13 Haziran 2011 Pazartesi

SULTAN ABDÜLAZÎZ-3-

Otluk Köyü Vakası


Kırım savaşında Rusya casusluğuyla itham olunduğundan kaçma yolunu seçen Taydın Kerof isimli bir Bulgar bu sırada Rusların Filibe konsolosluğunda bulunmaktaydı. Bu adam, yerli ahaliden konsolos tayini caiz olmaz kaydının aksine olarak tayin edilmiş ve eline bir de ferman verilmişti. Filibe-de geceli gündüzlü çalışarak Sırbistan ve Viyanadan gelen mektep hocaları, metropolit Panartosun kardeşi Asmas ile birlikte ihtilal hazırlıklarına girişmişti. Böyle bir durumdak; Balkanların eteğinde bulunan Otluk köyü ile Avraialar mevkileri civarı kuvvetli istihkamlarla asker ve cephane ba­kımın dan kuvvetlendirilmişti. İstihkamlara demir çemberler ve katranlı iplerle sarılı ağaç toplar, kadınlar için süngülü so­palar koymak gibi cesaretler gösterilmişti. Resmi şahitlere göre: Derbent ve boğazlar civarında bulunması zararlı olan Bulgar köylerinin kendileri tarafından yakılması, kadınlarla çoluk çocuk ve yaşlı insanların bu köye nakli, eli silah tutan­ların Balkan geçitlerine sevk edilmesi bundan başka Filibeye 16 ve Pazarcık'a 12 yerden ateş verilmesi, bura ahalisi yan­gınlarla meşgulken köylerden hücum edilerek müslümanff-rırı öldürülüp ve mallarının yağma edilmesi, Edirne ile Sof­ya'ya dahi köyler-den adam gönderilerek yakılması komite tarafından kararlaştırılıp 20 Nisan 1876'da işe başlanmıştır.
Hakikaten Bulgarlar; Otluk köyü ve Pazarcıkta en alçakça cinayetleri işlediler. Filibe mutasarrıfı Aziz Paşa önceden ihti­lal hareketlerini haber alıp lazım yerlere bildirmişken maale­sef kaale alınmamıştı. Bu vaka üzerine lazım gelen tedbirlere başvurulduysa da Bulgarlar Pazarcık ve Filibe kazalarına bağlı köyleri dahi yakıp rastgeldikleri erkek olsun kadın ol­sun yeter ki müslüman olsun dediklerini öldürüp, telgraf hat­larıyla köprüleri tahrip edip Balkan geçitlerindeki kaleleri ku­şatma altına aldıkları gibi Beleveh tren İstasyonunu içinde buldukları insanlarla beraber Avratalan nahiyesi müdürüyle onun eş ve çocuklarını, başkatip ve onun zaptiyelerini tama­men idam ettiler. Hatta müdürün kızını katlettikten sonra av­ret yerini keserek bilezik şeklinde teşhir eylediler. Ötede beri­de İslam çocuklarını katranlara bulayıp yaktılar. Mirat-ı Haki­kat sahibi Mahmud Celaleddin Paşa diyor ki: "Sonunda Ot­luk köyünde haydutluk ateşi alev aldı. Aziz Paşa bir tabur ol­sun asker gönderilmesini büyük bir ehemmiyet içinde Bâba-aliye yazmış olmasına rağmen buna Rusya sefaretiyle arizai mahalliye şekli verilerek büyütülmemesi yolunda söyledikleri ihtarıki hasbel memuriye yani memuriyet icabı isyancılarma-lum olmuştur. Ona binaen asker şevkinden birkaç gün kaçı­nılıp isyancıların durdurulması için Edirneye sadece emirler verilmiş olması ihtilal çemberinin genişlemmesiyle Fiiibe ve Pazarcık kazalarında hemen 25 İslam ve hristiyan köylerinin yakılmasını ve bunca canın yok olmasına sebep teşkil etti." Bu sırada Edirne valisi Akif Paşa dikkatli ve harekata hazır davranarak demiryolu köprü ve hatlarını korumak ve redi-faskerinin toplanmasına emirler verdi. İstanbul'dan da beş altı tabur asker ve bir batarya top sevk olundu. Serasker Derviş Pa şa 15. günde azledilip, boşalan mevkiine bahriye nazın Abdi Paşa tayin olundu. Filibe havalisi kumandanı Ha­fız Paşa Otluk Köyü ve Avrat alan köylerinin zapt ve tanzimi­ne vazifelendirilerek 29 Nisanda diğer livanın kumandanı Se-lami Paşa ile ya pılan askeri harekat, altı saat kadar devam etti. Bulgarlar savunmalarında devam edip, ağaçtan yapılma toplarıyla atışlar yaptılar. Otluk Köyü ikîbin hanesi olan bir yerdi. Sağlam olduğu gibi tahkimatla bu sağlamlığı artırılan evlerini bir istihkam gibi kullandılar. Neticede mukavemetleri kırıldı. Bir kısmı aman diliyerek teslim olurken, büyük bir kısmı da balkanlara doğru kaçtılar. Bereket versin, hüküme­tin buraya vaktiyle asker göndermediğini gören müslüman ahali, boş durmamış, Bulgarlardan gelecek bir tehlikeye kar­şı, silahlanma tedbirine başvurmuştu. Bu silahlanma, Bulgar taarruzu karşısında karşılıklı kavga demek olan bir mukate-leye dönüşmüştü. Olay sadece Otluk köyünde değil Yatak köyünde de feci boyutlara varan çatışmalar meydana geldi. Ne çareki avrupaya akseden feryad: "Türkler, hristiyanlan kesiyorlar!" olmuştu. Bu haksız ve yalana dayalı feryadlann akabinde Osmanlı devletini büyük ithamlar altına iten nüma­yişler gerçekleştirildi. Mahmud Nedim Paşa'nm gütmekte oi-duğu siyaset devleti büyük sıkıntılara duçar ediyordu. Avru­palılar senetler meselesinden uğradıkları zararlar sebebiyle Osmanlı devletine bir hayli kızgındılar. Hatta bu kızgınlık o dereceye vardı ki, kendi kendilerine tahkikat memurları gön­derdiler.
Mahmud Nedim Paşa; bu davranışa son derece kısır an­layış içine girdiği gibi, bu tahkikat memurlarının maiyetlerine Babıali'den bazı memurlar tayin ederek büyük bir müsama­ha gösterdi. Ruslarda bu müsamahadan bir hayli istifade edip, onlar da memurlarını bu heyet içine sokma şansı bul­dular. Halin böyle olması yüzünden heyetin verdiği raporlar tabiatıyla Rusların arzu ve emellerine uygun tarzda gelmek­teydi. Bütün dünya maatessüf Bulgarların mağduriyetlerini konuşur olmuştu. Mahmud Medim Paşa; vaziyete hiç bir şe­kilde göz atmıyordu. Devletin bütün borçlarını birleştirerek, beş-on milyon daha sokuşturmak üzere yeniden büyük bir borç antlaşması için avrupa sarrafları vekilleri ile gizli müza-rekeler yapmaya devam ediyordu. Mithad Paşa'nın hatıratın­da kayıt edildiği gibi, bu borçlanmanın kontratosu imzalandığı anda mabeyne bir milyon lira takdim olunması kararlaştı­rılmış hatta Zarifi imzasıyla Sultan Abdülaziz'e verilmiş olan taahhüd senedi, çok zaman geçmeden tatbike konan Abdü-laziz'i hal etme vakasından sonra ortaya çıkmıştır.

Abdülazizin Hal Vakasına Doğru


Sultan Abdülaziz'in hâl'i hakkında en aydınlatıcı malumat­ları târih kitaplarından ziyade, hatıratlardan elde etmek ka­bildir. Ancak; bu hatıratların objektifliğinden ziyade doğrula­rın sözcüsü olması lâzımdır. Kanaatler ve eğilimdeki hassasi­yet doğruları katleden bir sebeb olmamalıdır. Olayın vuku­undan taa günümüze kadar, şehadetmi? İntiharını? Sorusu hâla kesinleşmemiş, ekseriyetin şehid edildiği kanaatına gö­re resmi olan kanaat intihar şeklinde olup, cumhuriyet aydı­nı, takipçileri olduğu hâl kadrosunun ki, bunların başında Midhat Paşa gelmektedir, Askeri mektepler nâzın Süleyman Hüsnü Paşa ilk Türkçülerden olduğundan ve olayı ortaya çı­karmak için seneler sonrası Sultan Abdülhamid'in Yıldiz'da kurduğu fevkalâde mahkemeden çıkan karara muhalefet edenlerde, cumhuriyet kadrosunun takipçisi oldukları gurubu vikaye için bu kararların haksız ve düzme bir mahkemenin kararı olarak kabul etmek suretiyle Abdülhamid'i suçlama trampleni yapmayı tercih etmişlerdir.
Ahmed Cevdet Paşa gibi büyük bir hukukşinas'ın bu he­yetin dışında olmadığını, Gaazi Osman Paşanın ve daha nice anlı şanlı paşaların mahkeme kararlarını tasvip eder tasdik­lerini görmezden gelirler. Eğer; haksız bir idam kararına uy­gulansın hâttâ uygulamazsanız, kötü bir yolun açılmasına sebeb olursunuz sözlerinin sahibi bizzat Gaazi Osman Paşa olduğuna göre bu vaziyet karşısında bu kahraman insanı ya sileceksiniz yahutda infaz isteğinde haklı bulacaksınız! Bu­nun ortası olmaz. Mensup olduğumuz dinin Yüce Resulü  (s.a.v) Efendimiz'in "Haksızlık karşısında susan dilsiz, şey­tandır" hadis-i nebevisi muhatap olarak mü'minleri almıştır ve Gaazi Osman Paşa da dahil olmak üzere bu tasdikçilerde, karşı çıkıcılarda bizim gözümüzde müslüman insanlardır. Şimdi burada kendi kanaatlerim yerine, bir balkan çocuğu ve Arnavut kavminden olan ve akraba-i taallukatım gibi İs­tanbul'umuzun Pendik sayfiyesinden olan ve yazmış olduğu Petrol Fırtınası adlı eserin arkasından çok geçmeden bir otel­de vefat etmiş olarak bulunan Râif Karadağ merhumun, "Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar" adlı 1971'de yayımlan­mış baskısının önsözünde yer alan şu satırlarla sayfamızı süslüyor ve kanaati kanaatima uyan bu merhum yazarı da rahmetle ve minnetle anıyor, fatihalar hediyeyi görev addedi­yorum.
"..Sultan Abdülaziz Hân'ın Hâl'i ve katli hadisesini ele al­dık. Zira bu mevzu üzerinde Türk milletinin selahiyetli bildi­ği zevatın hemen hepsinin yazdıkları, birbirlerinin devamı veya teyidi mâhiyetinde olarak dâima bir istikametde geliş­miş ve hepsi bir noktada ittifak etmişlerdir. <Sultan Ab­dülaziz katledilmemiştir.>
Biz, bu iddianın karşısına çıkmış tek insan değiliz, bizden evvel de bu iddianın karşısına çıkmış olanlar bulunmuşve id­dialarını isbat etmek için gayret sarfetmişlerdir. Onların bu gayretleri bir çok vesaikin gün ışığına çıkmasına yardımcı ol­muş, böylece bu vesikaların ışığında yaptığımız tetkikbizi ha­disenin mâhiyetini tamamen değiştiren bir neticeye götür­müştür. <Sultan Abdülaziz Han intihar etmemiştir. Fakat ka-tledilmiştir.>Demek suretiyle merhum Karadağ bunun böyle olduğunu ortaya koymak için çok güçlü kaynaklara başvu­rarak beşyüzküsur sayfalık bir eseri ortaya koymuştur. Biz bazen bu eserin münderecatına müracaatla Sultan Aziz dö­neminin klasik bilinenmotifler yerine yaşanmış ve milletten saklanmış motifleri ortaya koymaya ve çalışmamızın: "nihan (saklı) kalmasın hiçbir hakikat bu âlemde" anlayışına hizmet etmesini sağlamış olalım. Aziz okurlarım, tefavuk kelimesi­ne ben şahsen pek önem veririm. Buna bağlı olarak, mahke­melerin ve hâkimlerin adaletin tecellisinin Önemli unsuru ol­duğuna ve şahsi muarefenin yâni tanışıklığın, böyle hallerde bazen sanık lehine bazen de aleyhine netice verdiği bir vakı­adır. Zaten hukuk da redd-i hâkim tâlebininde var olmasın­daki hikmetin, bu yazdığım esbabı mucibenin var olduğu malumdur. Bir ağızdan yapılan telkinler, insanların zaman zaman en doğrular hakkında bile tereddüde düşmesi ben-i beşer'in başına gelmesi muhtemel hâllerdendir. Aynı mevzu­da tez ve anti-tez tetkikinde bulunmuş olanlar, sentezleme-deki, bu halk tabiriyle İkirciğe düşebilir.
O zaman istianede bulunduğu vasıtalardan biri, mevzuun otoritesi veya tefeüldür. Bir Kur'an sahifesinden, bir âyeti hasbel şansla açar ve mânai münife bakar tereddüdünde kaldığı meselede ondan bir çıkış yolu arar insan. Şimdi bende, şu satırları yazarken, Karadağ merhumun, yukarıda adı geçen eserini mevzuun önemli antitezlerinden addetti­ğimden, kitabının rastgele bir sayfasına müracaat ettim. Lüt­fen inanın efendim şu satırlar karşıma çıktı ve sizle paylaşı­yorum: "..Mahkemenin bitaraf olmadığını iddia edenler; Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat'ın Hatıralarım, adlı hatıratını okumak zahmetine katlanabilirlerse bu zâtın, mahkeme reisi Sururi Efendinin, Midhat Paşa ile sevişme­dikleri için, paşanın sorgularında yerini Hristoforidise terk ederek celseden çıktığını okuyabilirler. Böylesine adli bir is­tikamet içinde ve böylesine bitaraflık hissi ile hareket eden bir mahkemeyi itham etmek insafın da, izanın da dışında­dır."
Böylece görüyoruz ki, Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat Bey mahkeme reisinin adetâ, kendi kendini duruş­madaki sorgu safhasında ayrı tuttuğunu belirtmesi, Râif Bey merhumun çıkardığı makbul bir açıklama olmayabilir ve biri çıkıp da ona o kadar düşmandı ki, sorgulanmasına bile kızı­yordu diyebilir fakat şu bir hakikattir ki, her şey Allahûâlem-dir. O her şeyi bilir bizler, zanlar dünyasındaysak da, adalet­ten ayrılmadan tarafgir olmamalıyız. Ben, bahsi geçen hatı-rat'daki ifadeyi Râif Bey merhum gibi telâkki ediyorum.

Girid'den Seraskerliğe


Bir insan devlet hayatında görev olarak aldığı işleri muvaf­fakiyete erdirdiğinde irtikaya yâni mevkiinin, ücretinin yük­seltilmesini ister. İşlerini Allah ve vatan için yapanlar dahi bu imtihanın dışında kalamazlar. Bazen bu yükselme de hayır bulunur, bâzende nefsinin mağlubu olanlar ise kendilerine de, kendilerini yükseltenlere de, milletine de zarar vermekten tevakki edemezler yâni kaçamazlar.
Girid'de, Ömer Paşanın yerine tâyin edilmiş bulunan Hü­seyin Avni Paşa'nın herkes müttefiktirki, geçen bir buçuk yıl zarfında başarıları takdire şayandır. Bu başarıyı takibende 1868 târihinde Girid'de kurduğu iyi idarenin mükâfatı olarak Seraskerlik görevi ile İstanbul'a çekildi. Fakat bu makam da fazla kalamamasına mahiyeti meçhul masrafları ve saray haremine o târihe kadar görülmemiş bir tarzda bakışlar fır­latması şüyu bulunca İsparta'ya ki paşanın memleketidir, oraya sürülmüştür.
İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal merhum,bu sürgün hak­kında Abdülaziz Hân hakkında yazmış olduğu eserde şunları dile getirir: "Hüseyin Aoni Paşanın sürgününe bir kaç sebeb gösteriliyor. Müşarünileyh Serasker ue Mahmud Nedim Paşa bahriye nâzın iken iki dâirei askeriye muamelatından dolayı beynlerinde (aralarında) tahaddüs (ortaya çıkan) bürudet( soğukluk) bilahire munkattbi adavet (düşmanlığa dönüşme) oldu.. Hüseyin Auni Paşa Serasker iken, selamlık resminde seyre çıkan harem-i hümayun mensubaündan bazılarına harfendazlıkta (laf atmak) bulunduğu istima (duyulması) olunması ile Valide Sultan Sadnazam Âlî Paşaya bast-ı şek­va ve Hüseyin Avni Paşaya bilvasıta tenbihat-ı müessire icra etmişti " Demekte.
Hemen ilâve edelim ki; sadareti esnasında, Hüseyin Avnİ Paşayı seraskerlikten alıp, İsparta'ya sürgüne gönderen Mahmud Nedim Paşa Üssi İnkılap adlı esere yazdığı matbu olmayan reddiyesinde şöyle demekte: "Hüseyin Avni Paşa­nın nizamiye hazinesince dâire-i hümayun mefruşatından beşbin kese ihtilas ettiğini Es'ad Paşanın mabeyn-i hümayu­na bildirmesi ve sahilhanesi civarında Müteveffa Darbhor Reşit Paşa familyasına aid araziyi gasp eylediğine dâir vere­se canibinden padişaha takdim edilen arzuhal üzerine Hü­seyin Avni Paşanın yazdığı tezkerede şedidül meal sözler is­timal eylemesi sebebi teb'it olduğunu.."

Hüseyin Avni Paşa Avrupa'da


Hüseyin Avni Paşa tedavi maksadıyla gitmiş olduğu Av-rupada, bir yandan istirahatinin gereğini yerine getirirken öte yandan da Londra ve Paris başkentlerinin ricali ile gizli ve dostane münasebetler kurmuştu.
Sultan Abdülaziz'İn bir denge politikası ile Rus politik an­layışına sûn'î bir inhimak göstermesinin avrupaca hoş karşı­lanmadığı bir hakikattir. Bu devletlerin avrupayi iki asırdır, Rus tehlikesinden korumuş olan Osmanlı devletine bu tabii vazifeye devamı sağlamak için yardım etmesi gerekirken, padişahı tahttan indirme çalışmalarına hız verdikleri çok açık olarak görünmüyordu, fakat nice Osmanlı devlet adamları
Üzerinde drenaj yaptıkları da daha sonra yayımlanmış gerek hatılı devlet adamlarının hatıratlarında gerekse bizim ricalin birbirlerine düşmeleri esnasında "tencere dibin kara, seninki ben den kara" misalinde olduğu gibi ortaya dökülmeğe baş­lamıştır. Bu drenajların başarı sağladığı şahıslar arasında Midhat Paşa olduğu gibi Hüseyin Avni'ninde bu avrupa se­yahatinde drenaja müsbet yaklaştığını görmek kabildir.
Böylece de, ülkemizde makamı sadarete ve seraskerliğe yükselmiş zevatın, hristiyanlığın, beynelmilel birer teşkilat olan ve yahudi emellerine hizmeti kuruluş sebebi olan ma­sonluğa intisapları, İngilizlerin dünya hükümdarlığı siyasetine yardımcı olan insanımız olmaları bizim için ne kadar kahre­dicidir.
Aziz okurlarım; şu kadroya bir atf-û nazar edelim ve devlet adamlarımızın bu drenajlardan kendini kurtaramamış olan ve hainlik damgasını hak etmişlerin adlarını hafızamıza kazı­yalım ve yerleştirelim, müslümana dâima hüsn-ü zân, fakat ademî itimat içinde olduğumuzu sadece kendimize inandır­mak değil geleceğimizin te'minati olan gençlerimize bunları duyurmanın ve onları bu işlere hassas olmaya sevk etmemiz vazife-i islâmiyye ve vatan-ı muhabbetiyedir. Kadrolara ge­lince: "Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Askeri mektepler Nâzın Süleyman Hüsnü Paşa, Bahriye Nâzın Kayserili Ahmed Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemâl, Ali Suaoi, Çapa­noğlu Agâh Efendi, bunlara inzimamen bütün Yeni Osmanlı teşkilât mensupları ve bunlarbiçeşitli eylemlere imâle edenler olarak da,ülkemizin her şehrinde adetâ mantar biter gibi ço­ğalan ingiliz, Fransız konsolosluklanyla, İstanbul'da daha zi­yade Galata ve Beyoğlu cihetindeki tatlı su frenklerl, Sabate-yıstde denilen Dönmeler, Rum, Ermeni ve Yahudiler ile bütün bunların başı sayılacak olan İngiliz B.elçisi Sır Henri Elli-ot ile Fransız B.elçisi Forniyer den meydana gelmişti. "

Kadronun Lideri Midhat Paşa


Gülü tarife hacet yoktur,o kendini bilenlerce malumdur. Midhat Paşa valilik görevi esnasında hayli yeni ve makbul ol­ması gereken işleri yapmış ve takdire mazhar olmuştur. Da­ha sonra kabına sığamayan bu adamın içkiye olan fart-ı mu­habbeti, zaman gelmiş şu hâzin ve hiç bir devlet adamının dile getiremediği şu ifadeyi dillendirmesi, nelere gebe oldu­ğunun bir misâlidir: "Âl-Î Osman gider, Âl-Î Midhat gelir" Sarhoşluk üzerine hayli tıbbi ve içtimai tahlillerin yapıldığı oakı'dir. Bunların içinde biri hukuk mantığı diğeri mânevi hisleri öne çıkaran bir mutasavvıfın beyanlarıdır. İlki İtalyan ceza hukukçusu Gaeotano Moska'dır ve der ki; insanlar şuur altında sakladıklarını içkili oldukları anlarında, sarhoşluk semptomuna sararak dillendirmeyi tercih ederler ki, bu onla­rın en çok kendilerine hâkim oldukları andır" Demektedir.Yi-ne: "Benim çok zaman ellerinden öptüğüm, Karagümrük'de­ki Mureddin Tekkesi ki Cerrahilerin Tekkesidir bu tekkenin türbesinde sırlanıp saklanan şeyhi, Sahhaf Hacı Muzaffer Ozak Efendi hazretleri de şunları söylerdi. Ben sarhoşluğa inanmıyorum. Çünkü kim sarhoşum diyorsa, hep başkası­nın anasına sövüyor. Kendi anasına söuene rastlamadım." Derdi rahmetli.
Bu iki ifade de, bize Midhat Paşanın yukarıdaki beyanla taht için iç dünyasında hissettiklerini sığındığı sarhoşluk ba­hanesiyle dışarı çıkarmış ve ortalığı İskandil etmiştir. Böyle­ce efkâr-ı umumiyenin ciddi saymaması onun en büyük mağlubiyeti olmuştur.
Çünkü; mü'minler hanedan-ı âl-1 Osmandan memnundur. Bu gün bile belki padişahlar suçlanır ve hataları münasebetleriyle târihi şahsiyetler olması hasebiyle ehl-i tahkik ve ehl-i târih olanlar tarafından da bazı iddialara muhatap olmaları mümkündür. Fakat kendini bilen hiç bir kimse hanedan-ı âlî Osmandan şikâyetçi olmamıştır. Maalesef o hanedan arasın­da mason olan çıkmışsa dahi hâin-i vatan zuhur etmemiştir.
Midhat Paşa bu ihanet kadrosunun tabii lideri olduğundan itibaren, İngilizlerin emellerine hizmet eden bir âlet hâline gelmiştir. Bu kadronun bir kolu olan ve mutlaka Midhat Pa­şanın maksad-ı süzgecinden geçmiş 1870'de Cenevre'de in­tişar eden İnkılap gazetesi sadece millet ve devlete değil pa­dişaha da ağır hücumlarda bulunurken,şu ifadeye bir bakın: "Bir hükümetin mahvı zamanı geldiğinde Cenâb-ı Hakk' ev­velâ reisinin aklını alır. Onun için padişah-ı zaman çıldırdı. İşi gücü pehlivan güreştirmek, Zuhuri kolu oynatmak, koç ve horoz döğüştürmek, Cedd-i âlâsının sandukasına aslığı Osmanlı nişanını ki iftihar ve mükafat nişanı olacaktır döğü-şen koçların ve zuhuri kolu maskaralarının boynuna, boy­nuzuna takmak, zavallı deli hainler elinde zulüm ve fesat aleti olmuş, hilafet sakıt ve hâl'i vaciptir... Cülusunda yirmi-milyon lira borcu olan devletin vârisi olduğunu lisan-ı tees­süfle beyan etmişken, padişahlığı daha on seneye varma­mışken ve Kırım savaşı gibi bir savaş çıkmamışken devletin borcunu yüzmilyona çıkardı. Aferin himmetine.." Diye yaz­mıştır.
Şimdi bakın ikibin yıllanndayız dünya'da milletlerin riyya-setini üstlenmiş, ister kral, ister reisicumhur olsun, buz pa­tencilerinden tutunda, en güzel köpek yarışmacısının boynu­na madalyasını takarken, dünya güzellik kraliçesinin yanak­larından öperek mükâfatlarını takdim ediyor, hiç değiise Sul­tan Aziz efkâr-ı umumiye önünde tâifei nisa'ya böyle tekar-rüb etmiyordu. Hani derler ya dinime tân eden bari müsel- olsa! Hesap, halifeliğinin sakıt yâni düşmüş olduğunu iddia eden yazarın encam-ı ne ola? Tabii her zaman olduğu gibi bu sözlerin, bu yazıların bizim insanımızdan çok, milleti­mizin düşmanlarının eline koz verdiğini de söyleyebiliriz.
Nitekim; Fransız akademi azasından olan Mösyö Ernest Rönan bunların cephesine kuvvet temini için pek ünlü risale­si olan "İslâm Dini Terakkiye Mânidir" adlı çalışmayı, hem yayımlamış hem de, seri konferanslar halinde bir çok mahfil­lerde beyana koyulmuştu. Devrin, pozitivist yak laşımları da bu beyanlara güç. katarken, bizim gafillerden Namık Kemâl, aklını başına almış ve Midilli adasında mutasarrıf bulunduğu esnada bu müsteşrikin, bu ajanın sakîm iddialarını çürüten, Renan Müdafaanamesini yazmak suretiyle bazı kimselerin intibaha gelmesine vesile olmuştu.
İhanet kadrosunun diğer bir yöneticisi, İngiltere B.elçisi Sir Henri Elliot yaptığı bütün plânların boşa çıkmasını sağlayan faktörde 5.Murad unvanıyla tahta çıkan padişah, amucası Abdülaziz'in katlinden ve ihtilâlin kararlaştırılan gününden bir gün öncesine alınması buna bağlı olarak daha önce hiç tanı­madığı Süleyman Paşayı da kapısında görünce, plânın öğre­nildiğini ve karşı harekâtın başladığını sanmasının verdiği korkunun, yıprattığı sinirleri, ona düzelmez bir hastalığın ya­pışmasına sebebiyet vermişti. Böyle bir netice Elyot'un he­saplarını allak bulak etmişti. Sultan S.Murad'da, zaten dok­san gün sonra yerini 2.Abdülhamid unvanıyla taht'a çıkacak kardeşine bırakacaktı.
Son devir araştırmacı yazarlarından olan ve Tepedelenli ailesinden geldiğini ileri süren Nizamettin Nazif Bey, tarihçi­lerin çoğunun haber vermediği bir bilgiyi "Sultan 2.Abdülha-mid Hân" adlı kitabının 337.sahifesinde aynen şöyle yaz­maktadır: "Sir Henri Elyot'un Abdülaziz Türkiyesini tenkit et­meğe yeltendiği iş bu 1875 yılında, İngiltere bütçesinin bu faslından, tam yedi milyon İngiliz altunu gelir sağlamış bulunuyordu. Muhterem B.elçinin İstanbul'da muhteşem bir ha-uat sürmek ve hürriyet taraftarları adını taktığı kendi taraf­tarlarını geçindirmek için, bir yandan gizli Karbonari Vantla-rına bir yandan da ileri fikirli dediği bazı softalara el altından dağıtmak için kullandığı pek dolgun tahsisat işte böyle bir bütçeden veriliyordu."
Kimi yazar ve tarihçiler; Osmanlı devletinin Padişah Abdü­laziz dönemindeki düzenin pek berbat olduğunu kaydederler. Bu arızayı gidermek için, otoritenin sertle.ştirildiğini ileri sü­rerler. Halbuki; o sıralardaki hürriyet asıl 1876'dan sonra yok olacaktır. Hakikat şudurki diyen, N.Nazif Tepedelenlioğlu şunları ilâve eder: "..Musa Paşa (köse) ile Kabakçı Musta­fa'nın, 3.Selim'i devirişi, Rus ve İngiliz tahriki idi. Alemdar Paşa'nın 4.Mustafa hân'i deuirişide, Fransa elçisi Sebastiya-ni'nin tahriki eseridir." dedikten sonra da şu hükmü ortaya koyar: tıMidhat Paşa ve Serasker Çete'sinin Abdülaziz hân' ı deuirişi de İngiliz tahriki ile olmuş bir iştir.

Mıdhat Paşa - Elyot Gizli Buluşması


İngiliz sarayı diye anılan elçilik binasında bir mülakat tale­bi üzerine Osmanlı devlet adamı Midhat Paşa İle B.elçi ce­napları karşı karşıyadır ve şunlar görüşülmüştür:
-Her vilâyet acınacak bir durumdadır. Rejimin değişmesin­den başka bir çâre görmüyorum! Diyen Midhat Paşa, bu ifa­desiyle Osmanlı asalet ve islâm anlayışı içinde bunu dile ge­tirmesi hasebiyle herhalde doğru bir iş yapmıyordu. Çünkü devletin padişahından, malum arkadaş gurubunun dışında u'kenin hiç bir resmi bölümünde bahse konu olmamış tasav­vurları, bir darbe girişiminden başka bir şey değil de nedir? Ancak; çiftliğindeki gizli toplantılarda çâre diye bulduklarını [ardı bu İngilizler? Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olan­ların, farkına varamadıkları ve bundan ötürü de merak ede­medikleri bu izin işi pek önemli idi. Ve bazı harp gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp Çanakkale'ye yol­lanmaları da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler pa­yitaht sularından kasten uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf İstanbul'da kalmak için izin alıyorlardı. Da­ha doğrusu kendilerine izinli oldukları bildiriliyordu..."
Evet yukarıdaki satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kay­serili Ahmet Paşa idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı olup, uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o sırada gelmiş bulunan İngiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve Hobart Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, zi­yareti adı altında Tanabya ile Kasımpaşa arasında bitmez tü­kenmez yolculuk yapıyorlardı.
İstanbul'dan uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bü­tün personeli, amiralinden, miçosuna kadarı, padişahın do­nanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışa­bilir belki de darbecileri bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe sonrasından çok geçme­den zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun   bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak bir za­man içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhas­sa Sir Her.ri Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike koymaktan hiç vazgeçmeği düşünmemişlerdir. Abdülaziz ye­rine Osmanlı tahtına seçilen kişi Sultan Mecid oğullarından Vefiahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu şu söyle rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in) çocuklarını kapayıp hapis altına almışsada, hürri-uet taraftarlarının ileri gelenleri Murad Efendi ile temas kur­mağa muvaffak olmuş ve tahta câlis olduğu vakit, hükümet-i şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edece­ğine dâir Murad'tan vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı taraftaran-ı hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu üst makamı olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde olduğunu gösterir.

Doktor Kapoleon (Kapolyone)


Bizim; bu târih çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik bir târih akışı anla­yışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak, sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu bakımdan sizin bel­ge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin varakpareieridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan ve yaklaşık ifadeleriyle karşılamaktan vede onları ileri sür­mekten başka bir çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid tezler ve antitezlerle ça­lışmamızı götürmek istiyoruz.
Nitekim; Napoli'de doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak maceralı bir geç­mişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine sığın (ardı bu ingilizler? Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olan­ların, farkına uaramadtkları ve bundan ötürü de merak ede­medikleri bu izin işi pek önemli idi. Ve bazı harp gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp Çanakkale'ye yol­lanmaları da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler pa­yitaht sularından kasten uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf İstanbul'da kalmak için izin alıyorlardı. Da­ha doğrusu kendilerine izinli oldukları bildiriliyordu..."
Evet yukarıdaki satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kay­serili Ahmet Paşa idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı olup, uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o sırada gelmiş bulunan ingiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve Hobart Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, zi­yareti adı altında Tarabya ile Kasımpaşa arasında bitmez tü­kenmez yolculuk  yapıyorlardı.
İstanbul'dan uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bü­tün personeli, amiralinden, miçosuna kadarı, padişahın do­nanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışa­bilir belki de darbecileri bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe sonrasından çok geçme­den zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun   bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak bir za­man içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhas­sa Sİr Heari Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike kovmaktan hiç vazgeçmeği düşünmemişlerdir. Abdülaziz ye-]ne Osmanlı tahtına seçilen kişi Sultan Mecid oğullarından Veliahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu şu söyle rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in) çocuklarını kapayıp hapis altına almışsada, hürıi-uet taraftarlarının ileri gelenleri Murad Efendi ile temas kur­mağa muvaffak olmuş ue tahta câlîs olduğu vakit, hükümet-i şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edece­ğine dâir Murad'tan vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı taraftaran-ı hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu üst makamı olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde olduğunu gösterir.
Bizim; bu târih çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik bir târih akışı anla­yışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak, sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu bakımdan sizin bel­ge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin varakpareleridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan ve yaklaşık ifadeleriyle karşjlamaktan vede onları ileri sür­mekten başka bir çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid tezler ve antitezlerle ça­lışmamızı götürmek istiyoruz.
Nitekim; Napoli'de doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak maceralı bir geç­mişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine sığınmıştır. Kavalah Mehmed Ali Paşa isyanı döneminde Osmanlı donanmasından kara kuvvetlerine verildiği görülmüştür.
Kırk yıla yakın padişah sarayına doktor (hekim) olarak gi­rip çıkan Dr.Kapoiyone, Sultan 2.Mahmud'un ve oğlu Abdül-mecid'in, onun peşinden de veliahd Murad Efendinin müdavi hekimi olmjjştur. Bunların sağlıklarıyla meşgul olurken, bir yandan da Kont Kavur'un, maaşlı bir casusu olarak sızdırdığı envai tür bilgileri, dünyanın en eski mesleği olanlardan biri bulunan casusluk ilminin vasıtalarıyla yaparken, Osmanlı devleti intelejiyansında yâni üst seviyesindede Karbonari teş­kilâtını meydana getirmeye muvaffak olmuş, kurduğu kar­bonari teşkilâtının başı olan Kapolyone, Beyoğlu sarraflarının da yardımıyla Sarraf Hrİstaki'yi ve 1858'de, meşhur Ziya Pa-şa'y'da karbonari yapmaya imkân bulmuş sacayağı, Kapol­yone, Hristaki ve Ziya Paşa şeklinde teşekkül etmiştir. "Tür­kiye Masonlarının Gizli Târihi" adlı kitabın yazarı Kemalettin Apak, ki oda bir masondur Ziya Paşa da, talebesi şehzade Murad'ı 1861'de mason yapandır ve tekrisini, yâni masonlu­ğa giriş merasimini yaptığını da beyan etmektedir. Tabii Ka­polyone; Şehzade Murad Efendinin sağlığını kontrol ederken, Sarraf Hristaki ise; Murad ve validesinin mâli konuları ilede alakalanan müşaviri olup, bu familyanın hiç bir zaman mâli istikrarı olmadığı ve borç içinde yaşamaktan kurtulamadık­ları pek bilinmektedir. Bu da; müşavirin kendilerini iyi enfor-me edemediğini veyahud bir güzel tırtıkladığını düşünmemiz kabil. Ziya Paşa'ya gelince; gayesi mutlaka, Şehzade Murad'ı Osmanlı tahtına çıkarmak ve kendi ikbalini bunun yüksel­mesine bağlamıştı. Şiirlerinin muazzamlığı,sadrıazam Alî Pa-şa'nın aleyhine yazdıkları ise müthiş şeyler olup, bu değerii sadnazamın sinirlerinin yıpranmasına da büyük etkiler yaptı­ğı bilinen hakikatlerdendir. Söylediği tasavvufi deyimlerle de,
ortaya koyduğu fevkalâde güzellikteki beyitlerse, günümüz­de bile istimal ettiğimizi itirafdan çekinmemeliyiz. Yoksa; Zi-va Paşa avrupaya kaçtığında o güzel beyanlarını gölgeleyen en adi gizli işlerin içinde yer alan bir ajandı diyen Nizamettin Nazif beyde, önce İtalyan menfaatlerini bilahire İngiliz tarafını tercih eden biriydi. Demektedir.
Bütün buraya kadar sevgili okurlarımıza nakle çalıştığımız hususlar ve bunların içyüzünü anlatan ifadeler, ihanet zinciri­nin baklalarını nice vezir ve paşalar ve daha alt seviye deki eşhasın hatta haremin hizmetkârlarının dahi bulunduğunu hatırlatmak ve padişah sarayınında bir ihanet yuvası halinde olduğunu da nazarı itibare almalarını ve padişahın sarayının, bakkal Ahmed Ağa'nın mütevazı hanesine benzemediğini de göz önüne alma gerektiğini hatırlatmaktır. Abdülaziz hakkın­da geldiğimiz nokta ise, bütün şer güçler, cesur, güçlü ve din-i bütün bir vatansever olan Abdülaziz'İ öldürmeye kararlı ve.Osmanlıyı istedikleri gibi idare edecek bir mecnuna taht bulmaya uğraştıklarını ortaya koymaktır.
Bu arada padişah, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşayı azlet­meyi, yerine Mahmud Nedim Paşayı, seraskerliğe ise, Derviş Paşayı tâyine karar kılmışken,    görüştüğü Mahmud Nedim Paşa şu şartı ileri sürmüştü: Midhat, Mehmed Rüşdü ve Hü­seyin Avni Paşalar İstanbul dışına gönderildikleri takdirde alabileceği idi. Râif Karadağ merhum bakın değerli çalışması "Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar" adlı kitabının 330.sahi-fesinde ne diyor:    "Hüseyin Auni Paşa padişahın kararını derhal haber almıştı. Paşa haberi, metresi olan başhazinedar Arz-ı Niyaz Kalfadan öğrenmiş derhal Midhat ue Süleyman Pa-şalarla bahriye nâzın Kayserili Ahmed Paşayı durumdan haberdar etmişti" Demekte. Bunun üzerine işe ortak olanlar arasında müdavele-i efkâr hızlanmış, herkes biribiriy ie görüşür olmuştur. Son kararın verilmesi ise, 26/rnayıs/1876 ge­cesinde Ispartali'nın Paşalimanı'ndaki yalısına bırakılmıştı.

Hüseyin Avni Paşanın İstihbaratı


Yukarıda padişahın    mabeyinin yâni sarayının, daha bir başka tâbirle evinin bir çıfıt çarşısını andırdığını imâ etmiştik. Yine Râif Karadağ merhumun adı geçen eserinden şu satırla­rı alıntılayarak bu hususda bir fikir vermeye çalışalım ve he­men ilâve edelim ki, bütün devletlerin sarayları böyle olduğu gibi yine de Osmanlı sarayının, bunların yanında yedi defa yıkanmış olduğunu da   belirtmeden geçmeyelim. Böylecede, böyle bir yapı da   hadım ağalar ile hizmetlerin yürütülmesin­deki tedbirinde az çok mânası anlaşılır.  "..Hâl ve keyfiyeti böyle nâzik bir duruma gelmiş olumasına rağmen Hüseyin Auni Paşa, Dildâdesi yâni metresi Arz-ıniyaz Kalfadan da bir türlü uzaktaşamtyor, onu ilende padişahın katledilmesinde birinci derecede yardımcı olarak dâima el altında tutmak için onunla meşgul oluyordu. Nitekim; Mahmud Nedim Pa­şanın padişah Sultan Abdülaziz han tarafından kabulü me­selesini kendisine derhal ulaştıran Arz-ı niyaz Kalfa ile aynı geceyi beraberce geçirmekten kendisini alamamıştı. Paşa, çok düşünceli olmasına rağmen bu şuh ue hakikaten güzel saray kalfası ile geçireceği gecenin hayali içinde, saray erkâ­nının bu arada padişahın oğlu Yusuf İzzeddin Efendinin ken­di hakkında neler düşündüğünü de anlamak istiyordu..." Bu da göstermektedir ki, Sultan Aziz'in veraset usûlünü de­ğiştirme teşebbüsü sonrasında velîahdliği gündeme gelen Yusuf İzzeddin Efendiyi belki de Murad Efendiye karşı kendi adına tahta çıkarmayı kuruyor olabilir böylece de, Midhat Paşanın tahta çıkacak padişaha enyakın  olacak olana yakın olmasını önlediği gibi, Yusuf İzzeddin Efendi padişah olduğunda da makbul olmak ve sadareti Hüseyin Avni'ye kayd-ı hayat şartıyla verir düşüncesini aklı na getirmiş olması hiç de gayrikâbil değildir.
Yukarıda Osmanlı donanmasının gemilerini vazifeli olarak İstanbul dışına sevkedenin Kayserili Ahmet Paşa olduğunu kaydetmiştik. Bunu yapmalarının sebebininde donanma ile meşguliyeti hayli fazla olan Hz.Padişaha sevgileri hayli fazla bulunduğundan o padişahın hâl'ine bigâne kalmayıp müda-hele edecekleri korkusuydu. Buna bağlı olarak Sir Elyot, bü­tün tedbirlere rağmen hâl işinde istenene ulaşılamazsa, son tedbir olarakda İngiliz donanmasını Beşike limanına getirt­miş, Amiral Cumingham ise İngiliz donanmasının sancak ge­misiyle Büyükdere Önlerinde demirlemişti. Teşebbüs ademi muvaffakiy yetle neticelendiğinde artık işe Beşike limanında demirlemiş İngiliz donanması el koyarak harekete geçecek ve Osmanlı tahtına, meşruti idare getireceğine söz veren Mu­rad Efendiyi geçirecekti bu bir iddia olmaktan ötede serasker çetesinin bildiği ve razı geldiği bir vaka idî ki, bunların ne ka­dar cibilliyetsiz kimseler olduklarına bu olay dahi yeterli ce­vabı vermektedir.

Valide Şefkati'nin Sonucu


Vâlidesuîtanların en önemli görevlerinden biride devlet adamlarının padişah hakkındaki tavır ve ifadelerine vede ni­yetlerine dâir bilgileri istihbar tedip, münasip bir lisanla oğlu­na ulaştırmasıdır. Padişah'a hiç kimsenin söylemeğe cesaret edemeyeceği beyanları onun aynı zamanda olan validesi an­neciği söyleyebilirdi. Bu bakımdan; padişah lehinde olan kimselerin Pertevniyal Vâlidesultan'a böyle nice arzları ol­muştur. Nitekim; Sultan Abdülaziz'in Mahmud Nedim Paşayı a2İ, Hüseyin Avni Paşa'yı sadarete getireceği istikametinde bir haber alan Mahmud Nedim Paşa Vâlidesultan'a şu haberi gönderiyor:
"Efendimiz beni Hüseyin Auni Paşa ile korkutmak istiyor! Fakat enbüyük olduğu için kendileri ondan korksunlar. Zira iş işten geçiyor. İşin akıbeti pek vahim görünüyor" şeklindeki haberi, Vâlidesultan; "Arslanıma böyie lakırdı söylenirmi" cevabı verdiği yaygın rivayettendir. Bu cevap ile oğlumu üzeceğim düşüncesine kendini kaptıran Pertevniyal Valide oğlunu koruması gereken bir işi, şefkati yüzünden yerine ge­tiremedi. Bir müddet sonra da yine Mahmud Nedim Pa-şa'dan "Oğlunuza suikast memul (ummak)dili: Zira ortalık bu hususda havadisle kaynamaktadır" şeklinde haber gel­dikten ve ihanet çetesinin başmabeynci Hafız Mehmed Bey'e yakınlaştığını hatırlattıktan sonra, artık Vâlidesultan'a düşen iş bunları bir bir padişaha anlatmaktı. Bunu yapmamakla her ne kadar vazifesini yapmamış sayılsa da evladına kıyacağı düşünülmeyeceğine göre, elhükmülillah'dan başka ne denir ki..
Sultan Abdülaziz Hân'ın şehadetİ hakkında ifadatımızı Sul­tan Abdülhamid devrinde yapılan meşhur Yıldız Mahkemesi sonuçlarına bakarak izahat getirmemiz gerektiğinden aşağı-daki Sultan Abdülhamid'in bir muhtırasından alıntıladığımız bilgiyle son verip mütebakisini, 2.Abdülhamid dönemini ka­leme alırken okurlarıma arzdeceğim.
İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal Merhum, "Son Sadrı-azamlar" adlı muhteşem eserinin 530. sahifesinden Atıf Bey'e atfen diyorki: "Mahallelerde münâdilerin bazısı padi­şah Sultan Abdülaziz vefat edip, Sultan Murad Cülus etti di­ye bağırmışlar. Böyle yapmaları ahalinin zihinlerini taglit yâ­ni karıştırmaktır."
Hafin askeri ve ahaliyi iğfal edecek tarzda iiân ettirildiği aşağıda sunacağımız Sultan Abdülhamid'in verdiği muhtıraclaki ifadatla bir daha te'yid olunuyor. "Hâl'den yirmi-otuz sa­at mukaddem (önce) Moskoflann istanbul'u istilâ edeceğini isaa (yaymak) ederek ve şehrin ve ateş zuhurunda sarayla padişahın sanki muhafazası zımnında suiniyetle (kötü ni­yet) saraya gelenler üzerine ateş etmelerini emreylerek Sulta­niye Vapuru ile vücut etmiş olan Şamlı bir kaç tabur askeri saray pişgâhına (önüne) çıkarıp sarayı bu askerlerle kuşat­mışlar ve esnay-ı hâl'de gerek askere gerek ahaliye evvelâ Sultan Abdülaziz vefat eyledi diye ilân ve muahharan (daha sonra) hakikat-ı hâli izhar (açıklama) ite cümleyi (herkesi) iğfal eylemişlerdi... Esnây~ı hâl'de sarayı ihata (kuşatan) eden taburlar binbaşılarından İzzet Bey, şevketmeab efendi­miz (Abdülhamid hân) dâireleri pişgâhında askere hitaben <siz'ı ve bizi ve memleketimizi Sultan Aziz, Moskoflara teslim etmek istiyordu. Sultan Murad, sizi ve memleketi kurtardı. Sultan Aziz'in yerine padişah oldu. Onu muhafaza ediniz Sultan Aziz'i kaçırmayınız yollu hezeyanlarda bulundu."

Sultan Abdülaziz'in Şahsiyeti


Sultan Aziz; kumral, ela gözlü genişçe yüzünü hafif bir sa­kal çevrelemiş güzel yüzlü, pehlivan yapılı bir insandı. Pehli­van yapılı olmakla beraber yakınlarının ve davet ettiklerinin seyredebildiği, güreşler yapardı. Cidden kispet giyer, yağla­nır ve güreşirdi. Eniştesi damat Halil Paşa delaleti ile güreşe­ceği pehlivanlara "benim padişah olduğumu unutsunlar mertçe güreşsinler" tembihini yaptırırdı. Güreş vede yüzücü­lükte ustası Yozgatlı Kel Hasan'dı. Arnavutoğlu Ali Pehlivan ise, onunla güreşmiş muhteşem bir pehlivan idi. Merhameti bol, sevgisi çok ve samimi olup, ülkenin imârı, askerin fev­kalâde güçlü olması arzularının en kuvvetlisini teşkil ederdi. Amma denizi ve donanmayı, göz bebeği gibi mühim bulur, bu ikili de en son icatları görmek zevkten bayıldığı husus idi.
Fedakârlık hislerini kendinde hayli toplamış bir şahsiyetti. Ağabeyi Abdülmecid döneminin ısrafatından neşet eden mâli buhranda saray'ın tahsisatının kısıtlanmasına itirazı olmadığı gibi güle oynaya bu isteği karşılamıştı. Hâttâ Reşad Ekrem Koçu merhum, "Osmanlı Padişahları" adlı çalışmasında Sul­tan Aziz'in nasıl ve korkunç bir mâli sıkıntı döneminde tahta çıktığını göstermesi bakımından eserin 4O5.sahifesinden şu satırları al mak suretiyle bir ölçü olarak vermeye çalışalım: "Müverrih Cevdet Paşa Maruzat adlı Sultan Abdülhamid'e sunduğu eserde şunları yazmakta: Sadrıazam Fuad Paşa, saraylarda, konaklarda altun ve gümüş eşyann kullanılma­sını yasak etmek ve herkesin elinde olan altun ve gümüş kapları toplayıp sikke (para) kestirmek tedbirini ileri sürdü. Bunun için şeyhülislâmdan bir de fetva aldı. Sultan Aziz bu­na dâir Fuad Paşa ile konuşurken:
-Bu iş nasıl olur? Sultanların kabı kaçağı nasıl alınır? Me­selâ onların mesirelerde su içtikleri gümüş tasları var bunlar-damı alınır? Diye sordu. Fuad Paşa:
-Hay hay efendim, onları da alırız. Allah göstermesin Dev-tet-i âliyeye bir fenalık gelip de Efendimiz Konya'ya doğru gi­derken bizlerde rikabınıza düşüp giderken sul- tanlar bu tas­larla Ayrılık Çeşmesinden su mu içecekler? Mukabil sorusu­nu sorar,"
Sultan Abdülaziz; devlet ricaline pek güvenirdi. Âlî ve Fu­ad Paşaların vefatları sonrasın da onların bıraktığı boşluğu doldurabilecek adam yerine, bilakis boşluğun cesametini artıracak kaht-ı rical husule gelmişti. Âlî Paşa cidden bütün avrupanın ve devlet adamlarının parmakla gösterdiği bir ri-câl-i devlet idi. Abdülaziz Hân, vefat haberini aldığında evve­lâ onun vesayetinden kurtulmuş olmanın memnuniyetine geçtiğini daha sonra eksikli ğinin nelere duçar olunmanın se­bebini teşkil edeceğini İdrak ile düşünmeye başlamıştı. Bu düşünme esnasında da bir aşağı bir yukarı gidip gelmeğe baslarnış. Bu durumu gören kurenadan biri Efendimiz, niye böyle telâşlısınız diye sorduğunda, Âlî Paşanın vefatı, büyük bir boşluk bıraktı, bunu kimle dolduracağım, onu düşünüyo­rum cevabı veren padişaha, Efendimiz kulunuzun ne günahı var? Dediğinde Sultan Abdülaziz'in cevabı pek zarif ve diplo-matçadır: Bu iş ciddi bir iştir! Demek olmuştur. Bu ifadeden de anlaşılıyorki, Abdülaziz Hân, kıymet bilir padişah olarak hassasiyetini ince bir nükte ile belirtmekten geri kalmıyor.
Ziya Paşanın, Âlî Paşa aleyhtarı olduğunu yukarıda dermi-yan etmiştik. Meselâ Hidivlik beratı İsmail Paşaya verilirken, sadrıazam, Midhat Paşa idi ve bu işde Yeni Osmanlılar cemi­yet üyeleri methaldarken, Âlî Paşa ise bu Hidivliği senelerce önlemişti ve herhangi bir parayı ve menfaati değil, deviet menfaatini gözetmişti. Nâmık Kemâl Bey'de "Bilmem nedir lüzumu vücudi hâbisinin/Dünya'yı boynuz lan nmı tutar ey öküz teres?' Derken Ziya Paşada Âlî Paşanın vefatında "Nâşi murdarını seylaba atın!" Demek suretiyle düşmanlıklarını di­le getirmişlerdir, merhum sadrıazama.
Padişah ve halife olan Osmanlı sultanları, Abdülmecid'den sonra hayatlarını umumiyetle, Dolmabahçe ve Yıldız Saray­larında geçirdiler. Topkapı Sarayı, Sultan Mahmud ile başla­yan terke yerini bırakmıştır. Sultan Abdülaziz Dolmabahçe'yİ padişahlığı boyunca terketmezken, 2.Abdülhamid hân'da Yıldız'ı hiç terketmemiştir. Sultan Aziz çok dindar bir kimse olduğundan sabah namazına *yakın kalkar, Kur'an okur na-rnazı kılar, güneşin yükselmesinden sonra yeniden yatardı. Devlet işleriyle meşguliyeti öğleyle birlikte başlar, gece yarı­larına kadar devam ettiği görülürdü. Yaz gecelerinde dâiresi-nın pencerelerini açar ney çalmaya başlar ve bu insana en yakın enstrümanın çıkardığı nağmeler asumana yayılırken, duyanlar bu ney'in efsunkâr terennümünden dolayı kendile-
rînden geçerdi. Çoğu bunu çalanın Sultan Abdülaziz olduğu­nu bilmezdi. Erbâb-j ve kurenasıda, açıklamaktan içtinab ederlerdi. Çok sevdiği hanımı Mihrişah Sultan için güfteside, bestesi de Sultan Aziz'e aid olan ve fakirin de program yaptı­ğı 101.2 Radyo Çağ'da sık sık aid olduğu CD'den dinletmeyi adet edindiği ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, Kültür A.Ş tarafından Lâlezar topluiuğunca icra edilen eserin güftesi şöyledir:
"Bi-huzarum nâle-l mürg-l dtl-i diuâneden Fark olunmaz cism-i bimârım bozulmuş İaneden Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden, Terk-l can etsem de kurtulsam şu mihnet haneden"

Taht'ın Esareti


Sultan Abdülaziz; avrupaya davet teklifine evet dedikten bir kaç gün sonra mabeynci Hafız Mehmed Bey'e tam bir samimiyetle içini döker ve ibretnûma olarak şu beyanı ya­par: "..Zaman zaman ne isterdim bitirmişin? Ya kapalıçar-şt'da ya Asmaaltında küçük bir dükkânı olan esnaf, yada bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, İşime gele­yim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil hatta eşeğime bineyim, yor­gun argın,amma kafamın içi bin bir dertle dolmamış,evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşıla­sın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içe­lim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, bü­yük meselelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Âlî ile Fuad ille de, Frengistana gitmeli derleriken de, ne is­terdim, bitirmişin? Cebinde harçlığı olan hâli vakti yerinde, unvansız, makamsız kişi olarak avrupa'ya gitmek! Ben de is-temezmiyim oraları görmeyi? Amma gelgeldim bu koskoca
Ülkenin padişahısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde Adım atışın, bakışın dudaklarının kıpırdayışı bile merak unandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memle­ketlerinde, halk ortasında rahat nefes alabilirmi? Meylersin ki bu tahtında esareti var" Padişahın bu samimiyeti pek dü-rüstçedir. Çünkü büyüklüğün faturası hep böyledir ve Sultan Aziz bunu pek güzel dile getirmiştir.

Diplomatik Tesbitler!


Avrupa âleminin üç hükümdarı olan,Kraliçe Viktorya, Fransa imparatoru 3.Napolyon ile Prusya kralı l.Gilyom, Sultan Aziz'i beklediklerini deklare ederken, Paris'deki b.el çimiz Cemil Paşa'dan gelen şifreli haberde, Rusların Paris'te­ki b.elçisi Kont Bütberg, Sultan Abdülaziz hân'ın Paris'de bu­lunacağı zaman dilimi içinde, Çar Aleksandr'ında orada bu­lunup, iki hükümdarın aralarında anlaşmazlık konusu mese­leleri halletme fırsatı yakaladılar, dediğini bildiriyordu. Fuad ve Âlî Paşalar bu telgrafı okuduklarında gülmekten kandilari-ni alamamışlar ve şöyle muhavere yapmışlardı: "Fransızların padişahı Rus Çarı ile karşılaştırarak iki devlet arasındaki me­selelerin barış yoluyla halledilmesine imkan vereceklerini düşünmek için çok saf olmak gerek!" Dediler.
Biz şimdi bu seyahatle ilgili 5.Murad unvanıyla tahta geç­miş olup, 93 gün süren padişahlıkdan sonra taht'dan indiri­len, Veliahd Murad Efendi şu ifadeyle ne büyük bir gaf yapı­yordu: "Sanıyorum ki bu gezide pek çok üzüleceğim ue hat­ta utanacağım. Çünkü amcam resmî ziyaretlerde görgü ku­rallarına uymazsa alay konusu oluruz. Hele serbest olduğıı- günlerde kollarını sıvayıp yemeğe başlarsa arkamızdan ilir neler söylerler!" demek bahtsızlığını göstermiştir. Bu avrupa seyahatine katılmış bulunan ve İstanbul Şeh- olan Ömer Faiz Efendi'den bu bahsi geçmeyelim. Bu zâtın; görevi Dersaadet Şehremanetliği olup, bu günkü bele­diye reisliğine muadildir. Devletin ileri gelenleri ki, bunlar, Âlî ve Fuad Paşalarla, Yusuf Kâmil ve Mustafa Fazıl paşalar gibi zevatın yalı ve köşklerinde kendisine tahsis ettikleri bir dâire­si vardı. Alî ve Fuad Paşaların vefatlarından sonra Saray'dan ayağını kese rek, sadnazam Mahmud Nedim Paşaya hiç ya­naşmadığını gören Sultan Aziz bir gün Hafız Ömer Faiz Efen­diye sormuş: "Efendi siz önce bülbül idiniz. Ne için şakımaz-sınız? Bu soruya Efendi, Keçecizâde İzzet Molla ki Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşanın pederi olup eski şeyhülislâmlardandır bu zâtın beytinden bir kelime değiştirmek suretiyle şunu söy­ler:
"Bir meusim-i bahasına kaldık ki alemin, Bülbül hamûŞıhavuz tehiy,gulustan harap."

Medrese Talebesi


Takvimler 15/r.ahir/1293-10/mayis/1876'yı gösterirken medrese talebesinin ve bilhassa Fâtih, Süleymaniye ve Ba-yezid medreselerinin talebeleri sadnazam Mahmud Nedim Paşa ile benzeri Şeyhülislâm Hüseyin Efendiyi memleketi fe­lâkete sürüklemekle ithama tevessül ederek derslere girme­mek suretiyle bunların görevden azillerini padişahdan istedi­ler. İstanbul sekenesinin yâni ahalisinin ayaktakımı, işsizi, güçsüzü silahlarını hâmil olarak bu boykota destek verince işin rengi tehdit edici bir hâl aldı. Bunun üzerine, padişah azil talebini kabul ettiği an artık partiyi kaybetmeğe başlamıştı ki bu her geçen gün Sultan Aziz aleyhine gelişmeğe başladı. Mütercim Rüşdü Paşayı boşalan makamı sadarete getirdi. Bu adam çok güzel tenkit yapan fakat icraata gelince nafile bi­riydi.
Zamanlar bu zâta; deniz feneri gibi, yanar döner adam" di­yen kimseler hayliydi. Vü kelâ arasındaki her çeşit ihtilaftan anında haberdar olan padişahlar gibi Sultan Aziz'de, bu laka­bı duymuş bulunduğundan, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa­ya sadareti tevcih etme anında, "sizi halk istediği içindir ki yeni kabineyi kurmaya memur ediyorum!" dediğinde,yeni sadrıazamda "Halk bizi ne tanısın padişahım. Şöhretimiz var­sa zât'i şahanenizin teueccühündendir!" dedi ve meydana getirdiği kabinede ise padişahın üç azılı düşmanı yer aldı. Bunlar, Şeyhülislâm Hayrullah adlı şerrullah, seraskerlik Is-partalı Eşekçi Hüseyin Avni Paşa Bahriye nâzın da Kayserili Ahmed Paşaya verilmiştir. Bu kabinenin ilk içtimaında ilk toplantısında konuşulan padişahın taht'dan indirilmesi hakkında yapılan konuşmalar olduğunu merhum Reşat Ek rem Koçu, "Osmanlı Padişahları" adlı eserinin 41O.sahifesînde dile getirirken meâlen şunları söylüyor: Saltanatı devirme işini ancak ordu ile işbirliği gerçekleştirebilir kararında ittihat ettiler. Serasker kelime olarak başkomutan gibi kabullenilir. Hüseyin Avni Paşa şûraî askeriye reisi Redif Paşa' ya duru­mu gizlice açtı. Bu paşa bu işde kullanılacak adamı seçti. Bu zatda, Askeri Mektepler Nazın Süleyman Hüsnü Paşa idi. Bu zât mert ve dobra bir adam olarak tanınmıştır. Hâi'den sonra bir türlü meşrutiyet kurulmayınca Süleyman Paşa, Midhat Paşaya dikilmiş ve nerede meşrutiyet sorusunu tevcih etmiş aldığı cevap tatmin etmediğinde bu seferde: "Meşrutiyeti ilân etmeyecektik, ne b.k yedik de padişahı devirdik demesi bir Çok târih kitaplarında ve hatıratlarda yer aldığı gibi Midhat Paşanın totaliter bir idare taraflı sı olduğunu da ileri sürer Şıpka kahramanı olarak bilinen Süleyman Hüsnü Paşa!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı