330 bin evlâdını, 6 kapak, 4 firka­teyn ve bir kaç ufak gemi. Rusyaysa 200 bin askerini kay­betmiş, 5 kapak, 14 firkateyn, 80 tane ufak teknesi elden gitti. Avusturya'nın ise; 130 bin askerini kaybettiği, Katerina adına yazılan tarih eserinde yer almaktadır, diyor "Târih-i Si­yasi" yazarı eski sadrıazam Mehmed Kâmil Paşa. müddet zarfında beylerden birinin bir iftirası çıkacak olursa Ruslar ile haberleşilip, itham sabit olduktan sonra azil etmeye gidilece­ğine karar verildi. Fransızlarla yapılmış bulunan yeni antlaş­ma mucibince bu hükümetin ticaret gemileri Karadeniz'de rahatça geliş geçiş yapmaya hak kazanmışlardı.
Bu vaziyet Osmanlı devleti tarafından taahhüt olunmuştu, ingilizler, Kahire'de bulunan askerlerini Süveyş yolu ile Hin­distan'a yolladilarsa da İskenderiye'yi boşaltmıyor, Sayda da bulunan Kölemen emirlerini himaye yoluna gitmekteydi. 1214/1799 Necef'de, Hezeali aşireti ile Vehhabiler arasında münazaa çıktı. Bu olay neticesinde üçyüz tane vahhabi öldü­rülmüştü. Vehhabilerin reisi bulunan Abdülaziz, oğlu Suûd'u askerleriyle Kerbelâ üzerine yolladı. Matem gecesi şehri ba­sıp, rastladıklarını katledip, oratlığı yağmaya tâbi tuttular. Hâttâ, İmam Hüseyin (r.a)ın kabrinde bulundurulan altun ve gümüş kandilleri ve diğer kıymetli eşyayı gasb ettiler. Bu sı­ralarda ise İngilizler Mısır'ı terk ettiler. Ancak; komutanlardan Elfi Mehmed bey ile onbeş kişi kölemeni beraberlerine alarak Malta'ya çekildiler.
Vehhabiler Osmanlı devletinin ve 3. Selim güdümündeki hükümetin karışıklıklar ve bir sürü olaylar içinde, yuvarlanıp gittiği sıralarda Napolyon, meşhur Amiyen antlaşmasını İhlâl ediyordu. Çünkü; Mısır'a, Akdenize ve de, hind yoluna ulaş­mayı aklından çıkaramiyordu. 1217/1802 senesi ağustosun­da general Sebastiyani adlı birini ticaret vazifesiyle doğu böl­gelerine gönderdi. Bu memurun önce Trablusgarb bilahire Kahire sonra da İskenderiye'ye uğradığı görüldü. Uğradığı" her yerde ahali tarafından alkışlarla nistikbal olundu. Bu al­kışların sebebi olarak, İngilizlerin denizlerde göstermiş oldu­ğu şiddete atf olunuyordu.
Akkâ'da da aynı tarz alkışlara lâyık görüldü. Fransa'ya dönüşünde; resmi yazı ile yayımladığı raporda Mısır, Akkâ ve İskenderiye gibi şark bölgelerine dair düşünceler ve hareket yapılmasına dair sunuşlar mevcut, hatta Mısır'ı almak için, altıbin Fransız askeriyeter kaydı yazılı idi. Yine bahse konu sene içinde; general Dekain adında biri Hindis'tanda, yalnız başına İngilizlerle savaşmak için oraya gönderilmesi husu­sunda istida vermişti.
Bonapart, bu generali Fransızların elinden çıkmış beş şeh­ri ele geçirmek için gizli olarak vazifelendirmişti. Emrine bir kaç bin kişilik askeri kuvvetverdiği gibi, yerlilerle uyuşabil­mek içinde ve ingiliz hakimiyetinin aleyhinde çalışmalar yapmak içinde kati emirler verme yoluna gitmişti. Generai, Pundeşeri'ye gelince iki devletin arasında savaş imkânı çık­mıştı. Bu bakımdan ingilizler kendisini şehre sokmadı. Gemi­lerini de gözetlemeye aldılar. Hattâ Dekain, Frans adasına kaçırıldı. Adayı İngiliz taarruzlarına karşı kuvvetlendirdi. Daha sonra 1803'den 1811 senesine kadar Hind denizine kor­sanlar göndererek İngilizlere ticaret yollarındada büyük bü­yük zararlar verecek saldırılar sağladı.
Napolyon Bonapart; Akdeniz hakimiyetinde önde olmak için ispanya'yı çalıştırdı. Amiyen antlaşmasına mugayir ol­masına rağmen burada hâkimiyetini kurdu. 1801 senesinin, aralık ayından itibaren, Lombardiya'nın ileri gelenlerini getir­terek, kendisine Cisalpİne yâni kuzey italya (lombardiya, pi-yemonte) cumhuriyeti reisi unvanını verdirdi. Adamlarından Jerom Doraco adındaki birini Ligure cumhurreisliğine tâyin etti. Piyomento şehrini de 1803'de Fransa'ya katarak, Sar­dunya kralına tazminat verileceğini vaad eyledi. Elbe adasını dahi Fransa'ya kazandırdı. Bu icraatın tamamı Rusya ve İn­giltere devletleri tarafından protesto ediliyordu. Bonapart; al­dırmayarak Taranet, Otranet ve Brindizi şehirlerini de zapt ettirdi. İngilizlerde Malta'yı terk etmediler. Bonapart buna fe­na halde hiddetlendi. İngilizler ayrıca İskenderiye'ye de bir miktaraskeri muhafız olarak bıraktılar. Fransızların Hind'deki beşşehirlerini de iade etmediler.
18. Lui'yi ve meşhur ihtilalcilerden Jorj Kadodal gibilerini ülkelerine kabul ettiler. Birinci konsülün yâni Mapolyon'un bir ticaret antlaşması yapmaması yüzünden infial gösterdiler, ingilizlerin elçisi Lord Whitvortda antlaşma hükümlerinin İh­lâl edilmesinden dolayı, vaziyeti protesto ediyordu. Velhasıl az bir müddet sonra İngilizler bir ültimatom vererek, Fele­menk ile İsviçrenin boşaltılmasını, Sardunya kralına tazminat verilmesini ve Malta'nın, terk olunmayacağını bildirdiler. Bo-napart'da gelen sefire şiddetle muamele etdi.
Lord Vayvorth Paris şehrini terk etti. Çarpışma hemen başladı. İngilizler bir kaç tane Fransız ticaret gemisini yaka­layıp içindeki malları müsadere ettiler. Bonapart ise, Fransada yaşamakta olan ne kadar 18 yaşından yukarı, altmış ya­şından aşağı kim varsa hepsini tevkif ettirdi.
General Mortier; Hanover'i işgal ederek Fransanın batı li­manlarında, tedariklerini yapmaya başladı. Bolonya ordugâ­hı yeniden düzenlendi ve bütün bu haberler, Osmanlı devleti­ni düşüncelere salıyordu. Bu iki devlet arasında dolaşan Mı­sır sözleri, yine şarkın meseleleriydi. Diğer taraftan da, Os­manlı devleti Fransızlar ile daha yeni bir antlaşma yaptıkları gibi Mısır meselesindede İngilizlerden biraz yardım görmüş­lerdi. Bütün bunlardan başka Vehhabiler meselesi de artık çok önem taşıyan bir mesele olma yolunu aşmıştı.
Tarih-i Cevdet bu mesele hakkındaki gafletimizi şöyle özetlemekte: "Osmanlı devletinin ne kadar sıkıntılı dönemler geçirmiş olduğu buradan^ da malum olur ki, bundan seneler evvel, tebasından birinin kurmuş bulunduğu yeni bir mezhep hakkında, pek çok bahisler ilmen konuşulmuş ve bir cereyan husule gelmiştir. Hicaz ve Irak âlimleri taraflarından çeşitli ki-tablar yazılmış olduğu halde, nihayet dinin vatan-ı aslisi oian Arab yarımadasında, bu mezhebin tesirleri münasebetiyle Deria Şeyhi bir çıkış yaparak müstakiliiğe varan bir yola gir­mişti. Buna karşılık devletin müşkül işlerinin görüldüğü yer olan meşveret meclisinde bunlara dair bilgi bulunmayıp ve bu yeni mezhep sayesinde bir kabile şeyhinin kuvvetli bir hükümdarın hüviyetini kazandığını bilemiyorlarda, hâla Veh-habilerin isteklerinin neden ibaret olduğu sadnazamlar ara­sında bahse ve mücadeleye konu oluyordu.
Osmanlı devleti ulema sınıfına fevkalade derecede itibar verdiğinden bu insanların yüksek derecede olanlarını kendi ileri gelenlerinden saymasına rağmen şöylece elli altmış yıl­dan beri devam ede gelen ve ülke içinde, müstakil bir hükü­met kurulmasına sebep olan bahse konu mezhep meselesi­nin künhüne dair henüz malumat-ı sahiha sahibi olunamaması inanılacak bir durum değildir. Lâkin önceleri hakiki va­ziyetten bilgi sahibi olunmasına rağmen bir hükme varama­mışlardı.
Zira o sıralarda İstanbul'da ilmiye yolunun âlimleri üç kıs­ma bölünmüş olup, birincisi müretteb ilmiye ashabı olan, ulemai resmiye, ikincisi fiilen şer'i hizmette bulunan hâkim ve kâtibler ve üçüncüsü medrese çıkışlı olan üstaze ve tale­beden müteşekkildi. Birinci sınıf içinde malumat sahibi na­dirdi. İkincileri teşkil edenlerin malumat-ı sermayesi, davala­rı fetva kitaplarında yazılı olanlan meselelere tatbik ile büyük alimlerin usulü mesleklerini uygulamaktan ibaret olanlar, il-mi bahisler iddia etmekten uzaktılar, üçüncü sınıf ise, bu iki sınıfa da cahil nazarı ile baktıkları halde şer'i hükümlerin na­zari ve de tatbikatından mahrum olarak felsefi düşüncelerin, kâh mutezilenin yaralayıp iptal ettirdiğine vakit sarfetmekte, devlet memurlarından hariç, özel bir sınıf şeklinde bulunduk­larından İhtimalki henüz vaziyetten haberdar değillerdi.
İdareci memurlar ise, çöldeki mezhep kavgasıyla soğuk ve taassup sahiplerinden olan vaizlerin mübalağalı sözlerini, fark ve temyiz edemezlerdi. "Biraz evvel görmüştük ki, Ab-dülaziz Vehhabi, oğlu Suûd'u yollayarak Lahsa, Katif tarafla­rını ve Basra hududuna kadar bululunan yerleri tamamen zapt eylemişti.
Vehhabiler 1212/1797 tarihinde Mekke Emiri Şerif Galib'i Huzme karyesinde mağlup ederek aralarda Vehhabilerin Mekkeye gelip gitmeleri onlarında Yemen ile Şam tarafların­da Şerife tâbi olan, Arablara dokunmamak şart koşulmuştu, 1215/1800'de Vehhabilik Asir'den, Tihamiye yayıldı. Necid, Cebeli Şamir beldeleri dahi Vehhabi olup, Lahsa'nın zaptı üzerine Basra ile Bağdad tehlike altında kaldı. Velhasıl Arab yarımadasının her tarafında Abdülaziz Vehhabi'nin, hükmü geçerli oldu. Yalnız Mekke emiri bundan müstesna idi.
1217/1802'de Vehhabilerin Haremeyn-i Şerefeyne, hücum edecekleri hakkında Mekke emirliğinden birbirini takip eden haberler ve istimdadnâmeler geldi. Toplanma lüzumunu gö­ren meclis, İstanbul'dan cephane ve top derlenerek Kaptan paşa ile gönderilmesine, Mısır'danda asker sevk olunmasına Bağdad valisinin ve yahut kethüdasının Necid üzerinden hü­cuma geçmesine karar verildi. Fakat Vehhabiler Tâif üzerine saldırmışlardı. Hâttâ Abdülaziz, Mekke Şerifi Galib'in yakın adamlarındanken Vehhabilik mezhebine geçen Osman Mü-zayife'ye de Taif taraflarının emirliğini verdi. Osman Müzayif, Yemen'e musallat olan Sultan bin Şakban ile Taif'i kuşattılar. Şerif Galib ile yapılan savaşta pek büyük zayiata uğradılar-sada, Şerifin Mekke'ye kaçması üzerine takip edip şehre da­hil olup, müthiş bir katliam gerçekleştirdiler. Taşınır taşınmaz mallan yağma edipsahih islâmi eserleri ve Kur'ân-i Kerîm'le-ride sokaklara attılar. Gömülü servet ve mal var bahanesi ile her yeri kazarak da şehrinde altını üstüne getirdiler. Hac za­manı dahi Mekke üzerine yürümekten çekinmeyip, hareke-tettilersede hacıların kalabalığından saldırıyı yapamadılar.
Fakat devlet tarafından gönderilmiş Adem efendi adlı na-sihatçı, ve üç gün içinde Mekke'yi terk edeceklere aman ver-dilerse de, Mekke'yide tehdit altında bulundurmaktan utan­madılar. Suud'un Mekke'ye girmesinden sonra Mekke Şerifi Galib ile Osmanlı devletinin göndermiş olduğu Şerif paşa Mekke'yi terkederek, Cidde'ye çekildiler. Suud ise muharrem ayının 8. günü Mekkeye girerek derhal beyt-i şerifi tavaf etti. Yarın kuşluk vaktine kadar herkes mescid-i şerife gelsin diye bağıran dellallar dolaştırdı. İlân edilen vakitte hutbe-i pey-gamberîyi okuduktan sonra: "Cenab-ı Hak'ka teşekkür eyle­rim. Sizi İslama hidayet ve şirkden halâs eyledi. Sizi yalnız Allah'a ibadet edipde bulunduğunuz hâl-i şirkten ve dalalet­ten feragata davet ederim. Şer'iat-i islâmiye üzerine, Allahı sevenlere dost ve Allah'ın düşmanlarına düşman olmak üze­re sizden biat isterim" diyerek elini uzattı ve biat aldı. İkindi namazından sonra şarab ve zinanın haramlığından bahsede­rek yarınki gün çıkıp kubbeleri hedm (yıkınız)ediniz. Beytleri atınız, Allah'dan başka, mabud olmasın demesinin ertesi gü­nü Vehhabiler peygamber (s.a.v) doğduğu evle Ebu Bekir, Ömer ve Ali (r.a)'lann ve de Hz. Fatıma, Hz. Hatice'nin evi ile ashabı güzin ve evliyaullahin kabirlerini yıktılar. Suud, Mekke'de çeşitli cemaati yasaklayıp, herkesin bir imam ar­kasında namaz kılınmasını emreyledi. Ne kadar çubuk, nar­gile, saz varsa hepsini toplatıp yaktı. Ezan okuyan müezzin­lerin salat ve selam getirmelerini, ashab-ı kirama tazim edil­mesini, büyük şirkdir diye yasakladı.
Devlet tarafından giden; Adem efendi ile Kerbelâ vakası ile diğer vakalar üzerine görüşerek, sudan cevablar verdikten sonra eline yüz riyal, altına bir hecin devesi vererek yolladı. Vehhabiler mezheblerine girmeyenleri keserler ve onlardan da nekâl (işkence) adıyla bir miktar para alırlardı. Bu sebeb-le Mekke'de ve civardaki kabilelerde ve aşiretlerden pek çok mal aldılar. Suud, 14 gün Mekke'de oturduktan sonra ikiyüz kadar muhafız bırakarak, Cidde üzerine yürüdü. Ciddeliler-den ikiyüzbin riyal, altmışbin altun, altıbin riyaliik kumaşı ce­za parası, olarak istedi. Buna karşılık, top ve tüfenk ile mu­kabele gördü. Sekiz gün süren çarpışmalarda, Suud'un as­kerleri büyükçe telefat verdiler. Neticede çekilip Necid tarafı­na gittiler. Bunun üzerine Şerif Galib; Vadi'i Mer, üzerine hü­cum ederek Suud'unda muhafızlarını kaçırdı. Sonra berabe­rinde. Şerif Paşa ile askerleri ve aşiretler olduğu halde Mek­ke'ye döndüler.
Vehhabilerin Mekke ve Medine'ye karşı, vukua gelen ta-aruzlar 3. Selim'i büyük kederlere gark etmişti. Bu kedere zi-yadelik veren rüşvet kabul etmez, iltimasları dinlemez, şeyhülislâm Ömer Hulusi efendinin infisalidir. Tarih; şeyhülislâ­mın bu azlini şöyle bir satırla bildiriyor: "böylesi karışık bir donemde birtarik sahibinin pasif, çekingen durmaları uygun hâl ve işlerini cabindan görülmediğinden azlolundu!" Kava-lalı Mehmed Ali'nin Çıkışı Serdar-ı ekrem Yusuf Ziya Paşa Mısır'dan dönüşü sırasında yanında bulunan anadolu yeniçe­rileri ile çoğunluğu arnavut olan rumeli başıbozuk askerin­den meydana gelmiş bir kuvveti, oraya bırakmıştı. Rumeli başıbozukları mirmiran Arnavut Tahir paşa, serçeşmeleri de Kavalali Mehmed Ali Ağa idi. Tahir Paşa; cesur ve cenğaver olmakla beraber basit biri, Mehmed Ali Ağa ise pek akıllı, ze­ki ve tedbir sahibi kimselerdendi. Başkumandan bu kuvvet­leri Mısır emirlerinin tasallutlarını def edebilmek, maksadıyla bırakmıştı. Az bir müddet geçtikten sonra bu kimseierede devlet tarafından tahsis olunan maaş ile, Asuvan'da nizam yerli yerine konulmuştu. Bu vaziyet karşısında, askerinde bu kadarına lüzum kalmamıştı. Defterdar Recai efendi askerleri bu kadar fazla sayıda istihdam etmenin doğru olmadığını be­yan etmesi vali Hüsrev Paşanın kendisi için Fransız askerini takliden bir miktar nizam-ı cedid askeri düzenlemesi yaptı­ğından bunların kalmasını, Arnavut askerlerin terhis edilme­sine karar vermişse de birikmiş maaşlarını verecek para yoktu. Paşa; tüccarandan bir miktar borç alarak bunlara ver­mek sonra Mısır'dan göndermek arzusu taşıyarak belli şeyle­ri kesti. Arnavutlar ulufelerini tamamen almayınca, yerlerin­den kımıldamayacak olduklarını söylemek için Defterdara gittiler.
Defterdar bunlara: "ulufeleriniz Mehmed Ali'dedir. Onun yanına gidiniz. Dedi. Mehmed Ali'nin konağına gittiler, ulufe­lerini istediler. Mehmed Ali ise; ben hazineden bir akça bile almadım diyerek baştan savmak istedi. Bunun üzerine; arna-vutlar ile diğerleri arasında kavga dövüş çıktı. Kahire'de dükkânlar kapandı. Herkes dehşet içinde kaldı. Bir hafta sonra, ulufelerin tamamlanıp verileceği vaadiyle arbede bastırılabil-di.
Arnavutlar, bir hafta sonra defterdarın konağına gittiler. Defterdar, 60 bin kuruşu olduğunu söyleyerek biraz daha sabretmelerini ihtar ettiyse de, alacaklı Arnavutlar bu gün içinde ödenmelidir, şeklinde dayattılar. Defterdar, vaziyeti Hüsrev Paşaya bildirdi. Valinin yan'ndaki hazineden bir mik­tar para istedi. Fakat, Paşa ben bir akça vermem, verilmesi­ne de iznim yoktur. Ya buradan çıkıp giderler, yahut hepsini katlederim diye haber gönderdi.
Bu haberi alanların hemen defterdarın konağına hücum ettikleri görüldü. Hüsrev Paşa da, defterdarın konağını topa tuttu. Yine dükkânlar kapandı. Tellâllar: "herkes silahlanıp şeyhleri (reisler) ile birlikte paşanın yanına gelsinler" diye bağırtıldılar. Ahali bir yağmaya uğrama korkusundan siperler kazdılar. Yeniçeri ağasıyla diğer ocakların ihtiyarlan, Hüsrev Paşanın yanına gidip kalenin muhafaza altına alınmasını ha­tırlattılar. Paşa onlara cevaben: "kalede hazinedar var. Ben ona lâzım gelen tenbihleri yapmıştım." Gelenlerin, her kapı­nın dışına birer yeniçeri koyalım ihtarına da, "siz benim as­kerimi ayırmak isteme yolundasınız, haydi gidin ahaliyi si­lahlandırıp buraya getiriniz" şeklinde mukabelede bulundu. Paşa gafildi. Çünkü kalede hazinedarın yanında bulunan as­ker Arnavut ve diğer başıbozuklardan müteşekkildi. O gün akşama kadar defterdarın konağına top attırdı. Konağında ahşap olan her yeri tutuşup yanmaya başladı.
Defterdar, geceyi mahzende geçirdi. Arnavut askerin bir kısmı defterdarın, bir kısmıda Muhammed Ali'nin konağında, bazıları da Özbek camiiyle diğer yerleri siper tuttular. Ertesi günü Hüsrev Paşanın askerlerini taburlar halinde başıbozuk­ların üzerine sevk ettiği görüldü. Arnavutlar defterdarla beraber evrak defterini de alarak, Tahir Paşa'nın konağına götür­düler. Orada dikiş tutturamayinca, Özbek camii bölgesinde savunma gayretine düştüler. Bu sırada Hüsrev paşanın aske­ri defterdar ait konağa geldiklerinde nizam ve intizamı unuta­rak yağmaya koyuldular. Arnavutlar, bu askerin uygunsuz hâlini görünce, üzerlerine saldırıya geçip tarumar ettiier. Ta­hir Paşa tam bu sırada ortaya çıktı. Arnavut askerlerinin ya­nında yer aldı. Öte taraftan Arnavutlar kaleye çıkarak orada bulunan hemşerileri ile birleştiler. Hazinedarla beraber kale­den anahtarları, top, humbara ve cephane alıp, Özbekiye gö­türdüler. Hüsrev paşa olanlar karşısında şaşırdı. Tahir Paşa, Mehmed Ali Ağanın düzenlemesiyle ahaliye aman verdi. Hal­ka asla zarar verilmeyeceğini tellâllarla duyurdu.
Türbeleri, şeyhleri ziyarete gidip yardımlarını istedi. Haki­katten asker, ahaliye asla taarruz etmedi. Çarşıdan aldıkları her şeyin parasını hemen ödediler. Buna ahalide şaştı. Çün­kü; böyle aşırı eşkiyadan böyle mükemmel bir insaniyet ör­neği beklenmezdi. Mehmed Ali ise, müracaat sahiplerinin kalbİerinin kazanılması yolunu buluyor, zorluklan halle çalı­şarak kendini sevdirmiş oluyordu. İki gurub askerin cumar­tesi ile pazar günü gecesi kavgaya tutuşarak Arnavutlar, Ka-hire'nin bir çok yerini, Bulak kasabasını, Anbabe'deki yiye­cekleri, Kasr-i aynİ'deki Hüsrev Paşa kölelerini zapt, Özbeki­ye tarafındaki paşanın yanında yer alanların hanelerini yağ­ma ettiler. Hüsrev Paşayı muhasara altına aldılar. Yağlı pa­çavralarla konağını tutuşturdular. Paşada, ilk önce ailesini kaçırmayı başardı. Sonra kendisi ve yanında kalan kapı hal­kı ile birlikte firara muvaffak oldu.
Arnavutlar alevler içine dalarak Paşanın konağını yağma­ya tâbi tuttular. Paşayı takip etmekte olanlarda, Hüsrev Pa­şanın adamlarıyla kapıştıklarında bozguna uğradılar. Hüsrev Paşa ve yanındakiler taşınır mallarıyla ve aile efradı ile birlikte bir gemiye binerek, Betha bölgesi istikametine yola çıktı­lar Neticede; yeni vali gelene kadar, Tahir Paşa'nın kaimma-kamlığı üzerine alması kararlaştırıldı. Mısır kadısı, bir kürk netirerek Tahir Paşaya giydirdi. Vaziyet bir rapor ile İstan­bul'a bildirildi. Kölemenler, bu vaziyetten haberdar oldukla­rında Said'den Mısır'a doğru yola çıktılar. Hüsrev Paşa ise, Mansure'ye girince, ahaliden doksanbin riyal civardakilerden de epeyi miktarda akçayı vergi diye aldı. Tahir Paşa kardeşi Hasan Bey'i, o tarafa yolladıysa da paşa Dimyat'ı sağlamlaş­tırdı. Daha önceleri, Hicaz'a sevk olunmak üzere cephane ile birlikte bir miktar yeniçeri gelmiş ve Camii Zahir'de iskân edilmiş, Hüsrev Paşada bunları Hicaz'a yollamak üzere iken bahse konu olaylar meydana gelmişti. Tahir Paşa tarafı, ga-lib gelince bunlara hakaret dolu nazarlarla baktîlar. Yeniçeri­ler bu davranıştan huylandılar. Paşa; kendi askerine öteden beriden, müsadere yoluyla aldığı para verir, yeniçeriler ise ulufe (maaşlarını) istedikçe: "Ben kendi valiliğim zamanın­dan sonrasını bilirim. Alacağınız var ise Hüsrev Paşadan iste­yiniz." derdi.
Yeniçerilerin bu muameleden de rencide oldukları şüphe götürmez. Bunlar; Hicaz'a gitmek üzere Mısır'a gelen, Medi­ne muhafızı Ahmed Paşa ile söz birliği ederek bir gün 250 ki­şi oldukları halde, Tahir Paşanın konağına gidip, ulufe iste­mekte ısrar ettiler. Paşa bunlara söğüp saydı. Fakat içlerin­den biri koşup Tahir Paşanın kellesini kesip pencereden dışa­rıya attı. Diğer arkadaşlarımda Tahir Paşanın adamlarına hü­cuma geçtiler. Pek çoğunuda kestiler. Bu seferde asker ikiye ayrılmış oldu. Yeniçeriler ile diğerleri Ahmed Paşanın yanın­da, Arnavutlarda Özbekiye tarafında toplaştilar. Ahmed Pa­şa, Hüsrev Paşaya hemen gelmesi ve Mehmed Ali'ye itaat etmesi için haberci yolladı. Fakat Mehmed Ali; "Ahmed Paşa burada vali değil,  misafirdir. Tahir Paşa Mısır'da kaimma-kamdı. Bizde ona itaat ederdik. O yeniçeriyi alsın, dışarı çık­sın, onları teçhiz edip mahalli memuriyetine gitsin" diye ce­vap verdi. Mehmed Ali, kalenin kendi elinde olmasından gayri Mısırlı komutanlar ile de haberleşmekteydi. Ciyze ya­kasına geçip gelenler ile görüştü. Kölemenlerin pek çoğu, Araban ile Kahire'ye girmişlerdi. Yeniçerilerin gurubu Remile tarafına giderlerken üzerlerine top atılışı yapılınca döndüler. Bu sırada İse, İbrahim bey Ahmed Paşaya bir mektup yaza­rak, Tahir Paşanın katillerini, teslim etmesini, kendisinin de saat onbire kadar belde dışına çıkmasını isteyen hususu bil­dirdi. Ahmed paşa: "Katillerin teslimi kabil değildir. İbrahim bey deve göndersin çıkayım" demeden başka söz bulamadı. Hakikatten; ikindi üstü, hafif eşyalarını uşaklarına yükleterek perişan bir halde çıktı. Arnavut, Arab ve Kölemenlerden bir çok kimsenin kendisini gözetlemekte olduklarını hissedince Kale-i Zahire kapandı. O gün Arnavutlar, Paşa kethüdasıyla, defterdarı kestiler. Gece ise, zabıta müdürünün önündeki tel­lâl: Vilayetin hakimi İbrahim bey ile efendimiz Mehmed Al­i'nin tenbihi üzerine cümleye âmân ve âmân diye nida etti. Kale-i zahire kapananlar bir iki gün süren savaştan sonrada teslim yolunu seçtiler.
Arnavutlar Ahmed Paşa'yı Kasr-ı ayni'e yeniçeri ağalarını Ceyze'ye gönderdiler. Tahir paşanın katillerini Nasıriye'de kesip kellelerini Tahir paşanın haremine gösterdikten sonra kardeşine götürdüler. Yeniçerilerin silahlarını, eşyalarını aldı­lar. Biçareler beşyüz kadar idiler. Bunları da yolda Arablar soydu. Ortalık biraz düzelince Arnavud isyancılar, kaleyi Mı­sır komutanlarına teslim ettiler. Böylece Mısır yine kölemen­lerin eline geçmiş oldu. Mehmed Ali ise Mısır'daki Rumeli as­kerinin hakiki isyancıbaşısı idi. İbrahim bey yine şeyhülbeled oldu.
Eski dönemde rakibi Murad bey iken, şimdi Berdisi Os­man diye birisi ortaya çıkmıştı. Görüyorsunuzki; Bonapart'm istifasından beri Mısır'da ne kadar adice entrikalar, manevra­lar döndürülüyor. Hükümet muntazam olsa ve düzgün işlese bu yollu entrikalar zuhur etmezdi. Hüsrev Paşa kudretsiz, Ah­med Paşa Hicaz'a gitmeye mecbur kaldıktan, Kölemenler Mısır'ın idaresini ele geçirdikten sonra İstanbulda vali aranı­yordu. Çok geçmeden de bulundu, mirmirandan Trabluslu Ali Paşa adında biri: "şöyle keserim, böyle biçerim. Devlete gelir temin ederim" diyerek göz boyadı. Hazinenin büyük sı­kıntısı var olduğu için, şu kadar gelir bulurum sözüne daya-nılamadı. özerine rütbe-i vezaret ile beraber Mısır eyaleti ve­rildi. Bu Paşanın mazisi ise bozuk idi. Vakti zamanında Trab-lusgarp beylerbeyi iken yapmadığı zalimlik, işlemediği fısku-fücur kalmamıştı. Tunus beylerbeyi Hemduh paşanın karde­şiyle evvelce yaptığı savaşta galib gelmişse de ikinci seferin­de ahali bile kıyam etmiş ve tam kaçmağa başlayacağı sıra­da vucuhzâdelerden iki delikanlıyı güya rehin alarak, pek ta­nınmış Murad beye iltica etmişti. Paşa bu iki delikanlı ile bir aralık Hicaz'a gitmişti.
Trablus hacıları; kendisini yanındakilerle, beraber gördük­lerinde Hac emirine vaziyeti bildirdiler. Delikanlıları elinden aldılar. Yüzüne tükürerek, sakalını yolmuşlardı. İşte bu Ali Paşa idi ki, varidatı çoğaltacak ümidiyle, Mısır eyaletin evâli olmak üzere nasb olunmuştu. Halbuki bu sıralar da Vehhabi-lerin Mekke ile Medine'ye, tecavüz ettikleri haberide İstanbul tarafından pek büyük bir üzüntü ile karşılanmıştı. Vekiller he­yetinde bir sürü tatlı tatsız münazaralardan sonra Şam ve Bağdad valilerine seraskerlik unvanı verilerek, Vehhabiler üzerine göndermeye, bu Ali Paşanın da Mısır'ı himmetiyle ıs­lah etmesi kararı verildi. Mısıra gelince burada hadise üstüne hadise cereyan etmekteydi.
Hüsrev Paşa, kendisinin üzerine yürümekte olan, Tahir Pa­şanın kardeşi Hasan Paşayı bozmaya muvaffak olmuştu. Fa­kat, Berdesi Osman bey, Kölemen, Arab ve Arnavud kölele-riyle, yürüyüşe geçip, Hüsrev Paşayı mağlup edip Azabe ka­lesine iltica etme mecburiyetine düşürdüler. Burada aman di­leme ile kendini kurtaran Hüsrev paşa yakalanıp Mısır'a geti­rildi. Burada nezaret altına alındı. Ali Paşanın Mısır'a gelmesi kötü tesir yapmaktan bir işe yaramadı.
Berdesi Osman bey, Reşid'i istila ederek valinin kardeşi Şeydi Ali kaptanı Buruc-u Mağizel isimli yerde, hiyie yapa­rak ele geçirip Kahire'ye yolladı. Vali Ali paşa ise, Berde-si'nin İskenderiye'ye hücum edeceğini düşünerek meşhur Ebukır şeddini tahrip ettirdi. Bu tahrip üzerine İskenderiye'ye Nil nehrinin suyu gelemedi. Ahalisinin çoğunlukla İzmir, Ro­dos ve Kıbrıs taraflarına hücum ettiler. Fakir fukara ise, Ali Paşanın yanında ve elinde ezilip duruyordu. Artık Mehmed Ali Ağa ve Berdesî, birlikte hareket ediyorlardı.
En nihayet; Mısırlı komutanlar, Arnavut askerlerin maaş ve taayinatını, kendileri tarafından verilmek ve iki üçyüz adamıyla, Kahire'ye gelerek, eski Mısır valileri gibi resmen makamına oturarak, gelirlerden kendine düşen hisse iie ge­çimini sağlamak üzere Ali Paşayı Kahire'ye davet ettiler. Pa­şa ise, Arnavut isyancılarla Arab şeyhleriyle giziice haberie-şirlerken, isyancı Arnavutlarda vaziyeti Mehmed Ali ağaya duyurmaktalardı. Mehmed Ali Ağa, bunu Kölemenlere açtı. İttifak ettiler. Paşayı kandırıp İskenderiye'den çıkmasını sağ­ladılar. Paşa varlığını ve yüklerini 60 gemiye yükletmiş nehir yolu ile Kahire'ye iniyordu. Saikana vardığında gemileri ab­lukaya alındı. Top ve tüfenk atışına tuttular askerinin çoğunu telef ettiler. Gemilerini zapt edip Ceyze'ye götürdüler.
Velhasıl esir alıp, askerini de Bilbese gönderdiler. Paşayı­da,  İbrahim beyin çadırında misafir ettiler. Ancak uslu durmayıp, Kölemenlerin aleyhinde olan, Kına'daki Osman bey'e gizlice mektup yolladı. Yolda ele geçirilen mektup, Mısırlı ko­mutanların eline geçti. Bu vaziyet karşısında da Ali Paşayı Bilbes yönüne doğru gönderdiler. Yolda kölemenlerin saldırı­sına maruz kaldılar. Kendi yâni Ali Paşa, kızkardeşinin oğlu ve kethüdası ile yanında bulunanların pek çoğu öldürüldü. Mehmed Ali ağa, İbrahim bey ve Berdesi Osman bey'in gü-veninielde etmişti. Almış olduğu tedbirlerle Hüsrev paşayı Mısır'dan firara mecbur, Ali paşayıda katiettirmeye muvaffak olmuştu. Hatta Elfi bey gibi bir kaç komutanı da çeşitli yollar sayesinde baştan atabildi. Yeniçerileri Kölemenlere, Köle­menleri, Arnavutlara musallat ederek pek çoğunu kırdı. Fn sonunda Berdesî'ninçok vergi koyması yüzünden çıkan hoş­nutsuzluk ve kargaşadan da istifade ederek hem Berdesi Os­man'ı hem de, İbrahim bey'in hânlarını kuşatma altına ala­rak onları da firara mecbur kıldı. Bunların bir nevi bağlısı olan kölemenleri ise Arnavut askerlere kırdırdı.
Mısır'da bağımsız bir vali olmak esas arzusuyken Ahmet Paşa ve diğer vakaları göz önüne alarak bunu açıklamaktan çekiniyordu. Beylerin firarı üzerine sekiz aydan beri hapiste olan Hüsrev Paşayı yanına alarak kale'ye çekildi. Sonra Öz-bekiye'deki konağına geldi. Ahalide. Hüsrev Paşanın tekrar vilayete gelmiş olduğu zehabına kapılarak tebrik etmeye ko­şar oldular. Hatta Hüsrev Paşa bile bu zanda idiyse de, esas hâl öyle değildi. O arada^İskenderiye muhafızı olan Hurşid Paşayı Mehmed Ali davet etmiş bulunuyordu. Hurşit Paşa; Kahire'ye gelir gelmez, valiliği İlân edildi. Mehmed Ali'nin Istanbula yazdırdığı dilekçede "Ali Paşayı öldürenlerin Arnavut askerleri olmayıp, Kölemenler idi. Bu gaddarca muamele devlete bağlılıkları hasebiyle Arnavut askerinin namusuna dokundu. Bunun üzerine onlarda kölemenleri perişan ederek Mısırdan kovalayıp sürdüler." gibi ifadelerle vakaları anlattığı gibi, Hüsrev Paşanın dahi 50 kese harcırah vermesiyle Ro­dos taraflarına gönderildiğini ve kendisine bir mansıb ihsan buyrulmasınm faydasınıda hatırlattı. Fakat Mehmed Afi ağa tazminatı pek güzel gizliyordu. Ancak, Ali Paşanın idam olunduğu başkent tarafından duyulmuş, Mısır eyaleti de, Cezzar Ahmed Paşaya tevcih olunmuştu. Cezzar ise; ölüm hastalığına tutulmuştu. Mehmed Ali'nin bu arzı İstanbul tara­fından hayretlerle karşılanmakla birlikte hemen kabul edildi. Çok geçmeden Cezzar Ahmed Paşanın vefatı vukubuldu. Hurşit Paşa Mısır'da yerleşti. Ne varki Kölemenler rahat dur­mama yolunu seçtiler. Kendilerine celbetmiş oldukları Arab-larla birlikte, Mısır'ı tazyik altına almaya başladılar. Mehmed Ali, kölemenler üstüne yaptığı saldırı ile bir güzel bozguna uğrattı. Bunların kötülüklerini mahvettikleri gibi, köylülere de ağır vergi yükünü tahmil ettiler. Yolları tuttular. Buna bağlı olarak, Kahire vasıta ile gidilebilecek yer olmaktan çıkarıl­mıştı. Bilinmez şekilde yiyecek fiyatları pek yükseldi. Hemen peşinden tabii olarakda mal sandığında sıkışıklık arttı ki, Hurşid Paşa mali bir tedbir olmak üzere komutanların ha­remlerinden birer mikdar cerime ala koyma garipliğinde bu­lunarak, konaklarına karakollar koydu. Hurşid Paşanın valili­ğini müteakip büyük Elfi bey ile Hasan bey kölelerinden Os­man bey itaat göstererek Elfi Bey Carca'ya, Osman bey ise Kına sancaklarına tâyin olunmuşlardı. Elfi bey bu tâyin ha­berini alınca arz başka davaya benzemez, diye Mısır'a gel­meğe kalkışarak, bir taraftanda İbrahim bey ile Berdesî Os­man'ın öte taraftan büyük ve küçük Elfi'lerin askerleri, Kahi-re'yi sıkıştırmaya ve ahaliden vergi almaya başladılar. Meh­med Ali ağa tabiatıyla, bunların üzerine yürüdü. Ancak başa-rıh olamadı. Beyler Mehmed Ali ağayı Mısır'dan çıkarmak için gizlice Hurşid Paşa ile haberleşmeye geçtiler. Esasta maksadın hakikisi kölemenleri Kahire ve Mısırdan çıkarmakti. Hurşid Paşada ise bu kudret asla yok idi. Mehmed Ali ağa bu iş İçinde bir hiyle düşünme yolunu seçti. Komutanlar ile barış yapma haberleşmelerine girişirken, kendini de zayıf gösterme taktiğini seçti. Karşısındaki bey'lerin bütün ihtiyat­larını terk ettikleri görüldü. Dört bin askerle Mehmed Ali ta­rafından sarıldıklarını gördüler.
Şebrede meydana gelen şiddetli savaştan sonra bir baskın daha verildi ve Kölemenlerin perişan olup, kaçacak yer ara­dıkları müşehade olundu. Bütün bu başarı sadece Kahire'nin kurtarılmasına yetme neticesi vermişti. Kahire'nin anbarı Sa-id ise, yine Kölemenlerin elinde kalmıştı. Kıtlık ve açlık da yine başlamıştı. Hurşid Paşa ise hem Kölemenleri hem, Men med Ali'yi defetme hülyasıyla bir takım gizli teşebbüsler de bulunmaktaydı. Mehmed Ali'nin kölemenleri zorlamak için, Said taraflarına gitmesinden mütevellid, bu vaziyetten istifa­de ümidine düştü. Fakat meselenin diğer bir garib tarafı da; İstanbul'un Mısırdaki vaziyetten, bütün çıplaklığı ile haberdar olamaması münasebetiyle Hurşid Paşanın Kölemenleri ata­rak, Arnavutlarla bağımsız olarak, valilik yapmakta olduğu­nun zannını taşımalarıydı. İşte böyle kör döğüşü esnasında, Hurşid Paşa, Mehmed Ali ağanın gücünü zayıflatmak maksa­dıyla, Şam'dan biraz delil askeri getirtti. Bu askerin getirtil-mesinde; ki maksadr sezen Mehmed Ali hemencik geri dön­dü. Tarihler bu sırada h. 1219/m. 1804 senesini göstermek­teydi.
Hurşid paşa ise, delil askerini Mehmed Alinin üstüne gön­dermiş bulunduğundan, yoldan geri dönmüş bulunan ağanın askerleri, üzerlerine gelen askerle Tarah adlı yerde faca faça­ya geldiler. Delil askeri denenler hemen saldırıya geçemedi.
Mehmed Ali hemen onlara seslendi: "Biz ulufemizi iste­meye geldik. Kimse ile alış verişimiz yoktur" dedi. Onların cevabı da "öyleyse bunlara ilişmeyelim" demek oldu ve kenâra çekildiler. Mehmed Ali ve askerleri böylece Kahire'ye girmeye muvaffak oldu. Mehmed Ali doğruca Özbekiye'deki konağına gelip oturdu. Hurşid paşa, şeyhleri, ocaklıyı onunla bir araya gelmekten men etti. Bu esnada Elfi Mehmed Bey'inde askerleri Ceyze'ye geldi. Öte taraftan Mısır ahalisi Camiül Ezher'de toplanarak valiler tarafından yapılmakta olan zülumlardan, feryadlar içinde şikayetçi olduklarını orta­ya koydular. Halbuki; Mehmed Ali'nin Cidde valiliği gelmişse de bunu Hurşid paşanın sumen altı ettiği görüldü. Hurşid pa­şa şehre inince Mehmed Ali, yanma giderek hilat giydi. Atına binip giderken askerler hücum ederek ulufe istediler. Meh­med Ali: "İşte paşa buradadır. Diye atını sürdü. Ahaliye altun ve gümüş serperek gitti. Asker Hurşid paşayı sardı. Paşa bü­yük zorluklar karşısında kalarak kaleye çıkabildiysede ertesi gün halk sokaklara dökülerek "Bu zâlim valinin elinden fer-yad! diye bağırıştılar.
Az sonra da, bir çok kişi mahkemeye toplandı. Mehmed Ali'ye müracaat ederek, Hurşid paşayı istemediklerini ifade ettiler. Mehmed Ali de, kimi istersiniz? Diye sorunca: "Seni dediler. Çünkü sende hayır ve adalet görüyoruz Mehmed Ali evvelâ pek istermiş görünmeyecek davranış sergiledi. Daha sonra rıza gösterdi. Daha sonra kürk ve kaftan getirilip, me-şayih tarafından giydirildi.
Mehmed Ali güzel bir manevra çevirmeyi bilmişti. Hurşid Paşa: Hâla beni padişah nasbetmiştir. Ben, fellahların emri ile mazu! olamam. Padişahın emri ulaşmadıkça vâliliktende ayrılmam diyordu. Ertesi gün kaleyi kuşatarak bir ay sonra vezir tepesine toplan çevirip tepeden de yine toplarla sıkıştır­mağa başladı. Halbuki devlet tarafından haremeynin muha­fazası en önemli mesele sırasına geçmişti.
Mısır'da; yaşanmakta olan bu olaylar artık endişelere dü­şülmeye yolaçtı. En sonundada İstanbul'dan Mehmed Al-
i'nin; Paşa ve Misir'a vâii olarak nasb olduğunu âmir ferma­nın gelmesi ve bu, fermanın Özbekiye'de okunması gerçek­leşti. Artık Hurşid paşaya kaleden çıkmak Bulak'dan bir va­pura binerek Kahire'den ayrılıp gitmek gerekti, o da zaten öyle yaptı. H. 1220/M. 1805'te bu işler olup bitmişti.

Karışıklıkların BirıbiriniTakibi


Mısır meselesinin geldiği bu vaziyet esnasında, rumeli ve de anadolu'da da bazı pek önem arzeden vakalar, husule gelmekteydi. Tepedelenli Ali Paşanın Rumeli valiliğine tâyin olunmasını eşkiya büyük bir ürkeklikle karşıladı. Bu tâyin karşısında bir kenara çekilip sakin duracaklarına dair söz vermelerini de intaç etmişti. Tepedelenli Ali Paşanın bu tayini Rumeli ayanı arasında bulunan Tokatçıklı isimli biri tarafın­dan itirazla karşılandı. Mutedil ve münsif, yâni pek insaflı bi­rini tâyin etmelerini ve yanına verilecek, bir başbuğ ile hay­dutların yok edilmesini deruhde edeceğini ileri sürmüştü. Bu itirazıda ne hikmetse makul bulunup Rumeli eyalet valiliğini de Vezir Vâni Mehmed Paşaya İhale ettiler. Tirsiniklioğlu bu vakada yararlıklar gösterek eşkiyadan Molla İbrahim ile ave­nesini ve ileri gelenlerini öldürdü. Fire ve Malkara tarafların­daki eşkiyanın takip edilmesi için, bir deneme olmak üzere bu sefer nizamı cedid askerinden biraz süvari birazda piyade yolladı.
Nizamı cedid'in yapacaklerını herkes merak etmekte oldu­ğu gibi bizatihi kendilerini de pek çok kişi görmek istiyordu. Hatta bazı elçilikler özel vazifeyle adam gönderme yoluna dahi gittiler. Hakikattende; bunların itaat açısından olsun davranışlarından olsun, pekçok kimse memnun kaldı. Hele Ballı köyündeki, çarpışma esnasında muzika çalatak, ma­nevralar yaparak eşkiyanında perişan edilmesini sağladılar. Ne varki Mısır'daki gibi, Rumelide de bir Mehmed Ali daha ortaya çıkmak üzereydi. Tepedelenli, Toska taraftarı hane­danların teker teker mahvını temin ederek Yanya civarında bağımsızcasına bir şekli idare kurmuş gibiydi. Onbeş sene­den beri kendisine karşı koymakta olan Solyut ve Çamlık beylerinide yıldırmıştı. Artık arada sırada babıâli'den gelen emirlere de, kulak asmamaya başladı. Anadoluda da böyle önemi hâiz vakalar çıkmağa başladı. Rumelinin belalısı iken, anadoluya çekilen Gürcü Osman Paşanın delibaşı'sı Ömer Paşa Kayseriye, Gürcü Paşanın kendisi de Erzurum vâliliğiy-le gittiğinde Murad paşa tarafından tutularak hemen orada, Karahisarı Sahip sancağı mutasarrıfı Halil paşa'da kendi sa­rayı içinde İdam edildiler. Cezzar Ahmed paşanın ölümü ise Suriyede de bazı meselelerin çıkmasına fırsat verdi. Şeyh Ta-ha adlı biri Cezzar'ın zindana attığı İsmail paşa adındaki biri­ni ordan çıkararak dairesini ona teslim ve de, güya Cezzar makamını ona vasiyet etmiş gibi İlânatta bulundu. İsmail pa­şa Cezzar'ın elbiselerini giydi. Hazineyi idaresi altına alıp, as­kerin maaşlarını dağıtarak, onları da kendini destekler duru­ma getirdi. Öte yandan Halep valisi İbrahim Paşa Cezzar'ın vefatını duyunca da hemen Şama geldi. Burada Cezzar'ın öl­meden önce makamı kendisine vasiyet ettiğini ilân etti. Ha­kikaten de, İstanbul'dan gelen fermanda Hicaz seraskerliği, Şam, Trablus ve Sayda eyaletlerini İbrahim paşa yönetimine verildiği yazılıydı. İsmail paşa ise, zaten kaçak biriydi. Devle­te, mesele çıkarmama, Cezzar'ın mallarını teslim eder, Ak-kâ'dan çıkıp gittiği takdirde, kendisine Anadolu toprakların­daki istediği eyalet vezirlik rütbesi ile verilip, yapmış olduğu suçlarda affa tâbi tutulacaktır diye, İbrahim paşa tarafından bildirim yapıldı.
Ne varki İsmail paşa kulak asmadı. Bunun üzerine kale kuşatıldı. İsmail paşa eğer Sayda eyaleti üzerinde bırakılırsa Cezzar'ın bırakmış olduklarını vermeğe amade olduğunu beyan etmişse de, bir cevap verilmemişti. Cezzar'dan arta ka­lan 75 bin yaldız altunu, bin keselik akça, bir çok eşya ve haberleşme yazıları, kaptan paşa ile İstanbul'a yolladıysa da, kaptan Abdülkadir paşa'nın bu husustaki tavassutu hoş gö­rülüp Bursa'ya, İsmail paşa'nın yerine de Cezzar'ın kethüda­sı, Süleyman paşa tayin olundu. Süleyman paşa Akkâ üzeri­ne gittiğinde İsmail paşanın askerini bozup, kendisini firara mecbur kıldı. İsmail paşa daha sonradan zindan arkadaşla­rından biri tarafından teşhis olunarak, Süleyman paşaya tes­lim edildi. Süleyman paşa, İsmail paşayı bir gemi ile İstan­bul'a gönderdi. Ne var ki paşa gemide katlolundu. Beri yan­dan Vehhabilerin meydana getirdiği mesele, gittikçe büyüme istidadı göstermekteydi. RumrJideki eşkiya takiblerinin neti­ce vermeye başladığı görülmüş, Kömelince ayanı Süley­man'ın yakalanıp idam edildiği görüldü. Karadağlılar ise bir kıyam daha başlattılar. Podgoriçe üzerine yürüyüşe geçtiler. Sırplılara Rusların yardım ettiği pek açık bir hale gelmişti. Karayorgi çetesinin günden güne genişlediği rahatça anlaşılır hâle de geldi. Aynı zamanda Bosna valisi Bekir paşa, Böğür-delen kalesi yakınlarında Sırp Kenzleri de denen bir takım Sırp İdarecilerini yanına getirtip, kıyama geçme hususundaki sebebi sual etti. Bu sual karşısında Kenzlerin cevabı: Belg-rad'da dört tane dayı'nın zülmundan şikayetçi olmalarıydı. Paşa gayet kurnaz bir tutum takınarak, Beîgrad kalesinde bulunan Arnavut sekbanbaşılardan Koşancalı Halil ağa'yı ele aldı. Halil ağa, Bekir paşaca gönderilen dört aayının teslimi hakkındaki, emirnameyi aldığı sırada aşağı ve yukarı kaleleri zapt etti.
Dayılar, Adakalesine kaçtılarsa da, yakalanıp ioam olun­dular. Halbuki Sırpların ihtilâli Rusların körüklemesi ile alev­lenmekteydi. Kara Yorgİ beri taraftar Pasbanoğlu ile barıştı. Drina nehri boyunca yürüyüşegeçti. Karadağlılar da isyan işinde pek gecikmeyip, hemencik harekete geçip, Rus bay­rağını omuzları üstünde yükselttiler. 1219/1804 tarihi bunla­rın şahidi oluyordu. 1219/1804 senesinde avrupadaki siyasi ahvalde meydana gelen büyük bir değişiklikte son derece dikkat çekicidir.
Napolyonun birinci konsül olarak görev yaptığı, sistemin diğer iki konsülü adetâ mel'un gibi görevde tutulmaktaydı. İşte bu sırada Fransız anayasası dördüncü defa olarak, de­ğiştirilmeye tâbi tutulmuştu. Teşrii kuvvete, Şura-i devlet, he-yet-i kanuniye, Tiribüne ve senato adlarıyla dört meclise da­ha işlerlik kazandırıldı. Fakat Bonapart 1. konsüllüğünü ge­lecekteki emellerine göre idare ederek, büyük inkılabı mu­vaffakiyetle sonuçlandırmak için, üzerinde bulunan kuvvetli hükmetmek şansını ailesinin de miras olarak alabilip kulla­nabilmesi için kendisine yeni bir unvanı bulup vermelerini is­tedi. Kral denmesi yıkılan idareyi hatıra getirdiği için hoşlan­mıyordu. İmparatorluk unvanı ise, hâli hazır duruma uygun­sa da, ayrıca Fransızların gururunu okşayabilirdi. 1804 sene­si nisan ayının 23. günü, Tribüne meclisi azasından mösyö Küre adlı biri:
"Hâlihazırda 1. konsül olan Bonapart'm, Fransızların im­paratoru ilân edilmesini ve imparatorluk şerefinin, hanedanı­na miras olarak kalması" teklifini yaptı. 30/nisan/1804'de bu teklif gündeme alınıp, münakaşa mevzuu yapıldı. Mösyö Kure'nin bu teklifi kabul edildi. Teklifin Senato'ya gönderildi­ği görüldü. Senato ise, şura:i devlet tarafınca ayan kararı ile bunun genel oylamaya tâbi tutulmasını tensib eyledi. O gün Napolyon Bonapart fransızların imparatoru unvanını alarak, genel oylarda, 2569 muhalif oya karşı 3. 572. 329 reyle tas­dik edilmiştir.
Aradan vakit geçtikçe; kanun meclisine ait maddelerin adi iradelerle veyahut kendi iradelerinden farkı olmayan âyanların kararı ile çıkar oldu. Her iki meclisi nizamın tamamlan­ması için bıraktı. Daha sonrada meclisi kanun yapmak için senelerce toplamadı. Tribuna (meclisi) 1807 senesinde orta­dan kaldırılma yoluna gidildi. Artık Napolyon'un iradesi ka­nun yerine geçer oldu. Napolyon'un Fransızların imparatoru olarak ilân edilmesi, İtalya üzerinde gasbiyeti bulunması, bil­hassa Burbon hanedanındaki Dük Daniken'in hiyle ile Straz-burg yakınlarında bulunan Etenhaym şatosundan zorla kal­dırılarak fesad başı olarak ithamı ile gizlice bir divan-ı harpde savunmasız olarak yargılanıp da ertesi gün kurşuna dizilmesi şeklinde gelişen olayların gizliliği Avusturya ve Rusya'yı bir­birlerine yaklaştırdı. 1804'de yapılan bu iki devlet arsındaki, gizli antlaşmaya bir yıl sonra İngilizlerde iştirak eyledi. Bu üçüncü olarak anlaşmış bir heyet olmuştu. Ruslar, Napol-yon'dan Hollanda ve İsviçre'nin istiklâlini tastık etmesini, Ha-nover'in boşaltılmasını, Piyemonte kralının makamına iade­sini talep etti. Napolyon ise, tam aksine imparatorluk unva­nını, İtalya kralı unvanını eklediği gibi bukrallığı Hidiv unva­nıyla oğlu Ojen Boşerane'ye verdi. Bir kaç gün sonra Ceno-va ile Likori'yi Fransız imparatorluğuna ilhak, Luk'u ve Pi-ombino'yu prensiliğe yükselterek eniştesi Bakşiyoşi'ye hedi­ye etti. Bu arada savaş kokulan da, yayılmaya başladı ve İn­giltere hükümetinin başında ise, yine mösyö Pit bulunmak­taydı. İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli, İsveç'den meyda­na gelmiş bulunan birleşmiş bir güç harekete başladı. Fakat, Prusya kralı Fredrik Gilyom tarafsız kalmayı yeğledi. Az ön­ce görmüşidik ki Fransa ile Osmanlı devleti arasındaki sulh antlaşması kati olarak imzalanmıştı. Ancak bu antlaşmanın hükümleri Osmanlı devletinin, Fransa ile Avrupa devletleri arasında çıkacak savaşlarda Fransızların, taraftarı olacağı anlamına gelmiyordu. Bu bakımdan İstanbul sefiri Brun'un babıâlide yaptığı teşebbüslerin ittifakla ilgili olanları netice vermedi. 1805 senesi ocak ayının 30. günü Napolyon, 3. Se-lim'e şöyle demekteydi: "sen bir gün rumlann yardımını kendilerine celb ettikleri halde bir rus donanmasının ve or­dusunun gelerek İstanbul'u istila edeceğini görmiyecek ka­dar körmüsün? Selim uyan, dostlarını vekiller heyetine ge­tir, hâinleri uzaklaştır, Fransa Prusya gibi dostlarına itimat et." Mösyö Brun; bu birleşmeyi husule getiremedikten baş­ka, Napolyon'un imparatorluk unvanını dahi babıâliye tasdik ettiremediğinden Mösyö Rofen'i maslahatgüzar sıfatıyla bıra­karak ülkesine döndü. Fakat, İstanbul'da bulunan Rusya el­çisi İtalinski ile İngiltere sefiri Staratton birleşmiş devletler adına babıâli'yi yönlendirmeye çalışmaktaydı. Napolyon'un bu sırada müttefik devletler ordusuna Osterlİçte İndirdiği dar­be, İstanbul'da bir saika gibi patladı Bu zaferi Presburg mu­ahedesi takip ettiki, önemli maddelerinden biride, Fransızla­rın İtalya krallığı adına olarak Venedik eyaletinin kendi he­saplarına olarak, İstirya ve Dalmaçya'nında sahibi oldukları­nı kabullenmiş olmasıydı. Fransızlar yine Osmanlılarla hu-dud komşusu oldular. Fransız tarihlerinin anlattığına göre 3. Selim iki hristiyan hükümetine darbe olması bakımından memnun fakat Österliç savaşının doğuyu alakadar eden ta­rafı yüzünden, endişelenmeğe düşmüştü. 1221/1806 senesi­nin haziran ayında, fevkalade bir elçilik heyetini Fransaya gönderdi. 3. Selim, Fransa'y1 Osmanlı devletinin en eski, en sadık, en ihtiyaç duyduğu müttefiki olarak kabul ettiğini bil­dirmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederken, Napolyon ise bu ifade karşısında "Osmanlılara gelen, hayır'da şer'de aynen Fransızlarındır." Dedi. Giden bu heyet Muhib efendi­nin başkanlığında idi. Çok az sonra Mevkufatçı Mehmed Emin Vâhid efendi görevine ilaveten verilen nişancılık rütbesi ile birlikte murahhas elçilik verilmek suretiyle gönderilmiştir ki, Rusya'ya karşı ilân edilen harp tarihine rastlamıştı.
Tarih-i Cevdet diyorki: Bizim tarihlerde ise, şöyle bir izahla karşı karşıyayız: Mülakat günü, Muhib efendinin Napol­yon'un huzurunda beyan edeceği nutkun resmi sureti önce­den tetkik olunmak üzere istenildiğinden padişahın mektu­bunda yer alan lakablara göre, uygun olarak kaleme almış olduğu nutkun bir sureti gönderildiğinde, bu nutuğun içinde Napolyon'un, yalnızca imparatorluğu yer almış olup, İtalya krallığı yazılı bir yer görünmüyordu. Bunun da yazılmasının gerekeceği Taleyran tarafından İşaret edilmişti. Esasında İtal­ya krallığının tasdiki, Osmanlı devletinin, Rusya ve İngiltere devletleriyle olan ittifakına, aykırı olmak düşüncesine ve kendi talimatında buna dair bir şey yazılmamış olmasına bi-naende Muhib efendi bunu söylemeye cesaret edememiş şimdiye kadar bu iki devlet arasında geçen bahislerde impa­ratorluk unvanına dair ve de, İtalya krallığına ait bir bahis geçmediğinden padişahın mektubunda yer alan lakablardan, fazla bir ilavede bulunamayacağını da ifade ederek, özür be­yan etmiştir. Öte taraf ise ısrar edip, hattâ önceden Napol­yon tarafından İstanbul'a elçi tayin olunmuş Sebastiyanj, bir kaç kere bu husus için Muhib efendiye gelip gitmiş ve de so­nunda, İtalya krallığı unvanını eklemeyi yapmaz ise, impara­tor ile görüşemeyeceğini belki hemencik savaş edip Dal-maçya'daki Fransa ordusunun İstanbul'a yürüyeceğini söy­leyerek Muhib efendiyi tehdid altına almıştı. Muhib efendi mazeretinde sabit kadem olunca bu istektende vazgeçerek, "Garbın yıldızı ve bütün maliklerin hâmisi" şeklindeki, un­vanların ilavesi teklif olunmuşsa da, Muhib efendi padişahın mektubunda yer alan lakablardan başka bir lakabı asla ila­veye niyeti olmadığını söyleyince bu isteklerden de vazgeçil­mişti.
Fakat, alay halinde Napolyon'un yanına gidilirken, Fransız teşrifatçı, arabanın sağ tarafında ve Muhib efendi onun solunda oturmuştu. Napolyon'un huzuruna çıkıldığında da, odanın üç tarafında temenna etmek için şimdiye kadar Os­manlı sefirlerine yapılmamış muamelelerin teklifi edilmişti. Muhib efendi ise; şimdiye kadar riayet olunmuş usûl dışında herhangi bir şey yapmayacağını söyleyerek: Bu alay eğer teşrifatçı içinse bizim alayda bulunmamıza lüzumu yok, he­men nâme-i hümayunu ve tercümanı alır giderim şeklinde cevab vererek teşrifatçının sol tarafa oturmasına karar veril­miştir.
Bu sıralarda Napolyon, Ruslarla bir antlaşma yapmış bu­lunduğundan Osmanlı devleti tarafından yanına elçi gönder­mekten maksat bir gösteriş sergilemek böylece Rusyaya korku vererek ingilizlerden ayırabilmek, düşüncesinde başa­rılı olmak şeklindeki bir antlaşmaya mecbur kılmaktan iba­retti. Bu hâl sonradanda sabit olmuştur.

Gaile'ler


1220/1805 senesi başlarında husule gelen olayların ya­nında, Sırbistan ihtilâlinin çok dikkat celbedici yanlan vardır. Reis Kara Yorgi kendisine Sırp Gospodariığı unvanını vererek istiklâlini ilâna kalkıştı. Kara Yorgi, Sırpların bağımsızlığını Osmanlı devleti tanıma yoluna gitmedikçe, silahlarını bırak­mayacağını beyan etti. Bosna civarını çiğnemesine rağmen üzerine asker yollanamıyor, Karadağ ve Akdeniz sahili ada­larında yaşamakta bulunan Rumlar dahi müttefikimiz Rusya-nın parmağında oynamaktaydı. İhtilâle dair hareketlerin için­de yer alıyorlardı. Rusların hareketli parmağı Gürcistan taraf­larını da karıştırmaya muvaffak oluyordu.
Tiflis hânı Erekli 1214/1799'da öldüğünde topraklan Rus ülkesine ilhak edilmişti. Osmanlı devleti, Rusya ile Fransa aleyhinde olmak üzere ittifak halindeydi. Bu sebebten yapılana ses çıkaramadı. Artık sıra Mengli hân idaresindeki Gür­cistan'ın diğer parçasına gelmişti. Biz iki taraftanda sıkışma­ya maruz kalırken, iç işlerimizde yeniçerilerin, nizam-ı cedi­de olan düşmanlıkları kendini gösteriyordu. Vehhabilerin or­taya koyduğu feci hallerden dolayı, Mekke-i Mükerremeye hacılar gelemediği gibi Mekke ahalisi de, Arafata çıkamıyor-lardı. Kürdistan taraflarında, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşa isimli biri de Kev Sancağı mutasarrıfı Mehmed Paşayı idam ederek Bağdad Valisi Ali Paşanın adı geçeni cezalan­dırmak üzere askerini mağlup etmesi üzerine, İran Şahına il­tica ederek, Bağdat ile Tahran arasının münasebetleri şeker renk oldu.
Mısır eyaleti ise, Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hükmüne giriyordu. Mehmed Ali; Mısır eyaletini yakalamakla birlikte, Mısırlı komutanların herhangi bir taarruzundan emin değildi. Bunlar üzerlerine gidildikçe çekilir, avdet olundukça harekete geçer takımından olduklarından Mehmed Ali Paşa bunları akıllı müslümana yakışır tarzda bir hileyle avlamayı başardı. Güvendiği Arnavut askerlerin bazılarına da aldığı tertibatı an­latarak, bunları Mısırlı komutanlarla belli etmeden savaşa gönderdi. Kölemen Beyleri bu hileyi sahih olarak belleyip, kandırıldıklarını anlayamadılar. Mehmed Ali'nin yaptığı hileli düzenleme şöyleydi: Mehmed Ali Paşa Halic'in ağzına çıktığı esnada Kölemenler aniden Mısır'a dalacaklar, filan gurup fa­lan yerde, falan gurup filan yerde bulunacak. Bu tuzağa Ka-hire'den Mehmed Ali Paşaya aleyhdar olanlar dahi inanmıştı.
Cemaziyelevvelin 20. günü Mil sakin olduğundan herkes gezmeğe çıkmıştı. Mehmed Ali Paşada Hisar nahiyesinde ça­dır kurdu. O gün; Kölemenlerin bir bölümü dağın ardından hareket etti. Yolcular Süveyşe çıkamadı. Her ne ise; Mısırlı komutanlar Nevah-i Hüseyniye geldiler. Buradan da, Baba Fettah'a ulaştılar. Bekçiler yoktu. Bazıları bunları tanıyıp kapıları açtılar. Bir çok Kölemen kumandan ve asker içeri girdi­ler ve o ortalıkta, Mehmed Ali'nin askerlerinden bir kişi bile, görünmüyordu. Bunlarda korkusuzca yükleri ile eşyaları be­raberlerinde olduğu halde yürüdüler. Atıfet ül Haratine deni­len yerde ikiye ayrıldılar. Hasen memleketinden olan Osman bey gurubunun Camiül Ezhere, diğer fırka ise, Derib-i ahmer tarafına yöneldi.
Buraya geldiklerinde aniden bir ateş salvosu başladı. Ne tarafa kaçsalar, ne tarafa koşsalar kurşun yağmaktaydı. En sonunda Berkuk Camiinde toplandılarsa da çok geçmeden esir düştüler. Osman bey gurubu ise kaçmağa yüz tuttu. Fa­kat yolda Arnavutlar hepsini soyup soğana çevirdiler. Elli ki­şi kadar insanın kafalarını kestiler. Geri kalanlarıysa yalın ayak, başıkabak olarak döğe söğe Ozbekiye'ye getirdiler. Bunlar arasında meşhur komutanlardan beş-altı kişi ve hayli de kâşif var idi. Çoğu idam olundu. O dönemin adetlerinden olarak, başlan soyularak derilerinin içine saman doldurulup İstanbul'a gönderildi. Mehmed Ali bu sırada Hurşid Paşa dev­rinde Şam'dan gelen delil askerini de sürüp, Mısır hududia-rından çıkardı. Şark cephesinde bütün bunlar olurken Balkanlarda Osmanlı devleti Sırplara bazı imtiyazlar tanıma politikasına eğilim göstermişse de, Kara Yorgİ bağımsızlıktan başka hiç bir imtiyaz kabulüm olmaz demekteydi. Öte taraf­tan şehzade Sultan Mustafa'ya mensup olanlar nizam askeri aleyhine hareketleri körüklemekteydiler. Bunlardan biride Trabzon valisi Tayyar Paşa idi. Paşa adeta isyan etmişti. Eski sadrazam Yusuf Ziya Paşa hizaya getirmek üzere vazifelendi­rildi. Tayyar mukavemet edemeyeceğini anladığında Rus­ya'ya kaçmak yolunu seçti. Bizim dış siyasetimize gelince; bir tarafımıza Rusya, İngiltere diğer tarafımızda da Napolyon askıntı olmuşlar bizi çekiştire çekiştire bir yerlere götürmeğe gayret sarfediyorlardı. Sonunda Ruslar daha becerikli çıkıp,dokuz sene için bilinen muahedeyi yenilediler. Ayrıca on gizli maddeyi daha kapsayan başka ve de gizli bir antlaşma İm­zalandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı