11 Haziran 2011 Cumartesi

SULTAN 4. MÜRAD -1-

SULTAN 4. MÜRAD


Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1612
Vefat Tarihi: 1640
Saltanat Müd.: 1623-1640
Türbesi: İstanbul'dadır.

Sultan 1. Mustafa Hân'ı ikinci defa odasına gönderen ve taht ile alâkasına kestiren ve elinden tuttuğu Sultan Ahmed cennetmekân merhumun üçüncü şehzadesi Murad'ı Sadra­zam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendinin yar­dımları ile devleti aliyyenin tahtına oturtmuş ve böylece dün­yanın o zamanki 1 numaralı devleti olan osmanlı devleti ve dünya için yepyeni bir devir başlamış oluyordu.
Boğaziçinde 1612 miladi yılında doğan Sultan Murad Hân, taht'a geçtiğinde Hicri 1032, Miladi 1623 yılıyla birlikte he­nüz oniki yaşını ikmal etmemişti. Taht'a geçtiğinin ertesi gü­nü sünnet-i hitan merasimi yapılmış ve sünnet olmasından beş gün sonra da kılıç kuşanma merasimi icra olundu.
Şüphesizki bu kadar küçük bir çocuğa bir naib lâzımdı. İş­te o nâib henüz 28 yaşında olan ve Osmanlı tarihinin en önemli Sultan hanımlarından olan Kösem Mahpeyker Valide sultandı.
İslâm tarihinin en uzun ömürlü devletini sürdüren bu hane­dan, oniki yaşında bir padişah ve yirmisekiz yaşında genç bir anneye kalmıştı. Şunu hiç unutmamamız gerekirki; günü­müzde alelade bir aile dahi evin reisini kaybettiğinde genç bir anne ve çocuk geride kalsa, hayatın maddi ve manevi zorluklarıyla ne kadar büyük bir boğuşma sergilemektedirler. Böyle bir aileye yardım eden, yol gösteren olmazsa, nasılki netice pek vahimdir, işte devleti aliyye'de çocuk yaşta bir padişah ve genç bir kadına kalmıştı. .İşte o günlerin devlet adamları bu devlet gemisinin devamı için gayret göstermiş­ler, kimileri ise ihanet erbabı olduklarını hatta zirveye göz diktiklerini dahi göstermişlerdir.
Kemankeş Ali Paşa, zaten taht'ta gözü olmayan Sultan Mustafa'yı yerinden almanın ve Sultan Murad'ı taht'a geçir­menin vasıtası olmasını hazmedememiş, iyice şımarmıştı.

İlk Döneklik


Yeniçeriler, üst üste aldıkları cülus bahşişi münasebetiyle Sultan 4. Murad'ın taht-i saltanata iclasında bahşiş istemeye­ceklerine dair söz verdikleri halde, az bir müddet sonra «cü­lus isterük» diye tutturdular. İkimilyon osmanlı altını bulan meblağ saraydaki altın tabakalar ve tepsiler eritilerek karşı­landı.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi'yi görevinden azlettirdi. Allah'dan yeni gelen zât merhum şehid Genç Osman'ın kaimpederi, Şeyhülislâmoğlu Şeyhü­lislâm Esad Efendi idi.. Neyse, çok değerli bir zât iie ondan belkide daha değerli bir zât nöbet değiştirmiş oluyordu.

Iran Gailesine Doğru


Eski vazifesi Bağdat subaşılığı olan ve Bekir Subaşı olarak anılan cesur, kurnaz bir adam vazifesi sırasında temin etmiş olduğu servetin verdiği imkânlarla, eyalet Beylerbeyi Yusuf paşa'nın askerine kumandan olmuş ve bir subayını Simav kazasına vergKtoplamak için göndermişti. Ne varki; Dîvan bunu haber alır almaz dörtbin yeniçeri ve bin Azap askerini Bekir Subaşı'nın takibine gönderdi. Bekir Subaşı'nın amansız düşmanı Azap Ağası Mehmed Ağa, Bekir Subaşı'nın yoklu­ğundan istifade ederek Bağdat Beylerbeyliğinin asli görevlisi Yusuf paşa ile anlaşarak ani bir taarruzla şehre girmek ister. Fakat Bekir Subaşı'nın oğlu Mehmed durumu haber alır al­maz şehrin kapılarını kapadığı gibi toplanda Azap Ağası ile Yusuf paşa'nın askerinin üzerine tevcih eder. Diğer taraftan Simav kasabasında kendisini yakalamağa gelen kuvvetleri kesin bir mağlubiyete uğratan Bekir Subaşı şehrin önünde Yusuf paşa ve Azap Ağası Mehmed'i görünce onlara hücum eder. iki ateş arasında kalan Yusuf paşa ve Azap ağası İki gün dayanabilirler ve neticede savaş Bekir Subaşı'nın kesin galibiyeti ile hitam bulur. Bu ana baba gününde Yusuf paşa başından aldığı bir yaranın neticesinde şehid olur. Azap Ağa­sı Mehmed Ağa ise İki oğluyla birlikte Bekir Subaşı'ya teslim olmuştur. Fakat bu teslim oluş ölümlerden ölüm beğenmek­ten farksızdır... Bekir Subaşı, bir sandalın içinde Azap Ağası ve iki oğlunu zincirlerle bağlatır, kükürd ve katranla içini de bir güzel doldurup ateşletir ve Dicle nehrine salar. Sandaldan gelen yürek paralayıcı feryadlan, tüyü kıpırdamadan işitil­mez oluncaya kadar dinleme ve seyretme gaddarlığını gös­terir. Bu elîm hadiseden sonra hiç sıkılmadan Dîvana bir isti­da göndererek Bağdat Valiliğinin kendisine tevcihini hamil ferman-ı padişahî'nin gönderilmesini talep eder. Dîvan bu ta­lebi red ve Bağdad Vali'liğine Süleyman paşa'yı nasb etmiş-sede bu paşa red ettiğinden, Diyarbakır Beylerbeyi Filibeli Hafız Ahmed paşa Bağdad üzerine serdar tayin edilmiş kâfi miktar asker verilerek Bağdad'ı zaptu rapta alması emrolun-muştu.
Hafız paşa, İlk hamlede muvaffak olamadıysa da ikinci defasında rakibini perişan etmiştir. Ne varki muhasaradan kurtulan Bekir Subaşı, İran Şahına başvurarak, Karcığla Hân'la bir takım anlaşmalar yapmış mezhebi şiâ'ya hizmet edeceğini ve bunun nişanesi olarak da Bağdad'ı kendilerine teslim edeceğini vaad etmişti. İran Şahı bu durum karşısında Bekir Subaşı'ya yardımcı ve muhafız olarak üçyüz kişilik bir askeri birlik göndermişti.
Bu sırada Dîvan'dan gelen bir emir insanı çıldırtacak gibi idi. Bağdad Beylerbeyliği Bekir Subaşı'ya verilmiştir. Kendisine tebliğ oluna... Hafız Paşaya düşen emri yerine getirmek­ti. O da öyle yaptı. Bekir Subaşı bu haberi alınca; Karcığla Hân'a kendisinin emeline nail olduğunu, bu husustaki yar­dımlarını unutamayacağını bildirdi ve bunun nişanesi olarak Şah'a verilmek üzere bir takım hediyeler takdim ederken Karcığla Hân'a da hediyeler sunmayı ihmal etmedi.
Aynı zamanda da Hafız Paşa'ya Bağdad'dan çekilip gitme­sini, çünkü halkın bu ordudan çekindiğini söyledi. Hafız Pa­şa, ordusuyla Mardin taraflarına çekilmek üzere yola koyuldu Bekir Paşa; ki, dîvan kararıyla paşa'lığa terfi etmişti. Bunu da halka tellallarla duyurdu.
Karcığla Han, Bekir paşa'ya yaptığının doğru olmadığını gönderdiği bir elçi ile hatırlattı. Bekir paşa; bu hatırlatmaya cevap olarak kalenin toplarını İran'lılann üzerine doğru ateş-liyerek verdi.
Öte yandan Şah Abbas yavaş yavaş Bağdad önlerine gel­mişti. Şah Abbas'ın Bağdad önlerine gitmekte olduğunu is­tihbar eden Hafız paşa, Kürdistan Beylerbeyi Kör Hüseyin paşayı Bağdad'a yardım etmek üzere yollamıştı. Çünkü ken­disi o sırada Abaza Paşa gailesi ile meşgul idi.
Kör Hüseyin paşa Bağdad'a yardım etmek üzere giderken önüne Karcığla Han komutasındaki iran askerleri çıkmıştı. Yapılan savaşta Hüseyin paşa Kırmızı Hana çekildi. Bu çeki­liş şüphesizki bir mağlubiyete uğrama korkusundan ileri gel­mişti. İranlılar Hüseyin paşa'ya bir anlaşma teklif ederek kendisini bu badireden kurtulma ümidine sevk ettiler. Bu ümid ilk önce bir gafillik meydana getirdi. Bu gafletin netice-,/si bir baskınla başta paşa olmak üzere bütün askerin kellele­rinin Şahın ayak ucuna atılmasına sebeb oldu. Tarihler o sı­rada Hicri 1032, Milâdi 1623 yılını gösteriyordu.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa; paşa yaptığı Bekir paşa'ya erzak ve mühimmat göndermemiş, İranlıların tahtı muhasarasına giren Bağdad beşinci ayı doldurğunda açlık had saf­haya gelmişti. Artık geceleri halk Bağdad şehrinden gizlice kaçıyor, iranlıların içine karışıveriyordu. Bekir paşa'nın oğlu Mehmed ise İran Şahı ile gizlice anlaşmış kendisi Bağdad va­lisi olduğu takdirde gece yansı kalenin kapılarını açıp şahın askerlerini içeriye almayı vaad etmişti. İran şahı da bu vaade Bağdad valiliğini Mehmed'e vereceğini ifade etmişti. Nitekim gece yansı olunca hain oğul, kapıyı açmış ve Bağdad'ı ace­me peşkeş çekmişti. Açlık ve ümitsizliğin verdiği yorgunluk­la derin uykuda olan Bağdad halkı sabah ezaniarıyla uyandı­ğında, şehrin artık Şahın olduğunu görüyorlardı. Halk şaşır­mış ne olacağını dahi düşünemezken propagandanın en te­sirlisini kurnaz Şah hemen ortaya atıvermişti. Bu bir affı umumi idi. Şah kendisine mukavemet eden bütün herkesi affediyor, askerine ise kimsenin mal, can ve ırzına halel gel­memesi için tellallarla ilan etme alicenaplığını! gösteriyordu.
Bekir Paşa, Şahın huzuruna zincirlerle bağlı olarak götü­rüldüğünde yol boyunca acaba oğlum öldümu? Hiç bir haber alamadım diye düşünüyordu. Karşısına çıktığı Şahın yanında duran kendi oğlu Mehmed'den başkası değildi... Hatta Şah hiç ağzını açmadığı halde oğlu babasını azarlıyor, Şaha ver­diği sözden dönmenin akibetini gör, diyor ve hayatını kurtar­mak istiyorsan hazinenin yerini söyle diye tehdit etmekten çekinmiyordu.
Bekir Paşa bu durumu görünce, tasavvuf! bir tabirle söyle­yelim «Dili lal oldu aklı mat» adeta taşlaştı, ne duyuyor, ne görüyor ne de cevap veriyordu. Kendisine hapishane mes­ken oldu. Hem de zincirlere bağlı olarak...
.

Bir İmha Hareketi


Bağdad şehri Şahın idaresinin eline geçtikten bir kaç gün sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve şehir bir bir evle­re girilerek hem nüfus sayımı yapılmış, hem de silah namına ne varsa nizam icabı denerek alınmıştı. Sayımdan çok kısa bir zaman geçince şehrin zenginlerinden sünnl olanlar, bir hafta süren amansız işkencelere tabi tutularak servetleri söy-lettirilmiştir. Bu arada Hz. Hüseyin (R.A.) Efendimizin türbe-darı; Şah Abbas'a bir defter vermiş ve bu defterde ismi yazılı olup Sünnîlikten mezhebi şiâ'ya geçenler hayatlarını kurtar­mışlar gerisi kamilen şehid edilmişlerdi. Bunların içinde iki zât ki; biri Bağdad kadısı Nuri Efendi diğeri Camii kebir İma  mı Ömer Efendi İdikİ, şu şartla kurtulmaları teklif edilmişti: Hz. Ömer (R.A.) ve Hz. Osman (R.A.) Efendilerimize sövme­leriydi. Bu iki zât böyle şen'i söz söylemektense şehadet şer­betine razı geldiler ve oracıkta birer iple hurma ağacına ası larak şehid edildiler. (Bu yazdığımız bölüm inanılmaz bir id­dia gibi addedilir diye bir iki kaynak vermeyi lüzumlu gör­dük: Tarihi Ebul Faruk yazan Mehmed Murad cild 5, yine İs­mail Hakkı üzunçarşılı TTKY3. c. 1. Kısım ve yine Tarihi Si-yasiyye cild 2 Sadrazam Kâmil paşa) Ayrıca İmam-i Azam Ebu Hanife ile Gavsulazâm Abdülkadir Geylânl Hz. ierinin kabirleri tahrib olundu.
Bir müddet sonrada Bekir paşa'yı bulunduğu hapisten çı-karı'p, aynen Azap Ağası Mehmed ağaya yaptığı gibi, onuda kükürt ve katran dolu bir kayığa bağladılar Diclenin akıntısı-' na bıraktılar. İşte yaptığı aynen başına geldi Bekir paşanın... Bütün bunları kılı kıpırdamadan seyreden, Bekir paşa oğlu Mehmed'e bir bakış fırlatan Şah Abbas; babasına böyle iha-ned eden bana ne yapmaz düşüncesine vardı. Az sonra onu sürgüne yollattı. Yolda kaçmayı denemeye kalkan hayırsız evlât acem kılıcıyla hayatını kaybediverdi.
Şah Abbas, sünnilere gösterdiği nefret verici halden sonra, o muhterem zatlar yâni İmam-ı Azam ve Gavsul Azam'ın kabri zahirlerin telvis ve tahrib etmenin cezasını manevi to-kadlarının maddi sillesini atacak olan 4. Murad'ın bilenmesi­ne ve daha çabuk iktidar sahibi olmasına yardım ettiğini acaba farkındamı idi?
Bağdad'dan ypla çıkan Şah Abbas, Musul'a oradan Nu­saybin ve Mardin'e gelerek büyük zulümler irtikab etti. Babı-aliden gelen emir Hafız paşayı oralara koşturduysa da Hafız paşa her gittiği yerde bir kan gölü ve yıkılmış, yakılmış ha-nümanlar buluyor, İranlılar ise sıvışmış oluyorlardı.
Bağdad'in İranlıların eline geçtiğini gerek valde sultandan gerekse padişah hazretlerinden saklayan Kemankeş Ali paşa küçük çocuk yerine koyduğu padişahın «Bostancibaşı» diye seslenmesini gülümseyen nazarlarla dinleyip seyrederken «çocuk, padişahçılık oynuyor» diye içinden geçirirken kolları­nı kavuşturmuş emri padişahiyi bekleyen bostancıbaşiya «Al kellesini» diyen ses ayaklarını suya erdirdi amma ne çare iş işten geçmiş kelle inmişti. Şeyhülislâm Esad Efendi'de fetva­yı vermişti bile.
Kemankeş Ali paşadan sonra 1. Mustafa zamanında tanı­dığımız Mere Hüseyin Paşa sadaret kaymakamlığına talib ol­muş ve «vazife istenmez, verilim düsturunu çiğnediğinden o da canından olmuştu. Yeni Sadrazam Çerkeş Mehmed Paşa aynı zamanda serdâr-ı Ekrem sıfatıylada mücehhez kılınmış Abaza isyanını tenkile gönderilmişti.

Haçlı Zihniyetinin Dış Kapıya Yüklenmesi


Sağlam bir bünyeye saldırmak hiç bir zaman akıllı bir dav­ranış olmaz. İşte bunu daha o zamandan keşfeden haçlı zih-niyyeti merkezi idareden uzak Tunus, Cezayir ve Trabiusgarb eyaletlerini hasta uzuvlar olarak seçmiş onlarla bir takım antlaşmalar ve ikili münasebetler kuruyordu. Bu devletler gerek İngiltere gerekse Fransa'dan başkası değildi. Gayet ta-biidirki bu iki devlet kaypak ve hedefü politika bakımından bu gün bile güçlü devletlerden sayılır.
İngiltere ve Fransa yukarıda verdiğimiz kıyılarda gemileri­nin soyulduğunu iddia ediyor ve Osmanlı devletine bunlar madem sana bağlılar bunları durdur, diyor sonra yine onlara kendilerini soyduruyordu. Bunun bir iki defa meydana gel­mesinden sonra oralardaki mahalli idarelerle öze! anlaşmalar yapıyordu. Bu durum o bölgelerin Osmanlı nüfuzundan çı­kıp, kendini bir şey zannetmesi ve batı emperyalizminin ye­mi olması demekti. Devleti aliyye Sultan Abdül Aziz Han za­manında ki; çöküşten bir evvelki duraklamadır, Mısır'ın Av­rupa devletleri ile flört etmesine bile müsaade etmiyordu. Sultan Murad gibi çelik iradeli, bitirici pençeli bir padişahın devrinde ise bu dış yaklaşmalar önlenemiyordu. Muktedir olan iktidar olur görüşünün çok bariz bir tezahürüdür bu va­ziyet. Bunun sebebi doğu hududlarında İran, içte ise Sultan Gen^ Osman'ın intikamını alacağım diye tutturan Abaza pa-şayisyanı idi. Abaza paşa ölçüyü o kadar kaçırmıştıki; Si­vas'ta topçu ve cebecilerin beşikteki çocuklarına varıncaya kadar kati eylemişti. Abaza paşa kuvvet toplaya toplaya İs­tanbul'a intikam almak üzere yola çıkmıştı. Sadrazam Çer­keş Mehmed paşa ise Tokat'a gelmişti.
Kayseri önlerinde iki ordu karşılaşmış, sonunda Abaza pa­şa Erzurum'a kaçmıştı. Sadrazam paşa ise yeniden Tokad'a dönmüştü. Bu arada ise büyük âlim Şeyhülislâm Esad Efen­di Hakk'a yürümüş yerine ise büyük mutasavvıf ve şâir Yah­ya Efendi yeniden Şeyhülislâm olmuştur. Bu arada Çerkeş Mehmed paşa'da tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiş mesnedi sadaret Filibeli Müezzinzade Hafız Ahmed pa-şa'ya tevdi olunmuştu.
Cennetmekân Sultan 1. Ahmed Hân'ın Edirne ormanların­da avlanması sırasında etrafındaki silahlı adamları ile kar-şısı-na çıkan Kırım Hanları varislerinden Mehmed Giray hapiste bulunduğu Yedikule zindanından meçhul bir şekilde Sultan 1. Mustafa zamanında firar etmişti. Bu firardan sonra ise siya-seten Mehmed Giray'ın Kırım Hân'liğına tayini kararlaştırıl­mıştı. Bir müddetten beri Şah Abbas nezdinde mülteci olarak bulunan Şahin Giray ise Kırım'a dönmüş ve ona'da Kaîgaylık verilmişti. Bilindiği gibi Kaîgaylık, Kırım'da Hân'ın yardımcı­lığını aksettiren bir vazifedir. Müneccimlerden biri ismi kuş isimlerinden oluşmuş birisinin dünyaya hakim olacağını ifa­de eden bir kehanet ortaya atmıştı. Şahin Giray bu kehanetin kendisini kast ettiği batıl düşüncesine kapılmış ve küfür olan bu iddiaya yapışmış olmadık zulümleri ifa etmişti. Şurada kı­sa bir istidrad ile bazı önemli hususatı belirtmeyi lüzumlu gördük. Gaibden haber vermek malumdurki, insanların harcı değildir. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı ayetlede belli olan Efendimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle bu­yurmaktadır: «Rabbim bana neyi haber verirse ben onu bil­diririm» yoksa yıldızların duruşuna, yok kuşların bacağına, efendim aynaların yüzüne bakarak geleceği söylemek kâhin­liktir. Kâhinlik ise Allah indinde tek din olan islâm dininde merduttur, yasaktır. Bu mevzuda İbni Haldun Hz. leri ünlü mukaddimesinde uzun uzun malûmatlar vermiş ne varki; o büyük âlim dahi kâhinleri peygamberlerin haberi sadık halle­ri ile mukayese etmiş, hoş hükmünü verirken bunların doğru olmadığını hatta geçim vasıtası olarak kullandıklarını ifade etmekten çekinmemiştir. Yalnız şunu ilâve etmekte mutaka isabet vardır. Oda bazı keşfü zevk erbabı evliyaullah vardırki; iki cihan serverinin manevi mirasçıları olarak Cenab-ı Hakk (C.C.) o zâtlara aklın idrak edemeyeceği bazı keşfiyyatı nasi-beder ve ifşasına müsaade buyurursa elhak haber doğrudur. Bu bile şeriat âlimleri indinde keşfiyyatı temaşa eyleyen zâtı bağlar hükmündedir.
Yukarıda verdiğimiz kısa İzahattan anlaşılacağı gibi, men edilmiş bir hale göre hareket eden feâketlere uğrayacağın­dan, Şahin Giray'ın başına gelenler, kendisini kaptırdığı bu kehanetin mahvına sebeb olduğu anlaşılmalıdır.
Şahin Giray bir ordu hazırlamış ve İstanbul üzerine yürü­mek üzere yola çıkmıştı. Miyetinde ilk durağı Edirne şehri idi. Yeni padişahı tebrik etmek üzere Rusya tarafından gönderi­len iki elçi Kırım'da Şahin Giray tarfından önce tutuklanmış bilahare öldürülmüşler ve Genç Padişaha götürmekte olduk­ları hediyeleride kendilerine mal etmişlerdi. Dîvan bu işe çok kızmış Şahin Giray ve Mehmed Giray'ı azlederek yerine Ca-nik Giray tayin olunmuştu. Kefe'ye sürgün edilen Mehmet Giray'ın mezkûr yere götürülmesine İbrahim ve Hasan paşa­lar vazifelendirilmişti. Ayrıca Donanmayı Hümayun Kapdan-ı Derya Halil paşa'nın kumandasında Kefe'ye gönderilmişti.
Mehmed Giray, isyan bulutuna kendini kaptırmış, etrafına topladığı yüzbin nogay ve sekizyüz kazak süvarisi ile kendi­sini almaya gelen Hasan ve İbrahim paşaların karşısına dikil­mişti, iki ay süren oyalayıcı ve son derece kanlı muharebe­lerden sonra Mehmed Giray ordusu galib gelmiş, devleti aliy-Ye iki güzide paşası Hasan ve İbrahim paşaları meydanı harbde kaybetmişlerdi.
Görüyoruzki, doğu sınırında İranlılar, içte Abaza ve Celâli-ler, öte yanda Kırım Hanlığı çıkardığı gailelerle, üstüne üst­lük, hristiyan dünyasının yahudi ile olan ittifakı; islâmın ta­rihler içinde en büyük temsilcisi olan Osmanlı devletini ne zorluklara sokuyordu. Bu kadar düşman karşısında ayakta kalmak ne kadar zordur, bunu bir düşünsek, ecdadımızın bü­yüklüğünü bir kere daha anlamış oluruz.
Mehmed Giray'ın bu galibiyeti bin kişi kadar Osmanlı as­kerinin esir olması, onyedi kıta topun Kırımlıların eline geç­mesi, devleti mecburen yeni bir düşünce tarzına itti. İstan­bul'dan gönderilen bir memur, Mehmed Giray'i yeniden Han­lığa, Şahin Giray'i ise kalgaylığa oturttu. Yapılan müzakereler neticesinde esirler ve toplar geriye alındı, orduyu hümayun İstanbul'a, Mehmed Giray ise payitahtına döndü. Ne varki kâhinin söylediklerini bir türlü kafasından atamayan Şahin Giray, yeniden Tuna kıyısındaki Osmanlı himayesindeki ka­sabaları talan etmeye başladı. Plânlarını çok önemli ve stra­tejik bir yer olan Baba Dağı'nı ele geçirmek için hazırladıysa da Silistre Beylerbeyi Kantemir paşa, otuz bin süvari ile yıldı­rım gibi yetişip, bütün askerî deha ve cesaretini ortaya koya­rak Şahin Giray kuvvetlerini perişan etti. Şahin Giray son an­da bir sal'a atlıyarak karşı sahile geçti ve canını kurtarabildi.
Bosna üzerinden yola çıkan yüzelli kıt'alık silahlı kazak as­keri ta boğaziçine dalış yapıp bu günkü Büyükdere, Yeniköy, İstinye civarına kadar geldiler. Her tarafı yakıp yıktılar, bunla­rın üzerine devlet 500 kayık içinde denizden birlikler, kara-danda onbin asker göndererek Kazakları ancak ricata mec­bur edebildi. Rivayet olunurki, bu olaydan sonra Bizans'ın Sultan Fatih donanmasına karşı gerdiği zincir, Karadeniz bo­ğazında bu Kazak belasından korunmak için gerdirilmiştir.
İran hududunda ise Bağdad için yapılan mücadelenin finiş hali gelişmekte idi. Hafız Ahmed paşa ve Çerkeş Hasan paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Kerkük'ü alırken, onbin neferden kurulu bir İran kuvvetine galebe çalmıştı. İran ordu­larının baş komutanı olan Karcığla Han, Gürcüler aleyhinde bir fırıldak çevirince Gürcülerin bunu sezmeleri neticesinde onları da karşısına almış oldu. Bir boğazda otuzbin kişilik or­dusunu yakalayıp bastıran Gürcüler, Beyleri Mağrav Han ko­mutasında kesin bir imha savaşına başladılar. Neticede Kar­cığla Han, şimdi İstanbul'da boğazın incisi ve çayı ile meşhur Emirgân semtine adı veren «Emirgüneoğlunun» babası «Emirgün» ve diğer ileri gelen komutanlar yirmibin askeri ile perişan oldular. Diğer yandan onbin İran askeri tabanları yağlayarak hayatlarını kutarabildiler. Gürcüler yedibin İran askerinin kellesini mızraklarına takarak Osmanlı devletine bağlılıklarını ispat için Sadrazam Hafız paşanın ayakları dibi­ne döküverdi.
Tarihler Hicri 1035, Milâdi 1626'yı gösterirken Kaptan-] Deryalık makamına getirilmiş olan Topal Recep Paşa Do­nanmayı Hümayunu Karadeniz'e çıkarmış, yukarılarda ver­diğimiz boğaziçi baskınını irtikap eden Kazakları tedip etmek ve dünyaya Karadeniz'in hâla bir Türk Gölü olduğunu ispat için koca deryayı damla damla tarayarak Kazakların kayıka-nnı buldu. Bunların yetmiş kıta kayığını Karadeniz'in dibine gönderdi. Yüzyetmişiki kıta küçük gemisini zapt edip, sekiz-yüz tane esir alıp İstanbul'a gönderen Recep paşa büyük bir gurur ve kibir ayrıca yukarı mevkilere tırmanma hırsı ile döndü. Bütün ahali yaşasın paşamız diye sevinç gösterileri­nde bulunuyordu. İşte Recep Paşa'ya bir mim koyun sevgili okuyucular.
Biz yine İran ile mücadeleye dönelim: İranlı askerlerin bü­yük bir bölümünün Hz. Ali (K.V.) Efendimiz kabrini ziyaret etmek için ordudan ayrıldıklarını haber alan Sadrazam Hafız paşa, Bağdad'ı muhasara edip almayı plânladı. Ne varki, ordudaki top sayısı çok azdı. İstanbui ve Basra'dan top getir­mek faaliyete geçti. Askeri ise Bağdad kalesinin dibinde lâ­ğım açmakla vazifelendirdi. İki ay içinde asker elli iki lağım açıyor. Sevgili kuyucu bu lağımlar daha evvel Bekir Subaşı-nin açtırıp İranlılar tarafından kapatılan lağımlar olduğu bir çok tarihlerde yazılıdır.
Bu sebebden biz bu lağım açma işini eski lağımları temiz­leme çalışması olarak isimlendiriyoruz. Bilindiği gibi lağım açma tabiri surların altından düşmana görünmeden hatta se­sini dahi duyurmadan yumuşak toprak bulup orayı kazmak ve kazılan yeri patlayıcı maddelerle doldurup ateşleyip pat­latmak ve oralarda yıkıntı veya gedikler açıp fetihi gerçek­leştirmek için yapılır. Bazen kale müdafileri bu lağım açma işine vakıf olurlar, o lağımı onlar patlatır ve bir çok kişinin te­lef olmasına yol açar, dünyanın üç kıtasında Resûlullâh'in sancağını şan ve şerefle gezdirmiş Osmanlı Devletinin nice güzide evlatları bu lağımlarda düşmanın taarruzlarına uğra­yıp şehadet şerbeti içerek cenneti âlâya uçurmuşlardır.
Lağımlar bir yandan temizlenirken diğer yandan eldeki toplar güllelerini Bağdad kalesine havale ediyor. Bir gedik açılmaya muvaffak olunuyorsada yapılan hücum neticeyi getirmiyor.
Tam bu sırada bir istihbarat alan sadrazam, ordunun ileri gelen komutan ve güngörmüş ihtiyar dilaverlerini topluyor ve onlara Şah Abbas'ın büyük bir ordu ile gelmekte olduğu­nu söyleyip meşveret eyliyor. Müzakere iki ana esas üzerinde cereyan ediyor. Ya muhsaraya devam yahut da muhasarayı kaldırıp dönmek. Meşveretin neticesi dönme şeklinde netice veriyor.
Gel de Anlat:
Yukarı koyduğumuz başlık; başın başa, başında padişaha bağlı olduğu zamanda kullanılmayan buna mukabil her baş-dan bir ses çıktığı zaman çaresizliği belirten bir deyim olarak ortaya çıktığı bu vakadan da pek iyi anlaşılır. Yeniçeriler meşveretten çıkan kararı, çok çileler ve meşakkatlere kat­landıklarını bu sebebden Bağdad'ı almadan bir yere gitme­yeceklerini haykıran Yeniçeri baştan gelen sesi değilde, so­rumsuz kafalardan çıkan kararı tatbik edeceklerini söylediler. Bu suretle meşveretin neticesi alınmış olan muhasarayı kal­dırma kararı iptal edilip, muhasaraya devam olundu.

Oyalama


Muhasaraya yeniçerinin direnmesi üzerine yeniden baş­lanması esnasında Şah Abbas ordusuyla yakınlara kadar gelmiş bulunuyordu. Sadrazam Hafız paşa, Şah'in ordusunun uzak yoldan geldiğini, yorgun olduğunu istihbar ettiğinden dolayı vakit geçirmeden, en ufak bir nefeslenme imkânı ver­meden üzerlerine yürümeyi uygun gördü. Derhal saldın plâ­nını yapıp harekâta geçti. Öncü birlikler birbirleri ile karşılaş-tıkan yerlerde mübarezeye başladılar; artık savaş hafiften hafiften başlamışken Sadrazamın otağı önünde Şah'in elçileri gÖrülüverdi. Şah'ın gönderdiği elçinin getirdiği nâme son de­rece gülünç ve hakikaten zaman kazanma ve oyalamaya nfratuftu.
pzetle şöyle yazıyordu: «Biz, Bağdad'ı zorla alma emelin-deı değiliz. Oğlumuza hediye etmek için Padişah Hazretleri­nden istiyoruz...» Bakın sayın okuyucular bu elçi ve hamili olduğu nâme bir sulh teklifi olarak düşünülebilirimi? Tarih bo­yunca dünyanın neresinde görülmüştürki, böyle bir teklifle şehirler alınsın... Hem de tarih boyunca birbirine karşı savaş­mış iki devlet arasında... Tabiiki hafız Paşa bu teklifi münka-şa etmeye dahi lâyık görmedi. Çünkü istihbarat teşkilâtı ay­rıca çalışıyor, Şah ordusunun yorgunluğunun had safhada ol­duğunu, merkezi yerlerden gelecek kuvvetlerin yanına ulaş­ması için Şah'ın gözlerini dört açmış, yardım beklediğini, da­ha Önemlisi Osmanlı askeri içine bakın Şah sulh ister, sizin Sadrazam harb ister. Şüphesizki yorgun olan asker, yalnız Şah'ın askeri değil Osmanlı askeriydi de bu yorgunlar sulh teklifine neden olumlu davranılmaz diye mesele çıkarabilir­lerdi. Bunlar Hafız paşaya tek tek ulaşıyordu. Hafız paşa en­camımız hayrola diyerek müzakereye bile girişmedi. Böylece Şah oyalama taktiğinden netice alamamış oluyordu, aca­ba...!

İki Ateş Arasında


Şimdi durum çok tuhaf, tuhaf olduğu kadar da vahim bir durum arzediyordu. Şöyleki; Bir takım İranlı kuvvetler elinde Bağdad kalesi, kaleyi muhasara eden Osmanlı ordusu, bu orduya yavaş yavaş muhasaraya almaya hazırlanan Şahın komutanlığındaki ordusu. Sadrazamın işi epeyi zor bir vazi­yetti. Ayrıca lojistik durumda endişe verici idi. Altıncı ayını bulmuş olan muhasara Basra ve İstanbul'dan gelen toplar ve cephane vasıtası ile kuvvet bakımından güçlenmeyi temin etmişse de yiyecek olarak dururjı hiç de iyi değildi. Orduda yiyecek bir şey kalmamış, hurma ağaçlarında hurmalar tü­kenmiş, sıra dallarını, otlarını yemeğe gelmişti. Tam bu sıra­da Şah, binbeşyüz kişilik bir kizılbaş gurubunu adeta ipnotize etmiş, çok şiddetli bir hücum sürüsü halinde orduyu hüma­yuna dalkılıç saldırtmıştı. Elhak kabulü gerekirki bu az fakat dünya ile yaşama bağlantısını koparmış olan kuvvet kendisi­nin canlarını Osmanlı askerine pek pahalıya mal etti. Azdan az, çoktan çok gider misali bu huruçta kendini bir daha gös­terdi. Tükendikleri zaman Osmanlı askerinin verdiği şehid sayısı onların çok çok üzerinde idi. Fakat bu küçük fakat kanlı savaşta mağlup olmuş sayılırdı. Şah Abbas yeniden bir sulh temini için elçi gönderdi. Sadrazam müsait karşıladı ve otağında müzakerelerin yapılmasına müsaade etti. Yapılan müzakereler kati netice vermediyse de bir takım ana mese­lelerde yakınlık sağlandı. Hatta, Şah Bağdad'ı Osmanlı ordu­suna verecek, buna mukabil Hz. Ali (K.V.) kabrinden hudut olmak üzere nehrin sol yakasının İranlı'lara terki gibi bir du­rum ortaya çıkmıştı. Son söz Sadrazama kalınca o yalnız Bağdad'ın kendisine teslimini bundan başka şart konuşma­yacağını bildirdi ve elçisini Şah'ın yanına cevabı öğrenmek üzere gönderdi.
Bilinmeyen bir güç işe koyulmuş sabah olmuş askere yi­yecek ve cephane verilmemişti. Asker derhal isyana kalktı, Sadrazamın çadırının iplerini kestiler çadırını başına yıktılar ve kendisini bağlayarak hapsedip geri dönmeye icbar etmiş-ierdi. Bütün tarihlerde bunu yapanlar yeniçerilerdir diye anla­tılır ise de mücerret bir iddiadan öteye geçmez, ama ne ya­palım ki mesuliyeti böyle dağıttınmı ortada mesul kalmaz ve böylece vur abalıya gitsin olur. Neyse biz Sadrazamın fer-yadlarına dönelim: yapmayın, etmeyin bre evlatlar, bir kaç gün daha sabredin Acem şahı sıkıştı, dediğimizi bu sefer ya­pacak çaresi yok, diyorsa da kime anlatacaktı. Halbuki Şah, elçiye Bağdad'ı Hafız paşaya verdiğini belgeleyen fermanı imzalamış ve elçinin eline tutuşturmuştu. Atına binen elçi or-du/ğâhdan ayrılmıştıki, yıldırım gibi gelen bir haberci, Os­manlı otağında meydana gelenleri bir çırpıda anlatmış ve Şahın elçiyi yakalayın buyruğunu temin eylemişti.
Elçi sevinçle giderken yetişen atlılar tarafından çevrildi ve yeniden Şah'ın huzuruna getirildi. Şah şu güzel sözle biraz evvel verdiği fermanı elçiden aldı ve tarihe bir vesika olarak kalmasını önlemek için parçaladı sözleri ise şuydu: «Ricat kararı vermiş ve bu kararı komuta ve otorite makamında olana rağmen verilmiş bir kararsa, böyle nizam ve intizam­dan yoksun bir orduya dünyaya değer bir Bağdad'ı vermek nerede görülmüştür» demiştir. Elhak da doğrusu budur. Böy­le bir ordu hangi zaferi kazanmaya layık olabilir. Muktedir ol­mayan iktidar da olamaz. Sadrazamın çadırını başına yıkan, onu mücrim gibi bağlayıp tecrit eden meçhul kuvvet, bekle­yiniz size dersinizi verecek olan, sizi mum gibi yumuşatıp) ni­zamı âlemi yeniden ihya edecek çelik pençeli Murad tahtın­da olgunlaşsındı.
Başsız Osmanlı ordusu binbir zahmetle ve paraya mal ol­muş toplan ceset gömer gibi kuma gömmeyle meşgul olu­yordu. Osmanlı ordusu Bağdad önünden çekîlmiştiki Şah Bağdad önüne gelerek gömülen toplan çıkarttırıp İsfahan'a zafer hatırası olarak göndermişti. Bir kaç birliği de, çekil­mekte olan Osmanlı kuvvetlerinin takibine göndermişse de Osmanlılar bu kuvvetleri mağlub etmişlerdir. Yine hâlâ ka­ranlıklarda kalan bir halle bağlanmış ve hapsedilmiş Hafız paşa serbest bırakılır ve yine sadrazamdır, yine serdardır. He­mencecik bir tahkikat yapar ve neticede bu bozgun ve rica­tın tahrikçisi olraka Diyarbakır Beylerbeyi Murad paşa oldu­ğunu tesbit ettiğinde bu dünyadaki cezasını boğdurarak verir. Hafız paşa yanındaki askerin büyük bir bölümüne izin ve­rerek yükü hafifletmiş olarak Diyarbakır'a vardı. Kösem Val-de Sutan ise Hazreti padişaha eniştesi olan Hafız Paşa'ya bir hilat ve tebrik göndermesini söylediğinde padişah bunu iste­meyerek kabul etti. Çünkü ondan sadrazamlık mührünü al­mayı kararlaştırmış ve zarif, zarif olduğu kadar da azli ifade eden cümleyi kafasında kurmuş idi. O cümle «Ne içün Şah mat edilmedi? At sürecek meydanmı yok idi?» şeklindeydi.
Hafız paşa bu nâme ile mührün istendiğine agâh oldu ve ica­bını yerine getirdi. Tarihler bu sırada Hicri 1036, Miladî 1626 yılını gösteriyordu. Sadarete Halil paşa ikinci defa geliyor ve Hafız paşa ise İstanbul'a dönüyor, 1. Ahmed'in kızı Ayşe Sul­tanla evlenerek damad Hafız Ahmed Paşa oluyordu. Aynı za­manda Kubbealtı denen vezirlerin toplantı yerinde ikinci ve­zirlik makamını ihraz etmiş oluyordu.
Tam bu sıralarda Bağdad önlerinde sadrazamın otağını yı­kan, kendisini esir edip, verilmiş Bağdad'ı almadan dönen, ordunun toplarını kullanmadan kumlara gömerek düşmanın bilahare eline geçmesine sebeb olan asker, Sadaret Kayma­kamı Gürcü Mehmed Paşa'nın kellesini yok akçe ayarını bozmuş yok efendim kendileri Bağdad önlerindeyken layiki veçhile yardım alamadıklarından bahisle ömrünü bu devlete adamış şanlı ihtiyarı doksan yaşında ak sakalını kana boya­mışlardı. Bütün tarihler müttefiktirlerki bu değerli zat Sultan Osman katillerini 1. Mustafa'nın ikinci saltanatında tepele-miştir. Esas sebeb bu olsa gerekir.
4. Murad, paşanın katline bir türlü razı olmamışsa da ikti­dar hakiki manasıyla elinde olmadığından dolayı mâni ola­mamıştır. Bu haksızlığı haykırmaktan çekinmeyen bir yeni­çeri ortaya çıkmış bu işe sebeb olanın seksenbaşı San Meh­med Ağa ve arkadaşlarının olduğunu ileri sürmüş ve netice­de Sarı Mehmed Ağa ile onaltı arkadaşı ölümün soğuk nefe­sini önce enselerinde duymuşlar ve sonda da Öldürülmüşler­dir.
Bu İhtilallerin haberi sayılan olaylar sayısı çoğaldıkça tah­tından ümitsizliğe düşen 4. Murad; amcası Sultan Musta­fa'nın katline fetva istedi. Ne varki, şeyhülislâm Yahya Efendi «şuuru muhtel olanın katli caiz değildir» hükmüne havi bir fetva vererek padişahın sakim isteğine sed çekme cesaret ve faziletini göstererek ilmi ile âmil alîm'in nasıl davranması icab ettiğine nefis bir örnek göstermiştir.
Şeyhülislâm'dan alamadığı fetva sultan 4. Murad'ı yepyeni bir çalışmaya bir taktiğe sevk etti. İlk önce zamana ihtiyacı olduğunu düşündü, yapacaklarını anlayacak kadronun ku­rulması bu zamanın içinde olacaktı. Şair Nefî bu kadronun ilk elemanı idi. Nefî ile konuşmalarını sarayın bahçesinde ba-zende odalarında şırıl şırıl musluklar akan saray odalarında yapıyordu. Sular akan odaların tercih edilmesi konuşmayan duvarların sağır olmadıklarını bilmelerindendi. Çünkü su sesi konuşmaların tam manası ile başkası tarafından duyulması­na mâni teşkil eder.

Damad Halil Paşa'nın İkinci Sadareti


Hafız Paşa'nın sadaretten azli ve onun yerine Halil Pa-şa'nın mezkûr göreve, Çavuşbaşı Ali Ağa ise Yeniçeri Ağalı­ğına tayin olunduğunda tarihler Hicri 1036, Miladî 1627 yılını gösteriyordu.
Halil paşa sadrazamlığı omuzlarına aldığında seyri sulukta Efendisi olan Aziz Mahmud Hüdai (K.S.)'ün Üsküdar'daki dergâhına gidip hayır duasını istirhama gitti. Şeyh Efendi gö­revin hayırlı olsun fakat uzun sürmeyecek diye kendisini ikaz etti. Efendisinin ikazını daima kulağında küpe yaparak 14 günde Haleb'e vardı. Orada üç ay süren bir hazırlık yaptı. Bu hazırlıkları tamamlamışken İran'ın Ahıska'yı tehdid ettiği ha­berini aldı. Hemen ilk tedbir olarak Dişlenk Hasan paşa'yı beşbin kişilik kuvvetle o tarafa gönderdi. Bu arada Abaza Paşa'ya da bir mektup gönderen sadrazam, Dişlenk Hasan paşa'ya yarımci ol ve böylece senin hakkında belirmeye başlayan hatta son noktasına gelmiş olan asi unvanı bu yar­dımınla belki kökleşmeden zail olur mealinde tavsiye etti.
Çünkü Abaza Paşa'yı Kuyucu Murad paşa'nın celâlî tenkili sırasında elinden alarak ölmesine mani olan Halil paşa onu daima himayesinde tutmuş hatta Abaza paşa'nın son davra­nışları Halil paşanın kendisine dahi dil uzatılmasına sebeb oluyordu.
Ne varki Abaza paşa bu mektubu almasına rağmen inan­mamış kendisine hile yapılıyor, Dişlenk Hasan paşa'nın sefe­rinin kendi üzerine olduğunu sandı. Hasan paşanın üzerine yürüyerek onunla savaşmayı hedefledi. Hasan paşa ile karşı­laşana kadar nerede bir yeniçeri askeri bulursa öldürdü. Ha­san paşa İle Erzurum ile Ilıca arasındaki ova'da karşı karşıya geldiğinde kısa bir savaştan sonra orduyu kamilen kati etti ve alelacele Erzurum'a dönüp ordaki yeniçerileri de öldürttü.
Halil paşa bu haberi aldığında son derece üzüldü. Bu işe artık ihanet gözüyle bakılabilirdi. Derhal Erzurum üzerine yü­rüyen Halil paşa yetmiş gün süren bir muhasaraya rağmen kışın çabuk ve şiddetle bastırması Erzurum'a girilmeyi müm kinsiz bir hale getirdi. Muhasaraya son verdi ve Tokat'a bü­yük zorluklar İçinde çekilebildi ve orada gösterilenin muvaf­fakiyet olmadığına göre azli beklemeğe başladı çok geçme­den azl haberi geldi. Vezareti üzma makamı Yeniçeri eski Ağalarından Hüsrev Paşa'ya tevcih olundu.

Hüsrev Paşa'nın Sadareti


iyi bir asker olan Hüsrev paşa sert mizaç hatta birazda kan dökücü olduğundan, asker icraatını korkuyla beklemeğe başladı. Hakikaten de Hüsrev paşa icraata başlayınca bütün faz)a kelleler omuzlardan düşmeğe başladı. Bu hal derhal bir intizama sebeb oldu. Bu sırada İran Şahı bir elçi göndermiş Bağdad şehri kendi oğluna verildiği takdirde Kaanunî Sultan Süleyman devrindeki hududlar esas olmak üzere çekilmeyi kabul ettiğin bildirdi.
Hüsrev paşa bir çok tedbir aldıktan sonra nihayet Tokat'a hareket etti. Oradan da Erzurum'a geçti. İstanbul'dan yüklet­tiği topları Samsun limanı vasıtasıyla Erzurum önlerine getir­tip, şehrin muhasarasına başladı. Muhasara bütün şiddetiyle ûndört gün sürdü. Haîil paşa'nin yetmiş günde düşüremediği Erzurum disiplinli ve sert bir kumandanın idaresinde derhal teslime karar kıldı. Abaza Paşa, Hüsrev paşa'nın dehaletine sığındı.
Sevgili okuyucular görüyoruzki binlerce yeniçeri askerini öldüren, kendisine İran ordusuyla savaşmağa giden bir-birli­ğe yardım et diye haber gönderildiğinde o habere uyacağına mezkûr birliğe hücum etmeği tercih eden ve o birliği komu­tanları ile birlikte yok eden Abaza paşa'nın dehaletini kabul eden Sadrazam'da eski bir yeniçeri hatta o kuvvetin ağalığı­na kadar yükselmiş biri idi. İşte Erzurum'da meydana gelen muhasaranın devamı her iki taraftan ölen ve yaralanan kısa­cası akacak kanın önlenmesine müslüman kanının akması­na mani olmak için kabul edilmiştir. Tabii teslim olmayı teklif eden Abaza paşa bir takım garantiler istemiş ve Sadrazam da yukarıda saydığımız sebeblerle söz vermiş oluyordu. Şim­di denebilirki, bu kadar melanetler işlemiş bir adama verilen teminatın ne. önemi varki, işte devlet-i aliyye böyle döneklik­lerden uzak bir devlettir. Padişahdan sonra devletin en sela-hiyetli makamı verdiği sözden dönerse o devlete ne devlet denir nede güven kalır. Abaza Paşa'ya kellesi iade olunduk­tan sonra bir de Bosna Beylerbeyliği verilmiş olması o sırada orduya yardımcı kuvvet olarak iştirak etmiş olan'Mağrav Han bu söze bağlılık ve mükâfatı görünce derhal islâmla şe­reflenmiş ve Mehmed Bey adını almış bu ihtidayı müteakip Gürcüler kitle halinde müslüman olmağa başlamışlardır.
İran Şahı, Erzurum'daki son gelişmelerden habersiz oldu­ğundan Şemsi Han ismindeki bir komutanın emrine bir miktar asker vermiş Abaza Paşa'ya yardıma göndermişti. Kars Beylerbeyi bu kuvvete karşı çıkıp küçük bir savaş neticesin­de esir aldığı Şemsi hanı, sadrazam Hüsrev Paşa'ya gönder­mişti. Hüsrev paşa muzaffer olarak İstanbul'a döndü.

Yemen Meselesi


Abaza paşa'nın meydana getirdiği gaile sona erince Os­manlı topraklarına huzur ve rahat gözle görülür bir hale ge]-diysede Yemen'de Zeydi'lerin İmamı kendisine «Emir ül Mü'min» unvanı ile para bastırmış, Beylerbeyi Haydar paşayı Sâna şehrinde muhasaraya almıştı. Haydar paşa bu içinde bulunduğu durumu bir haberci ile bilmiş, Mısırlı Komutanla­rdan Kapsu Bey İstanbul'dan gönderilen onbin askerle Ye-men'e gitmiş ve Yemen Beylerbeyi Aydınlı paşayı Haydar Paşaya yardım etmemekte suçlu görmüş paşayı idam ettir­miş, üç ay kadar Yemen'de oturduktan sonra Sânâ'yı yine Zeydîlerin imamına terk edip Mısır'a dönmüştür.

Kırım Gailesi


Daha yukarılarda gördüğümüz gibi Canik Giray Kırım'ı idare ediyordu. Kazaklara iltica eden Mehmed Giray ile Şa­hin Giray yirmibin mevcudlu bir birlik ile gelip Kırım'da ikti­dar talebinde bulundular. Canik Giray'ın bağlıları ile iktidara talip olanların arasında şiddetli bir muharebe vukubuldu. Mehmed Giray başına isabet eden bir mermi ile can verdi. Şahin Giray yenileceğini anlayınca Lehistan'a sığındı.
Avusturya ile yapılmış Zitvatorok antlaşması yine uzatılıp mUtad karşılıklı hediyeler teati olundu.

Aziz Mahmüd Hüdaı Hz.Lerinin Vefatı


Sultan 1. Ahmed'in de Şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdaî Hz.leri aslen Kadı (Hakim) ve medrese müderrislik yaparken bir gün âlemi mânada meslekdaşlannin büyük bir bölümünü cehennem ateşinde gördüğünden mensub olduğu mesleği bırakıp Şeyh üftade Hz.lerine intisab edip orda pişmiş ve ta­savvuf makamlarında süratle mesafe kat ederek zamanın kutbu olmuştu. Bursa'dan kalkıp İstanbul'a gelmiş ve Üskü­dar sırtlarında yaptırdığı tekkede kendisine mesele soranlara rehber olmuş ve devleti aliyyenin tabii bir danışmanı haline gelmiştir. İhtilal zamanlarında tekkesi felâkete duçar olan şa­hıslara bilhassa devlet adamlarına bir sığınak yeri olmuştur. Sadrazam Kâmil Paşa «Tarihi siyasiyye» adlı eserinde «elan benim ziyaret etmeği vazife bildiğim tekkedir» diye yazmıştı. Şeyh Hz.lerinin manevi havasında hâlâ istifade edildiği sırrı­na işaret eder. İşte Şeyh Efendi Hz.leri vefat ettiğinde Hazreti padişah çok üzülmüş ağladığı çok sağlam zatlar tarafından rivayet edilmiştir. Bu elim kayıp vuku bulduğunda tarihler Hicri 1038, Miladî 1629 yılını gösteriyordu.

Hüsrev Paşanın İran Üzerine Seferi


Sadrazam Hüsrev paşa İran'a yapılacak bir sefer hazırlığı­na başlamışken bir isyan hareketi zuhura gelmişti. Bunun se­bebi akça yerine kuruş talebinde bulunmaları idi. Hüsrev pa­şa enerjik davranmış ve bu işin liderliğini yapan Dağlardelisi Mehmed Ağa ile Müteselim Mehmed Ağanın kellelerini omuzlarından düşürtüvermişti. Hüsrev paşa sert tedbirlerle herkesi sindirmişti ama halkta bu sertlikten şikâyetçi idi.
Bu sırada ise İran'da kırk yıl Şahlık yapan Şah Abbas öl­müş yerine Şah Safî 2. Abbas unvanıyla İran tahtına otur-muştu. Yeni İran Şahı son derece kan dökücü bir adamdı.
Hüsrev paşa Üsküdar'dan hareket etmiş, yolda halkı ezen vazifesinde başarısızlık veya suiniyet gösterenleri en sert şe­kilde cezalandırarak Diyarbakır'a geldi. Burada bir harp di­vanı toplayan sadrazam, hedefin Bağdad olduğunu ancak nehrin durumunun geçişe müsait olmadığını, bu sebeble Bağdad'ın muhasara edilemiyeceğini İstanbul'a bildirdiler.
İstanbul'dan gelen cevap ise Şehrizor'da bir müddet ika­met edilerek bütün hazırlıkların elden geçirilmesi sonra da Mihriban karasının fethinin yapılması oldu. Onbin asker Mih-riban kal'asına sevk olundu ve mezkûr kale feth olundu. Ka­leyi feth eden mücahidler yüryüşlerine devam ederek ilerler­ken karşılarına Zeynel Han komutasında kırkbin kişilik bir İran ordusu çıktı.
Meydana gelen savaş nihayet bulduğunda meydan-ı harb-de üçbin İranlı cansız olarak kaldı. İkibin İran askeri ise Os­manlıya esir oldu. Geri kalan otuzbeşbin kişi ise kaçmayı tercih ettiler. Zeynel Han, yeni İran Şahının yanına vardığında ölümü kucaklamış oldu. Şah Safî; bu kadar büyük bir kuv­vetle küçük bir orduya yenilen kumandanı öldürmesinde ne yapsındı? Şah Safî, kendi hesabı içinde haksız da değildi.
Hakikaten bu işler böyledir sevgili okuyucular, kumandan ister verirsin, amma ne kadar isterse verirsin. Mükâfatıda, mücazatıda söylersin kabul eder savaşa gider, artık «ya kuz­gun leşe ya devlet başadır» galip gelirse alırda alır, mağlup olursa kelle gider. Bu ancak böyle olur başka türlü olmaz.
Hüsrev paşa tekrar Diyarbekir'e geçti ve orada epeyidir devam eden Diyarbekir Beylerbeyi ile Kürt beylerinden Meh­med Bey'in birbirleri ile dalaşmalarını her ikisini de idam ederek sona erdirdi. Bu işi bitiren sadrazam artık Bağdadi kurtarmak üzere yola koyuldu. Bu arada Luristan Han'ın se-kizbin süvari ve dörtbin piyade ile Osmanlı ordusunun yolu­nu beklediğini haber alan Hüsrev paşa üzerlerine bir miktar kuvvet göndererek gerek Dertnik, gerekse Şimahi sahrala­rında onlan kesin bir mağlubiyete uğrattı. İranlılar bir daha yenilmiş, Osmanlı ise bir defa daha zafer almıştı.
Bağdad önüne gelinmiş, muhasara altına alınması başla­mıştı. Ne varki Bağdad'ı İranlılar çok güzel bir şekilde savu­nuyorlardı. Sadrazam naili emel olamadı. Bir harp meclisi toplayıp uzun müzakerelerden sonra geri çekilme kararı alın­dı. Bu Bağdad şehri sadrazam yeme makinesi haline gelmiş­ti. Adeta bir mihenk taşı olmuştu. Buranın alınması demekki bir padişahın kumandasına bağlıydı. Ama o da olacaktı çün­kü taht'taki çelik pençeli kahraman yürekli aslan büyüyordu. Hüsrev paşa kışlamak üzere Mardin'e çekildiğinde tarihler 1040 Hicri, 1631 Miladî yılını gösteriyordu.
Mardin'de kış geçirilmişti ki, yeniden Bağdad üstüne git­meye hazırlanan Hüsrev paşa İstanbul'dan gelen iradei se-niyye ile Kırım Han'ının kuvvetleri ile gelip kendisine katıl­masını beklemesine amirdi. Bu kuvvetleri beklerken yine mevsim geçirilmiş Sadrazam Haleb'e, Kırım Han'ı Erzurum Hasan Kale'ye kışlamaya çekildi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı