Vaka-İ Hayriyye (Yeniçeriliğin Kaldırılışı)
1241/1826'da yeniçerilik, aynı tarihde yeniçeriliğin durumu, heyet-i samsaniyeyi yâni keskin kılıç teşkilatının ilk kuruluşu, -849/1445'de Bıçak Tepe vakası (Tac'üttevarihden bir parça), İlk isyan şekli (Mufassaldan) ceza bölümü, dört asırlık isyanlar, 3. Selim devrinin yeniçeri ağası ve zabitlerinin itirafı -Mısır'ın Cihadiye askeri Bender Selim paşama sadareti, Eşkinci askerinin kurulması-Ocağın kaldırılışından sonra, kurulan divan heyeti ve padişahın nutku, Muhalefetin müsaderesini kaldırış, Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilatı, İlk ordu -Rus Çar'i Aleksandr'ın ölümü, Nikola'nın tahta oturması, Sultan Mahmud hükümetini başka te'sirlerin ortaya çıkmasıyla, durum değiştirmeye mahkumiyeti fikr-i ce-did yâni yeni düşünce- Akkirman antlaşmasının sebebleri...
Uzun zamanlar boyunca, padişahlarca veya devlet adamları tarafından tasavvur olunan, bütün İslahat ve yeni nizam tatbikini engelemeye çalışanları beyan eden tarihlerimizin hedef olarak gösterdikleri tek fail, yeniçerilerdir. Yeniçeriler 1241/1826 senesine doğru, eskidenberi kuruma arız olan, çöküşler yüzünden yıkılmaya yüz tutmuştu. Memleket içindeki, hem ahalinin hem de İdarenin nefretini üzerine toplar hale gelmiş geçmişti bile!
Böylece üçüncü bir vaziyet meydana getirmişti. Artık teslim etmek gerektirirdik), yeniçeriler devlet ile tebâ arasında kurulmuş bir heyet-i isyaniye hâlini almıştı. Bunların ilk kuruluş tarihi 849/1445 senesine rastlar. Bu isyan heyetinin İlk vakası Sultan 2. Murad'ın, oğlu Fatih Sultan Mehmed lehine feragat ettiği tahtına yeniden dönüşü böylecede, Sultan Meh-med'in tahttan hâl edilmesi, bu isyan heyeti yüzünden vuku-bulmuştur. Hatta; muteber tarih kaynaklarından olan Tac'üt tevarih(l) adlı eserde bu vaka şöyle nakledilir: .Ama bazı tarihlerde şöyle yazılmıştır ki, Varna savaşından sonra, Edirne'de bir müddet dinlenen 2. Murad, eski üslubu üzre saltanatı tekrar Mehmed hân'a devredip, havassı ile hizmetkârlarını alıp Manisa'ya çekildiler. Sultan Mehmed'de kendi adına akça kestirip, üzerine adını koydu. O sırada, Edirne'de çok geniş bir yangın çıktı. Bezastan denilen çarşı ile Tahtakale ve daha nice yerler yandı. Bu çarşının kethüdası Hoca Kasım ve bir çok çarşı mensubu çarşı ile birlikte yandılar. Yeniçeriler başkaldırıp Hadim Şahabeddin paşayı yakalamak üzere baskın yaptılarsa da, paşa içkapıdan kaçarak, Eskisaray'a sığınıp, saltanat sahibi sayesinde kurtuldu. Bucak Tepesine çıkarak halka korku verdiler. Bir çoğu daileri giderek yeni sakinleşip, gelecek vezir ve komutanlardan, Halil paşa ve İshak paşa ve de Beylerbeyi Ağvaroğlu, neticede aralarında anlaşıp, Sultan 2. Murad'ı tahta geçmesi için davetettiler. Bu va kıa vukubulduğunda 849/1445 senesi başlarıydı. Sultan 2. Murad deniz yolu ile gelerek Edirne'de bulunan Bucak Te-pe'ye indi. Av adı ile çıkıp yeniçerinin düşüncesini öğrenipde yeniden saltanata dönmeğe karar verdi ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya yolladı, Mufassal ise, bu vakayı daha da açık bir şekilde anlatarak, diyorki: "tarihlerde pek netlik görülmüyor-sada, yapılan ifadede anlaşılacak gibi olan husus, Sultan Mehmed hz. lerinin veziriazamı Çandarlı Halil paşanın, Sultan 2. Murad'ı Varna savaşı münasebetiyle tahta davet etmesine itiraz etmemekle beraber bittabi muğber olduğundan ve Niğ-bolu zaferinden sonra, Sultan Murad'ın yine Manisaya çekilmesi sonrasında genç padişahın bazı davranışlarından Halil Paşa pek emin olamamıştı. Artık ne yapsalar Manisa'daki padişahı tahta geçirme teklifine olumlu bakmayacağını anladıklarından, bir hileye başvurdular. Edirne şehri içinde pek büyük bir yangın çıkararak bilhassa Bedestan civarında meydana getirildi. Söndürülmesine koşan yeniçerileride yağma yapmaya teşvik ettiler. Bazı yeniçeri komutanları, enge-lemeye gayret gösterdiklerinde, bazı müfsidierin tahriki ile askerin bu kimselere de saldırdığı görüldü. Bazıları ise çok kötü muamelelere maruz kaldılar. Nihayet, Sultan Mehmed hz. leride bu fesadın meydana gelmesinden dolayı hayretlere düşmüş ve günde yarım akça nisbetinde askerin, maaşına zam yaparak teskin etme yoluna gitmişse de Hali! Paşanın fesadı yüzünden bununlada yolunu bulamadı. İşte böyle devam eden vaziyet, eninde sonunda fena bir raddeye ulaşacağını, eğer tahta oturmazsa kendi elleriyle devletlerini tehlikenin kucağına atacaklarını, Manisa'da Sultan 2. Murad hz, le-rine arz ettiklerinden, padişah 849/1445 yılında avlanma bahanesiyle Edirne'ye gelmiş vede yeniçerinin tamamını ava davet etmiş, orada yeniçeriler Sultan Murad'a, tahta çıkmaz ise fesadın engellenemeyeceğine dair nümayişler yaptıkça, askerin kendisine itaat edeceğini anlayan Sultan Murad, bu kanaatıyla tahta çıkarak saltanat teklifini kabul buyurmuşlardır." Bu fıkralar sayesinde anlaşılıyor ki, Sultan Fâtih Meh-med'in Karaman savaşından dönüşünde yeniçerilerin bahşiş taleblerine ayak diremesi, Bıçaktepe vakasını müteakip, yarım akça ilerletilen maaşın lezzetinden, damaklarda bırakmış olduğu tatlılıktandır.
Şu halde 849/1445 tarihinden, vaka-i hayriye'ye rastlıyan 1241/1826 tarihine kadar geçen 392'hicri/376 miladi sene ki yaklaşık dört aşıra varan zaman dilimi içinde yeniçeri isyanları devr-i istilâ, devr-i ikbâl yâni yükselme, devr-i inhitat yâni duraklama ve çöküş dönemlerinde de devame de gelmiştir. 3. Selim devrini başlangıç olarak kabul edersek, nizami asker kuruluşu fikrinde, sadrazam Koca Yusuf Paşa'nın kanaati var olup, hâttâ 2. sadaretinde yeniçeri ağası ve saire ocak zabitlerinin de bulunduğu bir istişare toplantısında bunlar: "paşam; biz bu defa 20 binden fazla sayıda ocaklı askeriyken, 8 bin moskofun askeri Tuna'yı geçti ve üzerimize yürüyüp gücünü gösterdi. Düşmanın böyle nizamiye askerine qöre, bizim askerimizin ise yeni savaş hilelerinden haberi olmayınca, biz bu hâl ile gidersek kıyamete kadar zafer ve nusrat göremeyiz, şeklinde itirafda bulunmuşlardır. Alemdar Mustafa Paşa'da; sened-i ittifakın yapıldığı toplantıda: ".Vak-ta ki; vezirlik rütbesi ile başımız bağlandı, ünvan-ı seraskerlik ile kıymetimiz yükseltildi. Gerek orduyu hümayunun maiyetinde ve gerek kendi başına düşman askeri ile savaşma esnasında düşmanın galib geldiğinin görülmesindeki hakiki sebeb tetkiki ve araştırması yaptığımda düşman askerinin galibiyeti öğretici ve muntazam subaylarının, harp fennine vâkıf komutanların fikir birliği yapmış olmasından kaynaklandığını öğrendiğimi itiraf edeyim" Demişti.
2. Mahmud; Alemdar'ın tesiri altında kalmaktan halas olduktan sonra derebeyleri, Rus elçileri, isyanlar ve bir takım saltanat rakipleriyle uğraştığı sırada devlet makamının bu tip haşaratile muhafaza edilemeyeceğini anlamış vede yeniçerilerle ahali arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı, biribirlerine karşı hissedilen nefret duygularından epeyce istifade etmişti. Bundan başka Mısır'da, Mora'ya nakledilen ve Cihadiye adı-nınkonmuş olduğu talimli askerin, bu havalide gösterdiği yararlılıklarda nazarı dikkatini pek çekmişti ki Mısır'dan gelen yeni fikirlerden biri de bu idi.
Mamafih Sultan 2. Mahmud küçük büyük reyleri toplamakla yâni bu gibi ıslah edici kuruluşların irade ile meydana gelemeyeceğini anlamış olduğundan milletle birlikte alınacak kararlarla yapılabileceğini idrak edip, ilk iş olarak asa-kir-i muntazamayı kurma maddesini devlet adamları ve âlimler arasında müzakere sahasına soktu. Bunun temini içinde Benderli Selim paşa sadaret makamına getirildi. Yine o dönemin şakacılığı ile meşhur olmuş bulunan Kadizâde Ta-hir efendiyi şeyhülislâm olarak tayine karar verip, gerçekleştirdi. Bir yandan ulema gurubuna iltifatlar yağdırırken, topçu sınıfına mensup askerlere ayrıca güler yüz göstermekteydi. Kendisinin Berberbaşısı Ali ağa ile Halet efendi, arasında teati olunmuş teskerelerden de anlaşıiıyorki, padişah eskiden-beri yeniçerilerin isyancılarını imha etme tarafını seçmekteydi ve Halet efendinin tatbik ettiği erteleme siyaseti bu arzunun gecikmesini temin etmişti. Halefin idamının arkasından Sultan 2. Mahmud bu işe hemen başlamıştır. Vakai hayriyye denilen meselenin çıkmasına, Eşkinci adı verilen bir askeri sınıfında kurulması teşebbüsü olmuştur. Eşkinci sınıfı, 3. Selim devrinde kurulan.nizamı cedid, Alemdar Paşa sadareti esnasında teşekkül ettirilmeye çalışılan sekban adı verilen bir askeri sınıf teşekkülünden sonra üçüncü teşebbüsdü. bir ve iki numaralı teşebbüsler yeniçerilerin isyanlarının müsebbibi olduğundan isyanları tatlıya bağlamak düşüncesiyle dağıtılmaları yönüne gidilmişti. Yeniçeriliğin kaldırılması, ocağın yok edilmesi tafsilatı tarihlerimizde önemli şekilde bah-solunan mevzuattandır. Biz de burada anlatım maksadımızı yerine getirmek için bazı bölümleriyle nakletmeyi lüzumlu görme durumunda olduğumuzun idraki İçindeyiz.
Çünkü; yeniçeriliğin kaldırılması esnasında teşebbüse geçilip geçilmeme hususunda büyük bir tereddüt yaşanmıştı. Bu tereddüd mutlakiyete dayalı fikirlerin, yaşatılma maddesinde ortaya ç;kan ve eskiden beri devam eden durumdan başka bir şey değildiyâni makam-ı mutlakiyet zayıf düşerek tehlikeye atması ile galebe çalıp, kuvvet kazanabilmesi ihtimalleri birbirinden ayrılmaz şekilde kaynaşmıştı. İşe atılmak bir zar oyunu gibiydi. Hatta işin başında da humbaracılarla, topçu ve lağımcı ile tersane ocaklarının sadakati sağlandığı halde yeniçerilerden pek ayrısayılmaz olan ulemanın iştiraki meselesi mevzuubahis olmuştu. Ulemanın iştiraki sağlandığı zaman, Tarih-i Cevdet müellifine "tarâf-ı saltanat da kuvvet bedidâr" oldu dedirtmiştir. Yâni padişahın gücünü artık apaçık görmek mümkün oldu, demektir.
Sancağı şerifin çıkarılması hususuda bir takım tereddüdleri getirmiş ve bundaki tereddüd aynıdır. Aşağıdaki satırlarda zamanın lisanı hali ile apaçık ortaya koyuyoruz: "İstişare nihayet buldu. Söz tamam oldu. Mübdei muamelat-ı harbiye olmak üzre hemen livay-i şerifin ihracı kaldı. Bu ise bir emr-i hatır idi. Zira sancak-ı şerif çıktığı gibi derun-u payitaht'ta bir azim kıtale başlanacak. Harbin neticesi ise meçhuldür. Şayedki zorbalar gaalib gelince bunca devlet sadıki kimseleri imha ederlerse, bunlar nasıl idare olunur? Devletin hâli ne olur? Şeklindeki mütalaalar aklı tırmaladığından zâtı şahanede, tereddüd ve teenni görüldü" Bütün maksadımız bu tereddüdü göstermekti, Bu tereddüdü yok eden, Kürd Ab-durrahman efendi isimli bir zâtın hiddet ve şiddeti ile ağzının köpürmesiydi. Abdurahman efendi: "Bu din-i devletin de-vam-i bekası, murad-ı ilâhi ise, o habisleri ururuz, mahv ederiz. Değil ise, biz de bu <^in ile batıp gideriz, daha ne olmak ihtimali kaldı." Diyerek elindeki teşbihini hiddet içinde yere vurdu. Teşbih koptu, dağıldı, mermerlerin üzerinde yuvarlanırken orada hazır bulunanların rikkati üstün gelip gözlerinden tane tane yaşlar dökmeye başladılar. Sultan 2. Mahmud hz. lerine de, bu rikkatli hâl sirayet etti. Hırka-i saadet dairesine giren padişah, peygamber sancağını çıkarıp, sadrazama ve şeyhülislâma teslim etti. Zamanın hatibi bir cümle söylemiş ve bu cümledeki belagatın te'siri güzel netice vermiş oluyordu. Sultan Mahmud'a yaklaşan tereddüd, bu sefer nasılsa diğerlerine sirayet etmemişti. Yahut Abdurrahman efendinin; heyecan dolu yüreği ve sözleri bu sirayeti engellemişti. İnkilabların tarihlerinde bu tip ruhi anların mevcut olması pek dikkat çekicidir. Bu vakadan sonra sancağı şerif Sultanahmed camii şerifinden alınıp yeni saraya gönderilmiştir. Sultan Mahmud, babüs'sade damı üzerinde tahtı hümayunun kurulduğu yerde sancak dikilince, kubbealtına gitti. Orada devlet adamlarıyla büyük bir divan teşekkül ettirdi. Vakadan sonraki cumartesi günü Sultan Zeynep camii mahfilinde sabahın erken saatlerinde toplanan meclis, müzakerelerinde yine böyle bir tereddüd çıkmişsada o zaman reisül-küttabhkda bulunan Şeyda efendide tereddüdü ortadan kaldırmaya himmet eylemiştir. Ahmed Cevdet paşanın tarihinde belirttiğine göre: Meclisdeki işin can alacak noktası mevzu, yeniçeri ocağı ıslahmı edilecek yoksa bütün bütün kaldırıia-cakmı idi? Burasj karar altına girecekti. İlk görüşler ve reyler, ocağın pek eski bir ocak olması yüzünden gönüller yok edilmesine razı olamıyor, eğilim ıslahın tercihine kayıyordu, işte bu sırada, Şeyda efendi de: "Bu zümre-i zamime, şimdiye kadar bîddefaat ika ettikleri fitne akabinde, devlet-i âliyenin umur-u külliye ve cezaiyesine müdehale etmemek için ettikleri tahaddüdatı ne vakit ifa ettiler? Sicillat ve defter dolusu yazılan senet vede hüccetlerin mazmunlarıyla ne vakit ihtİ-cac olundu? Hele bu defa Eşkinci tahriri maddesinde tahrir ettikleri hüccetin henüz mürekkebi kurumadan bilâmucibi ilân-ı baği ve isyan eylediler. Şimdi ise içlerinden bu kadar şerpişeler idam olundu. Lâşeteri meydanda sürüklendi. Onlar bunu unuturlarmı? Bundan dolayı devlet-i âliye hakkında adavetleri müzdad oİmazmı? Bunların nâm-u nişanları, sa-hife-î rûzigâriden hek ve imha edilmedikçe fesad ve fitneleri bertaraf edilemez. Her vakit böyle fırsat ele giremez. Yeniçeri ocağını külliyen ilga ve imhadan başka çare yoktur."
Demiş.
Bu söylenenler diğerlerince de tasdik olunmuştur. Daha sonra vezir olmuş bulunan beylikçi Pertev bey'in kaleme aldığı meşhur ilga fermanını bu tasdikten sonra okunmuştur. Sultan Mahmud, bu meclisin verdiği mazbatayı kabul edip tasdik etmiş, ülkenin her yanına çoğaltılıp ulaştırılması emrini vermiştir. Bundan da anlaşılan yeniçeriliğin kaldırılmasının, daha önce tasavvur olunmadığı anlaşıyor. Engelhard'a göre: "Et meydanı kıtalininse düşünülmüş bir tertib, planlı hareket olduğunu ileri sürmesi hatadır." Her nekadar Engelhard, vak'aya cüretkâr bir düşünce ile bakıyorsa da bu da hatadır. Divan şu şekilde kurulmuştu: Taht'ın sağında sadrazam Selim Mehmed Paşa, solunda şeyhülislâm Tahir efendi, eski şeyhülislâmlardan Mekkizâde Asım efendi, Yâsincizâde Abdülvahhab, Sıdkızâde eski kadılardan Arif bey, Yahya bey, hekimbaşı Behçet efendi Ahmed Reşid efendi, Rahmi bey, Anadolu kazaskeri Tahir bey, Murad mollazâde Arif efendi, Arabzâde Saduliah ve Hamdullah efendiler, Hekimzâdenin torunu Rıza bey, Yusufzâde, Raşİdzâde Caferbey, Melekpaşa-zâde Abdülkadir bey, Dürrüzâde Abid efendi, Çarşanbalı hoca Mehmed efendi, İstanbul'kadısı Sadık efendi. Karşılarında bulunan zevat: Kethüda-i sadr-ıâli Ahmed Hulusiefendi, defterdar Tahir efendi, reisülküttab Şeyda efendi, Tevki-i Ataul-lah efendi, reis-i esbak Hamid bey, Çavuşbaşıvekili Alibey, darbhane nâzın Es'ad efendi, eski defterdar Yusuf efendi, defter emini Numan efendi, ruznamçe-i evvel Mustafa efendi, 1- muhasebeci Salim bey, şehremini Hayrullah efendi, baruthane nâzın Necib efendi. Yukarıda adlarını saydığımız kimselerden müteşekkil divamnmüzakereye geçmesinden evvel, Sultan 2. Mahmud aşağıdaki nutku irad buyurmuştur:
"Cenab-ı Hakk'a çok şükürler olsunki, bu kulunu ecdadı izamının nail olmadıkları fethi mübine mazhar kıldı ve sizle-ride bu hizmeti celilede bulundurdu. Allah hepinizden razı olsun. Sây'iniz meşkûr olsun. Şimdiye kadar bu yol kesiciler yüzünden meydana gelen nice mekruh işlere mecburen müsamaha edilmişti. Elhamdülillah hepsi yıkıldı gitti. Bundan sonrada hep beraber memleketin işlerini tanzim edip, Allahın kullarını memnun ve hallerini İslah edelim. Eskiden zarar veren zümre yüzünden devletimizin içine düşüp müb-tela olduğu masrafların eksikliği hususundada beytülmalin müslimiyn ile asla münasebeti olmayan ve mansıba divani-ye'de istihdam olunmayan kimselerin bıraktıkları miriden zapt olunmaktaydı, önce bu hususu kaldırdım. Bundan böyle o gibi mallar alınmasın. Sair Önemli adli işler ve hayırlı çalışmaları sizler mütalaa ve müzakere edip, inha ediniz. Ben de, tesviyesine müsaade ederim. Her hususa gayret ve ihtimam gösterme zamanıdır, ülkenin Önemli işlerini tanzime kadar, hepiniz burada kalınız. Kalıpça ve kalben birlikte olalım" dedikten sonra, yüzünü eski şeyhülislamlara çevirerek iltifatla: "mazuleyn meşihat (eski şeyhü)islamlar)hane ve sahilhanelerinde köşe-i uzlete çekilip, akran ve emsaliyle gÖrüşememek, dilediği yere gidememek zor katlanılır şey-sede, bu günden itibaren birbirinize gidip geliniz, ağız tadı ile ülfet ediniz." Demiştir.
Vaka-İ Hayriyye'den Sonra
Mal müsaderesinin kaldırılışı, bu kaldırılışın tarih bakımından bir-iki şekilde tersliği, Şeyda efendi vakaları-Cevdet tarihi, Lütfi tarihi ve Engelhard'in görüşleri-Yeni kuruian Şurâ-i devlet taslağının şekli-öncelikli İslah şekilleri-Engelhard'a göre şurâ-i mahsus, Arif bey'in sözü, Asakir-i Mansure-i Mu-hammediye'nin kuruluşu, nizamatı vak'adan sonra yapılan İslahat: Tarih-i Cevdet'göre-Engelhard ne diyor? Sultan Mah-mud, Büyük Petro'yu takîid heve^inemi düşmüş? Sultan Mahmud dış görünüşe önem verir- Milli ananeye karşj islamlar ile hristiyanların kıyafetleri-Şeyhülislama yazdırdığı kitab-dan bir cümlesi-Sultan Mahmud hükümetinin karşılaştığı başka bir tesir-Yeni fikir-1. Nikola'nın siyaseti-Akkirman meselesi ve devletin vaziyeti-Buğdan ve Eflâk-Sırbistanın vaziyetleri-1. Nikola'nın vaziyeti-
Sultan Mahmud; yukarıdaki nutku ile sarayında bir devlet şurası kurmuş olduğu gibi, memurlardan olmayanın mallarının zaptedilmemesini emrederek, genel hukuka doğru bir adım atmış oluyordu. Diğer taraftan da bu nutuk, mutlakiye-tin, tebânin ciğerine geçirmiş olduğu pençenin, yavaş yavaş şiddetini azaltmakta olduğunu "kaliben ve kalben beraber olalım" sözleriyle anlatmayı istiyordu. Fakat bu nefsin itidali mutlakıyetin kendisince mahsus değildi. Reşat bey'in tercümesi olan; "Türkiye ve Tanzimat" adlı eserin sahibi Engel-hard'ında dediği gibi: "padişah, silahlandırmalar ve teçhizatların zamanın savaş usûlü icabatından, olmak üzere, verilmiş yeni fetvalara uygun hareket etmeyen yeniçeri askerini tamamen değiştirerek, sözü mutlaka dinlenmesi arzusuyla hükmetmek" emelindeydi. Bu cümledeki ifade hususiyeti ile Sultan Mahmud'un iki taraflı düşünmesi uygunluk bakımınca çok muvafıktı. Yâni; bu tarz bir askeri birliğin, hükümete layık olmadığını takdir edebilmekle beraber, bizzat emr-İ mutlak kalmak karşısında yeniçeri gibi istediği bir zamanda, isyan eden, mania teşkil eden, istememekteydi. Bu hale düşmüş yeniçeriliğin kaldırılması da, bu mutlakiyetin nümayişi olup, bu düstûr, yeniçeriliğe hükmedememek noktasına gelen ve hasım olma yoluna sapan eski padişahlardan, daha sonraki padişahlara da miras olarak kalmıştır. Muhallefat denen miras mallarını, devletin zapt etmesi anlayışından vazgeçmesi meselesinde, kısa bir zaman sonra padişah'ın sergilediği tenakuz şayanı ibret bir hadisedir. Aradan bir sene geçer geçmez, eski reisülküttaplardan Şeyda Efendinin bütün servetini gasb ettiğini yazmamışlar. Daha doğrusu bundan haberdar olamamışlar. Engelhard'ın bu fikri, Osmanlı vaka-nüvisleri hakkında doğru olsa gerek. Vakanüvis Lütfi'ye Hatt-i hümayunla, Asakir-i Mansure masraflarının yayımlanması lüzumu gösterilmişti. Bu hatt'a, meseleye atıf yapan kısım şöyle: "...Müteveffa Şeyda efendinin, nakit ve mücevheratı ile eşyası şimdiye ne mikdar paraya yükseldi. Şeyda merhumun eniştesi Ahmed efendi dedikleri herif, garib mizaç, herkesin bildiğine de bakılırsa Şeyda demekti. Defterdar ile mukataat nâzın bu hususa vazifelendirilmişlerdi. Artık yavaş yavaş bu gibi şeylerden bana infial gelmeğe başlıyor. Sen? icabedenlere irade-i şahanemi anlatasın. Gönderilecek miras akçasınıda bir an önce tahsil edip göndermeye gayret edesin. Hasbinellahu Veniğmelvekil" (Tarihi Lütfi 1. c59. sh) O sıralarda adalet ilân olunduğu esnada, dul ve yetimi olanların miraslarına e! uzatılmaması iradesi çıkarılmıştı. Beyana göre, hatt-ı hümayunda reis-i sabık Şeyda efendi çocuksuz olarak ölmüşsede, annesi ve kızkardeşi ile İki de hanımını geride bırakmış olduğundan fetva kapısından şer'an sorulan suale, merhumun mal ve eşyalarının mevcud olanları ticaretten dolayı husule gelmiş ise, öyle malların münasib miktarı vârislerine verilmesi diğer kısmının devlet hazinesine alınması defterdar'a emrolundu. Demekte. Bu vaziyet karşısında her memurun mallarına el uzatılmasının meşru görülmesi aşikâr görülüyor. Sultan 2. Mahmud'un yeni kurduğu, şurâ-İ devlet taslağı geceli gündüzlü sarayda bulunuyordu. Sadrazam vede devlet adamları sarayda üçüncü yeri denilen silahdarlara mahsus bir kaç odadan ibaret olan dairede, diğer memurların Ortakapı ve Babı hümayun arasında kurulmuş çadırlarda, rumeli kazaskeri günlük işlere bakmak üzere gündüzleri konağında, geceleri sarayda, İstanbul Kadı'sı da, Ayasofya camiinde bulunan mütevelli odasında ikamete :ne-murdular. Bu memurlar heyetinin, nutukta yer alan adli iş ve ıslahat-ı mülkiye hakkındaki iyileştirmeye, ne gibi katkıları bulunduğunu öğrenmek mümkün olamamıştır. Tarihterimiz-deyse, Bektaşi sürgünü, tertib-i ceza-i müfsidan başlıkları altında yazı pek rastlanan hususattandır. Bektaşilerin sürgün edilmesi, müfsidlere ceza tertibi ise, doğrudan doğruya yeniçeriliğin kaldırılması vakasına aittir.
Ancak; Engelhard'da kitabının 2. bölümünde bir şurâ'yı mahsus yâni özel bir heyetten bahs ile demekteki: ".Dine, hükümete, orduya, adliye'ye, ziraat'e, ticaret'e şâmil olmak üzere en büyük devlet adamlarından meydana gelen bir özel heyet tarafından da tetkik ye karar altına alınan bir silsile-i ıslahat teşebbüsübahse konu oluyordu. Bu program hakkında ortada dolaşan şayiaların biasıl yâni asılsız olmadığını isbat eden bir şey varsa o da, bu özel heyet reisliği vazifesi sahibi Arif bey'in, haberalmağa pek hevesli ecnebi bir diplomata söylemiş olduğu şu deyişlerdi: < Biz programımızı tatbik etmeğe başlayacağız. Lâkin sabretmeli. Her şeyi birden yapamayız. Ne kadar çok batıl itikada, eski adetlere galib gelmeğe mecbur olduğumuzu bilseniz! Milletimize yeni bir lisân öğretmek kadar zor bir vazife ile karşı karşryayız."
Engelhardın;o zamanın Kadılarından olan Arif bey'in reisliğini yapmakta olduğunu ileri sürdüğü, bu şurâ'yı mahsusa, yâni özel heyet hakkında tarihferimizde bir kaydı elimize ge-çiremedikse de, Engelhard, ülkemizde orta elçilik vazifesiyle bulunma ve Osmanlılar hakkında eser yazmış bir diplomat olduduğundan, ancak görevi gereği olaylara bize nazaran daha yakın olması da veya böyle bir evrakı diplomasi mesleğinin özelliği dahilinde görmüş oiması hasebiyle yazmış olsa gerek. Fakat neticede inkılab tarihimiz, düşüncesi bakımından, önemli sayılacak kıymetli bir haberdir. Demekte edip ve muharrir tarihçi Ahmed Rasirn Bey.
2. Mahmud; malum nutkunda ırz ve can ile mal emniyeti hakkındaki cemiyette önem taşıyan hükümler için yalnız maliye hususunda biraz müsaade eder tarzda davranmakla birlikte, Asakir-i Mansure-İ Muhammediye adlı, hassa ordusu teşkilatlanmasına ve bunun esaslarına adamakıllı e! atmıştı. Bu ordunun askerleri onbeş yaşından, kırk yaşına kadar, subayları hariç olmak üzere yansı İstanbul'da onikibin kişiden ve sekiz parçaya bölünmüş olup, subaylarıyla 1526 kişiden, her saf ise 100 askerden ibaret, ayrıca her saf'da 1 top ustası, 1 top halifesi, 8 topçu, 4 arabacı, 2 cebehaneci ile bir çok edevat, bir top bir yüzbaşı, iki tane yüzbaşı namzeti, bir sancaktar ile bir çavuş, 10 onbaşı ve her tertipte bir binbaşı, bir topçubaşı, birde topçu çavuşu, yine bir arabacibaşı, bir arabacı çavuşu, bir cebehanecibaşı, bir cebehane çavuşu, bir mehterbaşı, bir zurnazenbaşı, saray başhekimliğine bağlı doktor, bir cerrah bulunup, yine her tertib, sağ ve sol adlarıyla iki fırka olup, birer mülazımh ağa'yı yemin, yesârî ağa yâni sağ ve sol ağalar adı verilen iki subaya emanet kılınarak bunlarda da, ikişer zurnacı, davulcu, nekkârezen, zilzen, tronpetçi, saka askerlerininde bulunması vebunlardan başka, müsait bir yere mektep yapılarak günde bir nöbet, Kur'an-ı Kerîm ve ilmihal öğrenmek için, İstanbul Kadısı tarafından imtihana tâbi tutulmuş birer imamın nasb olunması, binbaşıların, başbir.başı unvanıyla rütbesi kapıcıbaşılık rütbesi karşılığı ve ehliyeti, liyakati tecrübe olunmuş bir subaya, rütbesi münasib divaniyeden "masarif-i şehriyan" kâtiplerinden büyük, süvari mukabeleciliğinden küçük, olmak şartıyla adı geçmekte olan Mansure-i Muhammediye asakirine bir kâtip tayin olması, bir itham veya bir iş çıktığında, binbaşılarla ko-lağaları da bir düzen içinde, onbaşılara kadar hepsinin, disiplin içinde istikrarlı olması, adi işlerinde asakir nâzın ve cezalandırmanın serasker paşa marifetiyle yapılması, bu teşkilatın esasını teşkil eden maddelerindendi. Asakir-i Mansure nizamnamesinde terfi sıraya tâbiysede, ehliyet ve İstidada öncelik tanınmış olup, maaşlar, giyecekler, yiyecekler, terhis ve tekaütlük, vazife ve nizamı da ayrı ayrı vede zamana göre tanzim kılınmıştır. Çok uzun zamandır, yapılacak ıslahat hareketlerine mâni olduğu ileri sürülen yeniçeri sınıfının kaldırılmasından sonra ıslahat adına yapılan hususlara gelince, bunlarda Tarih~i Cevdet'te aşağıdaki tarzda yer almıştır:
"a) Harbeci adıyla babıâlide tomruk İşlerinde ve diğer hizmetlerde bulunan, Muhzırağfc namı ile bir amirin idaresinde bulunan erler, yeniçeriden sayıldıklarından ilga olunmuş, ba-bıâlîde ve serasker maiyetinde çalıştırılmalarına kavas ve muhzır ağalığı unvanının, tomruk ağalığı unvanıyla değiştirilmesine karar verildi.
b) Kurban bayramında devlet adamlarının henüz sarayda bulunmaları hasebiyle tebrik merasimi ve eski teşrifat usûlü kaldırıldı. Eski usûfdeyse bayrama dört gün kala, sadrazamla vezirlerin alayı, şeyhülislâm konağına, ertesi gün şeyhülislâm ile ondan sonrada vezirler babıâliye bunlardan sonra'da kazaskerler babıâliye gelir oradanda şeyhülislâma, ertesi gün İstanbul mazullarıyla, mollalar, subaylar önce şeyhülislâma sonra da babıâfi'ye giderlerdi. Müderrisler, kapıcıbaşılar, rikab ve şikâr ağalan, padişah kethüdaları, Mekke ve Medine yâni Haremeyn müfettişi, takımı, küttab vede tımar sahibleri arife gününden bir gün evvel resmi tebriği yerine getirirlerdi. Bu bayramda ise, kubbealtına kurulan tahtın önünde tebrik merasimi icra kılındı.
c) Yeniçerileri hatırlatan ne kadar eski resim, ve adetler varsa yasaklanıp kaldırılırken kahvehanelerinde yıkılmasına girişildi.
d) İhtisab memuriyetini tesis etmişlerdir. Hemen burada ih-tisap hakkında malumat sunmayı vazife addediyoruz. İhtisap Rusümu: damga ve ölçü ve de kile vergileri, dükkan, pazar bacı, gibi adlar altında şehir ve kasabalarda, panayır yerlerinde eskiden beri alınan bir vergiydi. Biz de, 1242/1826 tarihine kadar da pek çeşitli şekillerde geçerli olmuş ve ilk defa da, asakir-i rrîansure masraflarına karşılık olmak üzere o tarihde, kanunlar ve defterler kurulup, miktar ve toplanma usûlü düzenlendi.
e) Askerlerin masrafını karşılamak üzere, ihtisab memuri-yetince toplamak yoluyla bazı yeni gelirler tertib olunmuştur.
f) Hassa askerlerinden sayılan bostancıların da, asakir-i mansure gibi, tâlim yapmaları kararlaştırılmış, bostancibaşi bundan böyle de hepsine ağa ve rütbeside humbarahane ne-zaretiyle, mutbah-ı âmire arasında olmak üzere devlet ricalinden bir nazır tayin edilmiştir.
g) Sipahi ve silahdar, ulufeciyan yemin ve yesâr, gurebai yemin ve yesâr adlan ile var olan, süvari ocaklarıyla cebeha-neier de, kaldırılmıştır.
ğ) Dört solak ortasının başlan silahşorluk ile çıkartılıp, solak ve peyklerin heyetleri değiştirilmişlerdir.
h) Çadırların dar anbar olduğu mehterhane tanzimi yapılarak, haymeye adı altında bir çadırcı heyeti kurulmuş ve bu heyete humbarahane nezaretiyle bostaniyan-ı hassa nezareti arasında olmaküzere, Haymiye Nazırlığı unvanıyla bir nezaret kurulmuştur." Cevdet Tarihi bunları kayd ettikten sonra, saydıklarına ilaveten anlaşılmaz ve pek esnek bir tarzda "..Bundan sonra devletin her dairesi, yeniden bir taht-ı niza-mata alınmak üzere peyderpey ve tekrar askeriyenin ve mülkiyenin tertiblenmesine teşebbüs olunmuştur." kalem oynatmıştır. Engelhard ise, bu hususta daha fazla malumat sahibi görünümüne sahip! Demekteki: "Padişah;İstanbul iie yakın köylerin idari taksimatında, mahalli zabıta işlerinde bazı değişiklikler yapmalarını emreyledi. Aynı zamanda gerek kendisinin gerek sultanların ikamet etikieri saraylarda tatbik olunan maişet tarzını kısmende olsa değiştirmelerini emri verdi. O sıralarda dilden dile dolaşan resmi laflara bakılırsa, icraatta taşraya numune teşkil etmek için lâzım gelen İlk önce İs-tanbulda tatbik olunmalıydı. Yine sadrazamın bu hususta di-ğer paşalara güzel örnek olması pek iyi olurdu. Asya'da yâni anadolu tarafında onsekiz'eyaletlerin diğer ismi ile paşalıkların sayısı dörde indirilerek hizmetlerin daha fazla yaygınlaşmasını temin edecek, daha az sayıda merkeziyet usûlüne teşebbüs edildi. Lâkin herşeyden önce mâli yetersizliğe çare bulmak icab ettiğinden İltizam ve mukataat'ın toplanma şekli, hristiyan teba'dan tahsil edilmekte bulunan cizyenin artmasını ve memurların irtikâblarını menetme hakkında birkaç tüzük kaleme alındı. "Sultan Mahmud'un kendi nüfuz ve hakimiyetine muhalif ve düşman olanlar ile giriştiği mübare-zede usta, bir siyasetçi gibi hareket etmesi, kazanmış olduğu muzafferiyetin kendisine yüklediği müceddidlik vazifesini, hakkıyla yerine getirmekten acizliğe düşeceğine çok geçmeden kanaat uyandı. Milletine batı medeniyetini alıştırabilmek için asya ahalisine mahsus adetleri yasakfıyan büyük Pet> ro'yu taklid etme hevesine düşen Sultanın kendisini tamamen dış görünüşe kaptırdığını görmek kabildi. Padişahın efal-i harekâtı, hergün dış görünüşe önem veren kfmseye benzemekteydi." Engelhard, yukarıya aldıklarımızı ifade ettikten sonra bizim tarihçilerimizin hiç birinin yazmadığı ve tesadüf edemeyeceğimiz aşağıdaki kıymetli satırlarını okuyalım: "Sultan Mahmud'un her yerden çok Türkiye'de hükümdarın haysiyet-i hakikisine esas sayılan, adet ve tavır ve mütehakkimâneyi birdenbire bırakmak suretiyle eskiden beri tatbik olunan merasim usûlü ve teşrifatiye'yi ve kendi davranışlarını, kıyafetini değiştirdi. Bu hususda; Engelhard'ı güçlendirmek için Lütfi tarihindeki bir bölümü alıntılayalım: "Yeniçerilerin mahvından sonra idari işlerin zaptı önem gösterdiğinden idareyi disiplinle, ahalininde yükünü hafifletmeyi icab ettirdiğinden Anadolu cihetindeki eyalet dörde indirilerek, mutasarrıf bulunan paşaların, iktidar sahibi mütesellim-ler tarafından idaresine karar verildi. Bu münasebetle, Karadeniz boğazının Anadolu tarafı muhafızlığı ile <Sultanönü> ve<Karahisansahib> ve <Ankara> sancakları, Anadolu valiliği unvanıyla Darendeli İzzet Mehmed Paşaya, Kocaeli, Bursa (Hüdavendigâr), Karesi, Manisa sancakları ve İstanbui ile dokuz kale muhafızlığı Serasker Hüseyin Paşaya ve Bolu, Vi-ranşehiı, Kastamonu, Çankırı sancaklarımda eski sadrıazam-lardan A\ehmed Emin Rauf Paşa'ya, Has Sancağı ile İzmir muhafızlığı, Aydın Saruhan, Teke, Sığla sancakları vezir Hüsnü Paşaya ihâie edildi Bu arada da Vükela ile meclisde bulunan ulemanın huzurunda oturmalarına müsaade verdi.
15/Hazirandan sonra sokağa Mısırlı kıyafeti giyerek çıkmağa başladı. Sakalını kısalttı. Sakallarını eski usûi, uzunca bırakan devlet adamlarını azarlamaya başladı. Hâttâ avrupa-da kullanılan eğerler şeklindeki bir eğer'i kullanmaktan kaçınan sadrıazamı, belli bir vakit teveccüh edici bakışlarından mahrum bırakmıştı. Bununla birlikte reaya (bu istisnaları şayanı dikkattir) kendilerine mahsus olup, müslümanlardan ayrı görülmelerine, yaşama durumunu sağlayan elbiselerini muhafazaya mecbur tutulmaktaydı. Yalnız müslümanlann giyecekleri kumaşları giyen reayayı, cezai nakdiye veyahutta hapis cezasına mahkum edilmekteydi. Ermenilerin kendi milli serpuşlarını terk etmeleri kesinlikle yasaklanmıştı. Reaya hamamlarda ayaklarına nâlin giyemezler ve müslüman-iarın, kullandıkları hamam takımlarının daha mavilerini kullanmağa mecbur bulunuyorlardı. Sultan Mahmud'un padişahlara karşı gösterilmesi lâzım gelen itaat hakkında şeyhülislâma yazdırdığı bir eser, kendisi gibi müstebid düşüncesine tercüman olabilir. Bu eserde yirmi kadar hadis-i şerif yer almaktadır. Birinde denilmekteki: <Emirülmü'mininiz sakat bir Habeşi olsa bile, ona itaat etmek lâzımdır. Tebasına cebir ve cefa ederse buna sabretmelidirler. Velâkin, din-i mübini tahrik tağyir ederse, onu öldürmek icab eder.> Ne varki: Va-ka-i hayriyye'de, asakir-i mansurede, ıslahat hareketleri de. ülkeyi senelerden beri düşmüş olduğu çöküş rotasından çekip kurtarmak mümkün olmuyordu. Rus Çarı 1. Alek-sandr'da bu arada oluverdi. Bu adam hayatının sonlarına doğru, <Benim artık avrupa devletlerinden taleb edecek bir Şeyim kalmamıştır^ şeklinde ifade ettiği sözleriyle, Osmanlılada olacak işi kendi başına göreceğini ihsas etmişti.
Aleksandr:1777 yılında doğmuş, 1801 senesinde tahta çıkmış, 1825'de ise ölmüştür. Napolyona bir kaç defa mağlup olmuştur. Tilsit antlaşması sayesinde banşmışsa da 1812 yılında yine düşmanlık yapmaya başlamış, 1815'de Burbon-ların yeniden Fransa hükümdarlığına gelmelerine yardımcı olmuştur. Osmanlılar ile Bükreş muahedesini imzalamıştır. Bu hükümdarı 1. Nikola takip etti. 1. Pol'ün oğlu olup, 1796 senesinde Petersburg'da dünyaya gelmiş. 1825'den 1855'e kadarda hükümdarlık yapmıştır, İran'dan, Erivan'ı aldığı gibi Rumların başıboşluğunda Fransa ve İngiltereyle birlikte Yunan istiklâliyet harekâtını da destekleyip, yardımcı olmuşlardır. Kırım Savaşında bize ve müttefiklerimize yenilmiştir. 1848'de vukubulan Macar İhtilâlinde Avusturya'ya yardımlarıyla bilinir. Ancak bu da, Osmanlı devleti ile münasebetlerinde, ölen adamın yolundan giderek politika yapacağını bildirmesi Kuzeyden yeni bir tehdit daha geliyorumun haberiydi. Rumların fetreti de genişlemekteydi. Ne varki; Sultan Mahmud idaresindeki Osmanlı hükümeti başka bir te'sir getirecek, vaziyete girme ile karşı karşıya bulunuyordu. Yeniçeriliğin kaldırılmış olmasına rağmen bunların cemiyetinin dayandığı cehl ve taassub kalkmamış, buna karşı da başka bir vaka-i hayriyye vücud bulması milletin ruhundan beklenmekte idi. Ancak beklenen bu vakayı, mutlakıyet yerine getiremezdi. Bizim bu gün anladığımız, genel ıslahatın kapsadığı mânayı mutlakiyeti idrak etmekten aciz bulunduğu için, ikisindendaha çok tesirli ve ferahlatıcı bir tenbih ediciye ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu uykudan uyandırıcı bir gün ergeç gelecekti.
Yânİ hem mutlakiyeti hem de cehalet ve tassubu, zaman zaman ezerek cemiyetimize sinmiş ruhu temizliyecek kudrete sahib ve deyeni nizam gibi, ikisi arasına girecek, bir taraf-dan mutlakıyetin öte taraftanda taassub ve cehaletin yakalarına yapışarak, birer tarafa savurmaya çalışacaktı. Bu mücadele esnasında kanlı olayların çıkması, sosyal sarsıntıların olması, mutlakiyet ile taassubun şiddetli ve karşı konamayacak derecede kuvvetli zannedileceği hücumları, bölünmeler, karışıklıklar, hâttâ bir dereceye kadar da çöküntüler meydana gelmesi, ithamlar ve iftiralar döneminin inkişafı pek tabiiydi. Bu gibi önemli inkılablarda vaziyete göre uzun veya kısa süren bir intizamsızlık, hürriyetsizlik, adetâ mutlakiyeti aratır-casına tahammülü aşan bir hükümetsizlik eseri ortaya çıkar. İdari ve sosyal kötülükler siyasi karışıklıklar milli ananeler, örf ve teamül, asırların biriktirdiği zaafın çıkışı, bidat adıyla teşhir, sövme lisanı ile anlatılarak, mahiyeti asliyesini karartmağa çok gayret ederler. Fakat yolcu da tuttuğu yoldan dönmez. Bunlar ise, saldırgan vaziyeti alırlar. Yolcu yine yorulmaz. Bunlar ise yorulurlar. Senelerin, bu yolcuya tazelik, kuvvet verdiği halde, bunları ihtiyarlatır. Yeniçeriliğin kaldırılmış olması avrupada iki farklı fikiriortaya çıkarmıştı. Birincisi; gerek askeri gerekse idari işlerini düzenlemeye başlayarak kendini yenileyeceği, ikinci fikir sernilli askeri ocaklarının mahv olmasıyla, bütün bütün gücünden düşeceği idi. Bundan çıkan şuyduki, her iki görüşde yenilikleri yapacak mü-ceddidin, kifayet ve ehliyetine tâbi oluyorlardı. Fakat, Tarih-i Cevdet'in:
"Erkân-ı saltanatı seniyye ise, vukufsuzluğu cihetinden yeniçerilere galebe çalmayı artık her devlete galib geliriz düşüncesine getirmişlerdi." .Cevdet paşanın tarihine yerleştirdiği bu cümleside beklenen ehliyet ve yeterliliğin eldekilerde mevcut olmadığını gösterir. İlk olarak da bu yetersizliği ilk defa tecrübe eden ruslar oldular. Hatta 1828 senesinde rusyanın Paris sefiri olan Pozzo di Borgo, 19/kasımda meşhur telgrafnamesinde Rusya imparatorunun böyle bir tecrübede bulunduğunu belirtmiştir. Fakat daha önceden Rusların İstanbul sefiri İstrogonof, 1236/1820 senesindeki Rum mezalimi bahanesiyle babıâli ile siyasi münasebetleri keserek gitmişti. Ruslar, Buğdan ve Eflâk ile Sırbiya'da Bükreş muahedesi hükümlerinin yerine getirilmesini taleb ediyordu. Yapıian taleblerin bir kısmı İngiliz sefaretinin aracılığıyla yerine getirilmişse de, Sırbistan imtiyazlarının şeklinin müzakeresi için, İstanbul'a gelen Sırp ileri gelenlerinden beş-altı kenz, Rumların hareketleri sebebleriyle alıkonulmuşlardı. Çar Nikola, Dersaadet maslahatgüzarı vasıtasıyla babıâli'ye bir ültimatom vermişti.
Bunda: 1-Bükreş ahitnamesi hükümlerince Sırpların nail oldukları imtiyazların yerine getirilmesi.
2-İstanbulda mevkuf bulunan sırp kenzlerinin tahliyeleri.
3-Eflâk, Buğdan'da bulunan beşlo askerinin tamamen kaldırılması.
4-Bükreş ahidnamesinin içindekilerin yerine getiriimesi hakkındaki müzakereler önce Osmanlı devlet memurları ile elçi İstrogonof arasında başlanılıp daha sonra kesilen müzakerelerin tam anlaşılması hususunda, iki tarafda hududa murahhaslarını göndermeleri. Şeklinde maddeler yazılıydı.
Çar; Osmanlı devletini tartma yoluna sapmıştı. Hakikaten pek hafiftik. Bereket versinki hafifliği duyabildik. Akkirman'a görüşmecileri yolladık. Çar Nikola'nın bu ilk denemesi, Sultan Mahmud'u da bir tecrübe yapmaya sevk etti. Murahhaslarımız, vaka-i hayriyye esnasında, Edirne'de bulunuyorlardı. Babıâli lisanında ayak sürümeleri gizlice duyurulmuştu. Rusların şiddet dolu davranışları yola düzülmeyi mecbur kıldı.
Tanzimata Dogru
Engelhard'a göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan Mahmud'un şiddetli belalar da aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı selase, ahalisi birbirine kefil-Padişahda, halkda ananeye tâbi-Kıyafet meselesi, garib bir kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak- ilk defa avrupa'ya talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i vekayi'in çıkarılması: Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr iskelesi Muahedesi Sultan Mahmud'un meşhur Deli Petro'yu takliden memleketi avrupa medeniyetiyle temasta bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın dediği: "..padişah, ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın üstünlüğünü takdir ediyordu. Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek az devam edecek tarzda artış gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri ter-ketmek, Türklükten çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu. Sağlam kaıarlar sahibi olmayıp, belki ara sıra gelip geçen arzulara kapılmaktaydı. Nisbeten hududları belli bir zekâve istidada sahip olanlar da her zaman olduğu gibi, kuruntulu kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi iltifatına erişen müzevirlerin i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın kararsız olmayıp, milliyet fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına delâlet etmekle pek olumlu sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi, sosyal hayatımızdaki karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici siyaseti dengeleyememiştir. Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü mukayeseye dönük muhakematta daima unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal vaziyettir. Hakikaten kıyafetin değişmesinin, Türk adet ve emsâii gösterişler, hiçbir zaman ıslahat düşüncesini doğrulatmaz. Bu durumlar vatanını seven her insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki, insan onun içine aldığı tekamül vede değişimlerin hepsini bir saniyede atlayıp, ahali içinde istikrarın arzusuyla acele etmiş olduğunu anlatır. Hattâ cehalet ve taassuba karşı fedai kesilmekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin icabatını hattâ bu dereceye kadar tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun, orada meydana gelmiş inkılabların başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.
Fransa ihtilâli-i inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve sosyal bir hüccettir, senettir. Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin kifayetsizliği de bu tarz bir seviye icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan yenilikçilerin hepside hâl vede yer itibariyle bu yetersizliği göstermemiş değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti irfan ve idrâk içine çekip, terbiye etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış olanlar, anayasalarında ki değişiklikler ve yeniliklerin gösterilmesi, kurulan hükümet-i muvakkate yâni geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet fikrinin devamlı bir çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun, krallığı, krallığı imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten sonra, cumhuriyetin kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek gerçekleşmesi delalet eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki cankurataran sandalının, bir takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benzeyen bir yo! takip eder. Bu sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla onun nefsinden gelecek karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla tanınan birinin, Sultan Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!. Cenab-ı Hakk' senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen, islâmiyet i tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine çekiyorsun!" Şeklindeki bağırması, karışıklıklardan birisidir. Padişah, bu feryaddan korksaydi, hem yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet pek büyük şiddetle kabarırdı. Yine her inkılab ispat eylemiştirki, insanların yaşadığı toplumda kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim, mak-buliyeti olan terbiye erbabının bile, inkılab dönemlerinde idareyi ele geçirmek için, hatib kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun yapmaya kalkışmak, fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair şahsi yorumlarda bulunmak, fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan, yeni hükümet, ve kanunlara karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine varan tarzda muhalif görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler günbe gün tecelli etmektedir.
İnkilablarda tesadüfün rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık telkini, sosyal ve birey hayatın tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun itimadına da İiyakat gibi elde edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce fırsatların birleşmesi vede inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir kaçında toplanmış olmasından ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını sürdürdüklerini unutmuş değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, değişikliklere ve uygarlığa daha^ fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu; bizce de sabit olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya cemiyetleri hoş karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede önlenmesinin mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından nihayetine kadar, milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve kötülüklerine, medeniyete olan kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari ve içtimai kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet, aynı haslet hattâda, aynı kıyafetle görülür.
Fransa inkılabı tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez numuneler vardır. Bu söylediğimizi Engelhard'da apaçık olmamakla beraber tasdik ediyor ve kendi sözünü defaetie nakz ediyor.
Sultan Mahmud'un, Deli Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip olamadığını, düşünce ve batıl itikatların arayada girmesi yüzünden dışarıdan ihtisas sahibi kimseleri getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi ve hürmete şayan vatanperverler bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulunduklarını, İstanbul'da ve vilayetlerde var olan isyana dair düşüncelerin, padişahı millete bağlayan bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830 senesinde avrupa'da, yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin, Petersburg şehrindeki müzakerelerde Osmanlı devletinin topraklarının paylaşımını, teklif etmiş bulunduğunu da yazmış.
Hakikaten; Edirne antlaşmasından sonra Mehmed Ali hadisesini yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi ile Sultan Mahmud'un acziyete düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora meselesi hakkındaki Rus elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla bunlar, devlet-i âliyemizin bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuvvet ve sağlamlığını bütün bütün azaltmak için uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir şekilde kabul olunur şeylerden olmayıp, sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan yardım isteyip, davranmaktan başka çare yoktur." Diyebilen bu padişah-ı cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı bildiği Rusya'nın korumasına rıza göstermişti.
Dış görünümde olsun, iç görünüşten olsun bu mel'un iltica padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar döneminde tatbik ettiği bir meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de pek daha çok idi. 1245/1829 yılında Edirne sulhunun hemen başında, İstanbul'un içine düştüğü şekil ve durum, hükümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh hâli bir dereceye kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın, mukavemet imkânı bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında muhtar bırakması üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi, müzakerelere vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine arzoiundu-ğunda: "Benim muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir. Saltanatın gailesinden usandım. Varın, fetvahanede meşveret edin." Diyerek, bir müşavere meclisi yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun yapılmasını karar altına aldıktan gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da karara bağlamıştı. Lütfi, tarihini payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbirin sebeb olduğu döğüş kavga ve karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme almaktan kendini alamamış. "Meşveretten çıkan karar üzerine, müslüman ahalinin tamamının silahlanması emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının silahlanmasında pek açık olan mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten sonra, esnaf takımı, iş ve güçleriyle meşgul olurken silah kuşanmasıda tenbih edilmişti. Daha sonra esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün gelmesi, ahalinin dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına kıyılmıştı. ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde İstanbul'un kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuştur.
a) İstanbul ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere yüksek sesle karşı koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun gelmiştir.
b) Yeniçeri vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanlarını kurutmuş ve halkın gözüne çirkin görünen frenk davranışı olarak kabul olunan ihtisab rüsumu gibi sonradan adet olmuşun taraftarı belkîde kurucusu olan serasker Hüsrev paşa ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin mağlubiyetinden, bazı beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın İstanbul üzerine doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana çıkarmak içindir, yirmibin yeniçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının yayımları, ahalinin zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında dehşetli, türlü türlü düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâzım gelen bir yahudiyi cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraftaki dükkânlardan hammaliye adı altında parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu hammaliyeyi vermekten içti-nab eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar. Haydut yahudi, bağıra çağıra Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya başlar. Bu kaçışı görenler de acaba yeniçerileri tutanlar ayaklandımı endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu endişeleri haber alan idare-i devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin için serasker Hüsrev Paşa başda olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa ticari merkezlerinde ve esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar gözlem altına alınırken, yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları kimseleri enterne etme yoluna gittikleri gibi kimilerinin, hayatlarını nihayetlendirme yoluna gittiler. Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve kayıklarda kürek çek-mekden ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed Ağayı, Eminönü meydanı ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler kethüdası Tavil.Mehmed Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi CInkapanfnda ve Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de, Üsküdar'da idam ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâhyası Şâkir'i, Kömürcüler kethüdası Ali'yi, Taşçı Mehmed Usta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık ithamıyla bir kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engelhard, bu ifadeleriyle Sultan Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir değişiklik olmadığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkarmak mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar ise, hesabını vereceğimiz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok önem veririz.
Meselâ, sîzdenolan idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğerle, alessultan huruç'a teşebbüs bizim fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp ahirete de iltisakı vardır. Padişah ise;yine dinimizin net olarak adaleti emrederken, adaletli olmanın faziletini öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki, misâl olarak bîr saat adaletle hükmetmenin yetmiş rekât nafile namazdan efdaldir, yâni değerlidir demek suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul vedemergup olmak onun farz kıldığı ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni nafile ibadetlerle kendisine, daha yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ve namaz'ın ise gözümün nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd namazlarına Efendimizin "Gecenin Gelinleri" adını takdığını haber veriyorlar.
Şimdi; adaletin bir saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i âlâyı kazanmaya kalkmaz, işte osmanlı padişahları da cihana hükmeden tahtlarından adalet güneşinin her yerde pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye addettiklerinden dolayı dikkat ve itina ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu aramak ve talibi olmak addedileceğinden ne halkda isyan ne de devlette ve padişahda istikrar hattında fazla bir kayma beklenemezdi kalmamıştı.
Sultan 2. Mahmud her ne kadar "saltanatın derdinden usandım" demişse de, devlet idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk ise, ıslahatı kabul eder vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan ezeli düşman rusya ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile şeyh taslaklarının, cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdikleri <gâvur işlerine gösterilen eğilimden dolayı Cenab-ı Allah tarafından bize azap için gönderilen ceza olduğuydu.
Cehalet ve taassup öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirttirmez. Bir zamanlar nasıl yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman kullanmadılarsa, şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza pişiriyorsada, yeniliklere ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye bakıyordu. Kim bilir 1244/1828 senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma esnasında sadrazamı, başında kenarı sırma ile işlenmiş fesi yakası som sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş, seraskeri de sırma işleme fesli, yakası sırmalı yeşil kumaştan bir elbise ve sadaret kaymakamına mahsus takımla donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaştan ferace ile örtülü takımlarını terk edip, Banaluka eğeri örtüsü, eğeri ise saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla, hilâli göğüse yapışık atlara binmiş olduklarını görünce ne demişlerdi? Ne dediklerini bir kaç satır sonra kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar giyimlerinde kullandığı elbiseleri şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti galebe ederek süs ve gösterişe hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda ve resmi elbiselerde de hadd-i şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olundu." şeklinde kibir kabul ediliş hakim olduğu kanaatine varılarak, elbise meselesindeki tekliflerinde şukka (kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin icabındandır diye bildirilmiş isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a, taassup sahiplerinin büyük buğuz ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o senenin padişah alayının Rami kışlasında olması vede ramazan bayramının tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla süslü başlık, üzerinde sorguçlu fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur, yaka ve güneş sembolü kıymetli taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise) giymiş olarak tahta oturmuştu. Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yukarıda ne demişlerdi deyip aşağıda yazacağımızı söylediğimiz malumatın, Tarihi Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan alınan satırlar ile sayfamızısüslüyoruz: ".Asakir-i zabitanında meşhurlarından Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey, açıkça ramazanda gündüz gözüyle yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş olduklarından, biri İzmit'e diğeri Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza göre, o sırada setre-pantolon giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş olduğundan, Hasan bey ile Avni beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde tepki vereceğini ölçmeye kalkışmışlar. Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler diye kabul olunmakla beraber, kabahati bunlara yüklemek için oruç yedikleri bahanesiyle sürgün edilmişlerdir. (İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama önem vermeyince dikkat çekebilmek için o devirde kolay kolay, rastlanmayacak olan alenen oruç yeme eylemi gerçekleştirilip, elbiselere ahalinin dikkati çekilme provokasyonu yapılmış olması muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı zamanda pek şakacı bir zât-ı muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahalinin hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da, bilhassa taassub sahiplerince şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden Boşnak Mustafa adlı biri ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise tarzını benimseyenleri tekfir etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının sayısında görülen artışın yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri takip birbirinden aşağı kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki gemisinde tertib ettiği baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan sonra, bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre: "sabaha kadar çeşit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu davete katılmak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine; Lütfi tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey, Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok şey yapmayı bilmişler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devletçe bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir" demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiştir. Bu baloya davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih bakımından değeri büyükçe bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi o!an Avusturya'ya gitmekte olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat elbise sipariş etmiş. Husar, bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde, imparator bundan pek memnun olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti. Ancak bu sandıklar meydana çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten, hükümet bir taraftan istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni anlayışı harekete geçirecek hazırlıkların başlangıcını hazırlamaktaydı. Yabancılar ile temasımız çoğalıp avrupa usûllerine eğilim bir hayli fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve yeni muamelelerin elde edilmesi için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor, tibhene-den, enderun ağalarından, seçilecekler ve gönderileceklerin listesi meydana getirilmişti. Ne varki halk bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı. Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş tarafında adı geçen Esad efendi: İlk yollanan talebe harb okulu mühendishane talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek tıbhane gerekse enderun talebelerinin gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza etmek şartı ile ıslahata gitmek isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara karşı, milletin bireylerinin vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz için her iki tarafın bize garib görünmekte olan teşebbüslerini ve anlayışlarını topluyoruz. Bu teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış gayri muntazam durak yerlerini andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, istirahat fikri de bir tehlikedir.
Sultan 2. Mahmud; sık sık adaletle ilgili emirler yayımlıyordu. Bunlarda: "Usûl ve adetlerden alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve bahanelerle fakir ahaliden para alınmaması, vezirler ile mirmiran ve memurlardan kim olursa olsun yollarda sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi paralarıyla temin edip, ahaliye zulüm yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada hristiyanlannda nakkaşlık yapmakta serbest oldukları, Rusya ve Yunan meselelerinden dolayı bekaya da kalıp çoğugayri müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin kesenin af olunduğu İlân edildi.
1237/1821senesinde Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair, yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel mesabesinde bir müjde dense yendir. Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada: "Medeniyetin usûllerine ait hususları halka haber vermek için, zamana dair vukubu-lan olaylardan bahs ve seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile haftalık türkçe yayımlanan bir haber organının basımı başladı." demiş, adının da Sultan 2. Mahmud tarafından verilmiş olduğunu açıklıyordu.
Takvim-i Vekayii bir çeşit resmi gazete olarak yayımlanmasından başka birde, "Takvimhane" adı verilmiş bir matbuat dairesi meydana getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire önceki serasker kapışma yakın, eski matbaa-i amirenin yanı başındaki köşede bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve takvimhane nazırlığına Mekke pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu. Cllemadanda Karsizâde Cemâl efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye amedi hulefası mensubundan olan Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle, haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu gazete vükela yâni, bakanlar kurulu üyelerine, komutanlara ve ileri gelen memurlara, anadolu ve rumeli bölgelerinde bulunmakta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere her-hafta dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Takvim-i vekayii'n ilk nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların, hükümet üzerinde hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet arasında, ortaya çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu çalışmaların doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusunu itiraf saymak mümkündür. Öte taraftanda yukarıda sözünü etmiş olduğumuz vekayi'deli mukaddeme yâni giriş yazısı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini gösteren hâli olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da önem taşıdığı inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak şekilde sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:
Takvim-İ Vekayii Mukaddemesi
Tarih denilen ilm-i fen, bu dünya hayatında vukubulan halleri vakti ve zamanı içinde tesbit ve anlatmaya çalışmaktan ibaret ve de, geçmişten ahaliye hisse çıkartacak bilgiler ulaştırma vazifesini üzerine almış yoldur. Bu ilmin faydası o kadar da fazladırki, hattâ bazı âlimler, tarih ilmi, devletin kanunlarını hafızada tutan, milletin ahvalini lâyık olduğu vacibi-yet derecesine yakın bulduklarımda açıklamaya kadar gitmişlerdir. Meşhur yazarlardan "Lâmiye" adlı eserin şârihi, Safdi'nİn söylediği gibi, Abbasi devleti döneminde h. 422/1030 senesinde halifeliğe getirilmiş bulunan Kaim Abbasi devrinde, Hayber yahudileri neslinden bazıları, güya dedeleri ve- sonraki nesilleri, Hayber fethinin hemen ardından yazılmış ve haraçdan hariç tutulduklarını belirten ve Hz. Al-i'yül Murtaza'ya ait olduğunu ileri sürdükleri bir yazıyla, şahid olarak da Saad ibni Muaz ve Hz. Muaviye'yi gösterirler. Bu yazı sayesinde de, divandan senette yazılanların yerine getirilmesini talep ederler. Halife kendisine ulaşan bu talebe karşılık, derhal icabet karan verir. Ancak bu talebin bir nüshasını gören o devrin reisülküttabı makamında bulunan Ebul Kasım bin Mesleme adlı zâta, bir şüphe gelip bu sırada tarihçi olarak nam yapan Hatibi Bağdadi'ye iddiaya senet olan kâğıd gösterilir. Tarihçi Hatibi; bu senet sahih değildir, çünkü "Hayber kalesinin fethi h. 7. senede, gerçekleşmiş, Hz. Mu-aviye'nin ashabdan sayılması h. 9. yılında vukubulmuş Saad hz. leri ise, h. 5. yılında ahirete intikal ettiğiiçinde bu tarihlerdeki uygunsuzluk, senedin sahih olmadığının delilini teşkil eder." cevabını verir. O yahudiferde bu ispata karşı bir cevap verememişler. Kâğıdın düzme olduğunu itiraf etmişlerdir. İşbu nakledilen rivayetteki husus, tarih ilminin pek lüzumlu olduğuna şahadet eden kuvvetli bir delildir.
Bu bakımdan eskiden islâm devletlerinde ve diğer devletlerde bu ilime itinaya gayret gösterilip, müfessirlerden ve ha-disçilerden İbni Kesir, İmam-ı Suyuti, İbni Cevzi, Kadı Beyza-vi ile İbni Haldun gibi büyük zevat ve hükümlerde dirayet sahibi, tarihler kaleme almışlardır. Buna bağlı olarakda, Osmanlı devletininde büyük dikkat, itina göstererek, önceleri şehnameci adıyla, daha sonra da vakanüvis denmek şekliyle kurulan makamlara bağımsız bir şekilde, tarihin yazılması görevi verilmiştir.
Bu yazılanlar üzerinden, otuz yıl kadar geçince bastırılıp, halkın okuyup öğrenmesi eskiden beri yapıla gelmiştir. Na-ima, Raşid, Subhi ve İzzi, Vasıfın tarihleri bu söylediklerimizin şahididir. Lâkin, kötü vakalarınmeydana geldiği zamanda neşir ediş ve duyuruş, hakiki sebebin, gizli kalması gerektiğinde insanın tabiyatında var olan, hakikata varmak, bilmediğine itiraz etmek üzere cibilliyet taşıması yüzünden, ortaya çıkan bunca iç ve dış işlerede ait değişikliklere ve diğer durumlara, devlet erkânının hayal ve hatırına gelmemiş büyük muammalar gibi, çeşit çeşit manâlar verileceği malumdur. İşbu kıylü kaale sebeb olacağından nâşi, halkı da birmiktar mazur tutmak mümkünse de, bu vaziyeti cahilane dedikodu yapanlara hesap sorulmağa ve ithama sebeb olacağından aslı esası olmayan hususlarda devletin, bütün tebasının huzurunu bozacak, güçlü görüntüsünü giderecek bir şeydir. Beldelerde yaşamakta olan ahali pek vahim vesvese ve kötü zan dağdağasından, kurtularak bu yüzden asayiş-i umumi-yenin, seçme ve büyük padişahlardan olan Sultan 2. Mah-mudun merhametli, şefkatli idaresi halkı malâyaniden kurtararak, iyi bir şekle koyması mümkün olmuştur. Bu hususlar babıâlideki meclis-i meşverette, vezirler İledevlet adamlarıyla konuşulduktan maada, şurâ'ya vazifeli âlim ve memurlarla da müzakere edildi.
ülkenin dış ve iç meselelerine ait işlerde hiç bir gecikme yapılmadan hakiki sebebleri ve icabat-ı zaruriyi bildirmek suretiyle halka duyurmak böylece, ahali hakikatin tamamına dair bilgi sahibi olup, eskisi gibide kimilerinin çıkardığı, asılsız esassız sözlerden çıkardığı manâlara kulak vererek ızdıra-ba duçar olmayacakları pek açık olmak üzere görülecektir. Ayrıca bütün fenlere ve ilimlere, erzak ile mallara velhasıl ticarete ait maddelere de neşriyatta yerverilecektir. Padişahımız efendimiz, merhameti ilede tebaasının her halini düşünen asilâne davranışıyla emir vermiştir. İstanbul'da mevcud olan basımhaneden, başka bir basımevi daha yapılması kararlaştırılarak, meydana gelen vakaları çeşitli lisanlarda basarak neşredip duyurma, padişahın isteği oiarakdave yüksek müsaadeleri dairesinde, İstanbul'da tab olunarak basılan daireyede, Takvim-i Vekayiname-i Amire adı verildi. Mekke payelilerden vakanüvis şeyhzade Esseyid Es'ad efendi nazır, babıâli'den idari işlere ait vukuat ve bab-ı seraskeri'den askerlik ile alakalı meseleler için, her gün özet yapılarak habe-rinâzır tarafından verilmekde hizmetine esas vazifelerine zarar vermemek şartıyla, amedi kaleminden elan küçük evkaf hocası Sârim efendi, vazifesi dolaysıyla seraskerlik de bulunan hacegândan valide kethüdasızâde Said bey tayin olunmuştur.
Tâbi olunacak emirler ikiye ayrılmış olup, bir kısmında içişlerinde resmiyeti olan ve devlete ait meselelere aid olan vakaların basımına, ikinci kısmı ise; resmiyete dayanmayan dışarıda bulunan kaynaklardan alınan bazı haberleri, sanayi ve ticarete dair olan bilgileri kapsayanları vaktin icab ettiği hal ve vakit dünya aynasında yüz gösteren işlerin yazılmasi-nada, müsaade verilmiş bu bilgilerden istifade etmek iste-yenlerede yıllığın 120 kuruştan almabilinmesine ruhsat verilmiştir. "İşte böylece 1247/1831 senesinde, Osmanlı matbuat hayatı başlamış, ahali ile devlet arasında bir haberleşme kapısı açılmıştı. İşkodralı Mustafa paşa isyanını takip ve görünüşte, ihtisap usûlünün tatbikinden çıkan Şam meselesi ile Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali paşa hadisesi yavaş yavaş İs-tanbulda görülmeye başlamış olan batı usûlüne eğilimin teşebbüslerine şahid olunmaktaydı. Bilhassa Kavalalı hadisesi büyüdükçe İstanbul daha çok sarsıntıya maruz kalıyordu. Kavalalı Mehmed Ali paşa, ordu vedonanma kuruyor, Mısır'ı büyük bir ticaret merkezi haline getirerek yüzmilyondan fazla gelire, sahip bir devlet şekline yükseltiyordu. Osmanlı devleti gibi koca bir imparatorluğun içinden, o devletin dahi sahip olamadığı, medeni şekilde yaşamakta olan bir bağımsız devlet çıkarmağa uğraşıyor, başka bir deyimle de padişah, ken-
A\ kölesine, valisine mağlup oluyor, Mehmed Ali, avrupa ve bilhassa Fransa ile İngiliz basını yardımıyla, maksadını temine gayret sarfediyordu.
Bu vaziyet, bize avrupahalkının düşüncesini paylaşarak onları kazanmaktaki kuvvet artışımızı ihsas etmiş oluyordu. Sultan Mahmud, Nizip'de aldığı mağlubiyetin acısını bizatihi nefsinde hissetmişti. Rusya'nın uzatmış olduğu himayeci elini Hünkâr iskelesi antlaşması adı altında yakalama mecbu-riyetinedüşmüş oluyordu. Kendisinin bir valisinden, eski düşmanına dehalete mecbur kalıyordu, ne yazık!
Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?
Tanzimat-i Hayriye: Sultan 2. Mahmud, meşrutiyete doğrumu gidiyordu? Padişahın her iradesinden tenbelliği görünmekteydi, biritirafname, adalet fermanları, adi emirlerden sayılan, Sultan 2. Mahmud'u halk ve taassup karşısında, iyi göstermeyen vakaların bazıları, bir kısım işlerinin ve teşebbüslerinin faydalıları, Reşid paşanın memuriyetinin ilk dönemi: devleti âliyede yegânebir devlet adamı ve siyasi yetişi-yor-Padişahın resmi meselesi ile resimi asma alayı, bunun tesiri-Paris sefiri Reşid Bey'inesas vazifesi: Devleti âliye eski tarzı terk ediyor, Maliye nazırlığı, divan-ı ahkâmı adliye ve dârüş şurâ-İ babıâl-i meclislerinin tertibi ve kurulmasi-Engel-hardın dediği iki meclis. Bu meclislerin tertibi, kuruluşu, hariciye vede dahiliye memurlarının biribirlerinden ayrılması-Rütbelere dair, yeni teşrifat-Ziraat, sanat ve ticaret meclislerinin kuruluşu-Memura maaş-Feragat ve intikale dair yeni nizam- Rüşdiye okullarının kuruluşu Sultan 2. Mahmud'un vefatı. - Türkiye ve Tanzimat adlı eserin yazarının: "Kendi te-basının lanet ve nefretine duçar olan Sultan 2. Mahmud, bir ara şiddetini azaltarak, daha yumuşak davranmaya başladı.
Devletin işlerini yainız başına idare etmekten bir anda vazgeçti. O karan verene kadar, dışişlere ait evraklar saraya gelmekteyken yayımladığı bir emirle bundan böyle babıâlİ-ye, reisülküttap efendiye yâni dışişleri bakanına gönderilmesini bildirdi. Öte taraftan adetâ kendisininde selahiyetlerinin ortağı mesabesine gelecekiki meclisin kurulmasına müsaade etti. Bu tarz idareyi, hükümdarın mutlak hâkimiyetine karşı bir ademi merkeziyet idiki yâni merkeziyet idaresinin terki sayılabilirdi.
Diğer bir tabirlede meşrutiyet görüşüne kapı açma şeklinin başlangıcıydı." Sözlerindeki ifadeye bakarak bunları tarih sayfaları içinde araşdiralım. Hakikaten Sultan 2. Mahmud'a harici ve dahili işlerin çokluğundan nefret etmekten ziyade bir tenbellik gelmişti Tarih-i Lütfi'de yer alan iradelerinde hemen hemen hepsindeki halet-i ruhiyesi bunu gösterir. Mutia-kiyet, emru irade zamanlarında kendisini mesuliyetsiz saydığı zannına kapılsada, yayımlanan emrü irade tatbikata girip kötü netice verdikçe kendisinden daha mutlak ve müstebid kesilmiş olan bir başkasının, yâni hâkim olmak istediği umumi düşüncenin karşısında, mesul sayıldığını bütün şiddetiyle anlar. Onu bulunduğu vaziyetten ancak halk önünde mükafatlarla taltif ettiği ve başına toplamış olduğu taraftar kitlesi kurtarır. Biz burada, sosyal felsefeye girişmekten ziyade, tarih sahifeleriyle maksadı açıklamaya çalışacağımızdan, 2. Mahmud'un 1246/1831tarihinde Diyarıbekir valisi Ebu La-bud paşanın azli münasebetiyle babıâli'ye gönderdiği iradeyi buraya alarak, samimi bir itirafname olan İfadesini nazarı dikkatle sunuyoruz:
İrade-İ Senıye Sureti
"Yalnız Ebu Labud paşanın defedilmesiyle anadoludan zülüm kalkmaz. Anadolu ahalisinin hali pek yamandır. Fakirlerin vaziyeti böyle iken devleti âliyemiz belâlardan kurtulamaz. İşte çekilen zorlukların ve meşakkatin bütün sebebi fukaranın feryatve figanıdır. Sen ve memurların başbaşa verip, bu mezalim ve taarruzun hafiflemesi ne şekilde mümkün olabilecekse tedbiri çaresine gayret edesin. Fukaranın, refah ve asayiş durumu düzeltilmedikçe bütün işlerin sarpa saracağı açıkça görünüyor. İştehakiki sebeb mezalimden çıkıyor." Sultan 2. Mahmud bu iradesiyle, anadoluyu yakıp kavuran mezalimin karşısında dikilmiş, sessizce bir heykeli seyreder gibi memleketin durmunun idraki içinde olduğunu itiraf ediyor.
Halbuki <tarihindede pek güzel yazdığı gibi> o zamanlar zulümlerin defedilebilmesi için ismi var, te'siri yok hükmünde olan ve depek bilinen <adalet fermanlarından başka alınacak bir tedbir bulunamıyordu. Bu fermanlar, artık bir adi emirler hükmüne girmişti. Mülki idarenin esaslı bir metin üzerinde olması, zararları ispatlanmış İltizam-ı memalik usûlünün devamı, bu neticeyi getirmişti. Bir de, bu fermanları götüren memurların yol masraflarını ve sürdükleri hayvanların, ücretleri ve haber verme ücretleri fukaranın sırtına yüklenmiş olduğundan, zulûmü'öef için alınan tedbirler başka bir sıkıntıya sebeb oluyordu. Sultan 2. Mahmud'u mutaassıp halk karşısında hatalı gösterennüfus sayımı, gayri müslimle-rin mabedierinin tamir yapımına müsaade, Hocapaşa ile Ci-bali gibi pek büyük yangınların çıkması, fes'in yayılması, gibi haller ile Mısır meselesinin aldığı vaziyet, ezeli ve ebedi düşmanımız olan Rusya ile yapılan antlaşma, Sırbistana imtiyaz verme durumuna düşme, Yunanistan'ın bağımsızlığının tasdiki gibi vaka aralarında birinci defa olarak, İstanbul'dan İzmit'e kadar bir posta yolu yapılmış, padişah tarafından bizzat açılışı yapıldı, İstanbul'dan Edirne'ye kadar başka bir yolun yapımına başlanması, Anadolu, Rumeli taraflarında yedek asker teşkilatlarının kurulması, geçiş nizamnamesinin tatbiki, mekteb-i harbiyenin tamamlanması, ilmi, askeri ve erbab-i kalemin, rütbelerinin bir nizama bağlanması, iftihar nişanlarının verilmeye başlanması, bunların vezir, vükelaya verildiği gibi patrik ve hahambaşılarına verilmesi," Paris, Londra ve Viyana'ya kalıcı sefirler gönderilmesi, babıâli'deki tercüme kalemi'nin kurulması gibi, İcraatlar ve faydalı teşebbüslerde yapıla geliyordu. Fakat bu dönem içinde en mühim olan Reşid bey gibi bir zât'ın ortaya çıkmasıdır. Bu zatsa, geleceğin Büyük Mustafa Reşid Paşasıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder