13 Haziran 2011 Pazartesi

SULTAN 2.ABDÜLHAMİD HÂN

SULTAN 2.ABDÜLHAMİD HÂN


Osmanlı Padişahlarının; 34.sü, hilâfet-i Osmaniyanın 25. halifesidir. 22/EyIül/1842'de Eski Çırağan Sarayında, saba­ha karşı, Abdülmecid Hânın Tiri Müjgân adlı kadınefendi-sinden dünya'ya gelmiştir. 75 sene, 4 ay, 9 gün süren ömrü­nü, İslâm düşmanları karşısında siper vazifesi görebilmek için bütün varlığıyla vakfetmiş ve nihayet bu hayat çizgisinin 10/Şubat/1918 saat 15.oo sıralarında Beylerbeyi Sarayında noktalandığını görüyoruz.
Sultan Abdülhamid dönemi Osmanlı devletinin en kritik ve 19. asrın son çeyreği ile 20. asrın ilk çeyreğine yepyeni, mü­kemmel bir münevverler zümresi hediye eden dönem olmak üzere mühürlemeye kalksak, asla mührü yanlış yere basmış olmayız. Vücuda getirmeye çalıştığımız bu târih eserinde bir döneme girişde belkide ilk defa kurduğu müesselerin listesini takdim etme yolunu seçtik. Çünkü; aşağıda okuyacağınız vak'alann bazı yorumlan size tuhaf gelebilecektir fakat bu zâtın kurduğu ve kurulması mecburî ve mu kadder olan mü­esseselerin banisi olması, bu gün üzerinde hür olarak, şanlı bayrağımızın altında, hudutlarımız içinde bir millet-İ islâmiye olarak yaşamamız önce lûtf-u İlâhî bilahire Sultan Hamid'in vücuda gelmesine bezl-i mesai sarfının ehemmiyetini idrâk, nankör olmayan her evlâd-i vatanın vazife-i vicdaniyesidir. Hem >de biz bu müesseseleri yine ilk defa olarak bir ilmihal­den alıyoruz ve bu ilmihalin merhum hazırlayıcısı, Türk Silahlı Kuvvetlerine, çeşitli makamlarda ve rütbelerde hizmet vermiş bulunan ve mesleklerin en muhterem olanlarından bir meslek olan öğretmenlikle, askeri mekteplerde nice subayla­ra ders vermiş bulunan Emekli Eczacı Kimyager Albay Hü-
şeyin Hilmi Işık Efendi'yi de bu vesileyle rahmet ve minnetle yâd etmeyi vazife addediyorum. Bakın Hüseyin Hilmi Işık Efendi, şunları kaydediyor, değerli ilmihalinde 1971 senesi baskısında 916.sahifede: ".32 sene 7 ay, 27 gün süren hü­kümdarlık zamanı içinde bir avuç toprak vermedi. Her vila-yetde mektebier, hastaneler, yollar, çeşmeler, Viyana'dan başka bir yerde bulunmayan modern bir tıp fakültesi yaptı r-dı.1293/1877, Mekteb-i Mülki-ye'yi 1296/1878'de bir müze yaptı. 1297/1879'da Hukuk Mektebi ue Divândı Muha sebatı (Sayıştay) kurdu ve Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptır­dı. 1299/'1880'de Güzel sanatlar akademisi, 1300/1882'de Yüksek Ticaret Mektebi, 1301 /1884'de Yüksek mü hendis ve yatılı kız lisesi açtı. 1303/1885'de Terkos suyunu İstanbul'a getirtti ve Mülkiye lisesini açtı. 1305/1888'de Alman İmpara­toru İstanbul'a gelip. Sultanahmed Meydanında Alman Çeş­mesi yapıldı. 1307/1889'da Bursa'da İpekçilik Mektebi yap­tırdı. 1308/1890'da Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ue Kâ-ğıdhanede bir poligon kurdurdu. 1309/1891 'de Bursa Demir­yolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı.
1310/1892'de Hamidiye Kâğıd fabrikası, Kadıköy havaga­zı fabrikası ve Beyrut Umanı rıhtımını yaptırdı. 1311/1893'de Osmanlı sigorta şirketi ve Küçüksu Barajı ve Manastır-Selâ-nik demiryolu yapıldı. Yine 1312/1894'de Şam-Horan demir­yolu ve Eskişehİr-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1312/1895'de Hamidiye Yüksek Ticaret mektebi ve Gatata-Tophane Rıhtımı, Dolmapahçe Saat Kulesi yap il­di. 1313/1896'da Beyrut-Şama demiryolu, Dâr'üiaceze bina­sı, mum fabrikası, Afyon Konya Demiryolu ,Sakız limanı rıh­tımı, şimdiki İstanbul lisesi binası, İstanbui-Selanik demiryo­lu yolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. 1314/1897'de Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçar-şı tamirini yaptırdı. 1313/1897'de Yunan zaferini kazandı.
Akıl Hastanesi yaptırdı. 1315/1898'de Selanik Rıhtımını, Şam-Halep Demiryolunu ue Şifa Hastanesini yaptırdı. 1316/1899'da Şişii'de Hamidiye Etfât (çocuk) hastanesini yaptırdı. 1318/1900'de Medine-i Müneouereye kadar, telgraf hattı yaptırdı. 1320/ 19O2'de Hamidiye Hicaz Demiryolu, Zar-ka'ya kadar işledi. Kâğıdhane'deki Hami diye suyu yapıldı. Yeni Balıkhane, Haydar Paşa Rıhtımı, Ma'den Arama Mekte­bi, Şam'da Tıbbıye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa askerî mekteb-i şahanesi 24/teşrin evvel/1321/4/Kasım/1905'de açıldı. 1322/1904'de dilsiz ve sağırlar mektebi açıldı. 1322/1904'de Bingazi'ye telgraf hatt-ı yapıldı. 1323/1905'de İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyonu binası yapıldı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız sarayını ve önün­deki camii yaptırdı. Velhasıl Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini ve en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı. /Ve ya­zıkla 1326/1909'da tahtdan indirilince bütün bu ilerlemeler durdu.." Demektedir. Muhterem okurlarımız işte bu yapı­lanların dünyanın üzerimize bütün şiddetiyle hücum etmeye hazırlandığı dönemde yukarıda taadat olunan müesseseler, ülkede sağladığı kolaylıklar, maarifde yetiştirdiği askerî ve mülkî erkân, 1.cihan harbinin sonunda içine düştüğümüz fe-cii hâli milletimizin yok oluşa giden uçurumun kenarından çekip kurtarmayı bilediler.
Şimdi bir gazeteci-yazar olan ve kendi ifadesiyle Tepede-lenli Ali Paşa ahfadından olduğunu beyan eden Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu,193Ö'Iu yılların başında çalıştığı bir ga­zetede Sultan Abdülhamid Hân hakkında bir tefrika neşretti-riyormuş. Devrin Reis-i cumhuru Mustafa Kemâl Paşa'da bu tefrikayı merakla takip ediyormuş. Bir gün koruma polisle­rinden iki kişiyi, Nizam Bey'in tefrikasının yayımlandığı ga­zeteye gönderip, saraya davetini tebliğle vazifelendirmiş. Dâ-vetçiler,  ellerindeki davetiyeyi gazetede buldukları  Nizam Bey'e vermişler. Davet saatinde binbir endişe ve de merak içinde Dolmabahçe Sarayına gelen Nizam Bey, Paşa'nın ya­nına alındığında iltifatlara nail olmuş, akabinde de, Reisi­cumhur Atatürk "Bak çocuk! gazetede yazdığın tefrikayı me­rak ve dik katle takip ediyorum. Şu ana kadar yayımlananla­rı beğendiğimi de söyleyebilirim, hürriyet içinde yaz. Kimse­den korkma ancak, padişaha asla hakaret etme çünkü ha­karet hem iyi bir şey değil hemde Abdüîhamid kurduğu mektep ve müesseselerle hayırlı hizmetler yapmıştır." De­mek suretiyle Atatürk'de kendisinin doğumunun 1881 oldu­ğunu gözönüne alsak, tahsilini ve yetişmesini bu müessese­lere borçlu olduğunun idrâki içinde, babıâlîde adı Deii'ye çıkmış olan Nizameddin Nazif'e bu ikazı yapması, bilmiyoruz yazarın bu tarafının olduğunu bilmesindenmi kaynaklanıyor. ancak kendilerininde yaptığı tahsil müessesesinin takdirkârı olmasından ileri gelmiştir diye düşünmek mümkündür.
Nitekim de, M.Kemâl Paşa bir gün hilafetin lağvından ön­ce-yakın arkadaşı ve başvekil yaptığı Hüseyin Rauf Orbay'a, hilafetle ilgili bir soru tevcih ettiğinde, Hamidiye Kahramımn-dan, "ben o halifelere mutekitim!" cevabını verdiği, gerçek târih olan hatıratların pek çoğunda çeşitli versiyonlar hâlinde rastlanmıştır. Târih kitaplarında bir padişah devrini yazışa gi­rişin pek rastlanmayan bu satırlarından sonra, biraderi ve se­lefi 5. Murad'ın doksanüç gün süren saltanatı sonunda hâl edilmesiyle ilgili ve bu arada devletin müsteşarı mesabesin­de kendini görmekte olan vükelâ ve bunların arasında da, bilhassa daha önceleri kısa bir zamanda olsa, amucası Sul­tan Abdülaziz'e sadnazamlıkla hizmet vermiş bulunan Midhat Paşa ve kendisini Kâğıdhane'deki çiftliğinde ziyaret edip,gö­rüşmelerden bîr nebzede olsa bahsetmeden geçmeyelim.
Midhat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşanın şuuru muhtel hâle gelmiş bir padişaha sahib olmanın avantajı ile ülke idaresinde tek başına hareket şansına mâlikdi. Her ne kadar müşa­verelerde bulunuyorsada, sonunda kendi bildiğini heyet-i vü-kelasıyla birlikte okuyor idi. Hüseyin Avni Paşanın akıbetin­den sonra, Mütercim Paşa meşrutiyeti ağzına almaz   olmuş­tu. Bütün bunlar; Midhat Paşanın, Kâğıdhane'deki çiftliğinde kendisine, talihin ve konjüktürün ulaştırmasını beklediği sal­tanat teklifini alacağı dakikaları gözlemeye başlamış bulunan Tir-ı' Müjgân adlı Çerkeslerin Siphir kabilesinin mensubu bir hanım ile      Cihan Padişahı Abdülmecid Hân hazretlerinin iz­divacından dünya'ya gelmiş olan şimdi 34 yaşında olgun bir şehzadenin yanına gitmesini gerektiriyordu. Zâten; sadrıaza-mın dikkatini çeken Midhat Paşa, tahtda oturan bu mecnun ile işin yürümeyeceğini, aklı başında birinin padişah yapıl­masını İleri sürerken de teşkilât-ı esasiye yapıp, meşrutiyetin ilânını bir daha hatırlatmıştı.
Daha sonra önce kendisi yalnız başına üst satırda ifade ettiğimiz gibi Kâğıdhane'ye yollanmış ve olgun yaştaki şeh­zadenin karşısına oturmuş ve ahval-i siyasadan söz açtığın­da, Abdülhamid Efendi, daha önceleri hürriyetperverân ile karşısında oturan Paşa'nın münasebetlerini bildiğinden ve bunların meşrutiyete meclubiyetlerinin varlığından haberdar olduğundan ve Midhat Paşann Kanun-u esasî hakkındaki uzuzn serdettiği mütalaaların sonucundan çıkarttığı netice bunların meşrutiyet anlayışlarına muvazi hareket etmek, ya­pılacak doğru işlerin başında gelendir noktasına da yandı­ğından, azimkar bir ifade ile: "Paşa babacığım, meşrutiyet prensiplerine ve parla-mento sistemine dayanmayacak bir idareyi kabul etmem" dediğini, Abdülhamid'in pek sevdiği nice bakanlık görevlerinde istihdam ettiği, Çorluluzâde Mah-mud Celaleddin Paşa, o devrin en önemli mehazı olan "Mi-rat-i Hakikat" yâni hakikatlerin aynası mânasına    gelen ve târihimizi ve bilhassa Sultan Abdülhamid hakkında, bir mit-raiyöz gibi aleyhde yayınların 1909'dan sonra ortalığı kapla­ması ve meydana getirdiği sunî ve iftiralarla dolu satılık ka­lemlerin yazdığı kitaplara karşı, edebiyatın yalçın bir kal'ası olarak tek başına onların ileri sürdüklerini çürüten bir eser olarak büyük vazife görmüş eserde yer aldığını söyleyelim yukarıdaki tırnak içindeki Cennetmekân Abdülhamid Hân'ın ifadesinin ve bu mehazın bu çalışmamızın bu devri anlatan satırlarının kısm-i azamini, bu değerli eserin ifadelerinden pek müstefid olarak meydana getireceğimizi de burada ifade ederek, bu eseri latinize edip, neşir hayatımıza sokmuş bulu­nan merhum Profesör Dr.İsmet Miroğlu'nu da rahmetle anı­yorum bu vesileyle.
Midhat Paşa, Kâğıdhane'deki bu zeki ve hürmetkar şehza­deden pek memnun kalmıştı. Şehzadenin; Paşaya hediye et­tiği, kendi gömleğinden çıkarıp takdim ettiği pırlantadan ma­mul kol düğmeleri Midhat Paşa'yı bu memnunluğa taşımak­taki rolünü bilemeyiz fakat çok seneler sonra avrupa'da bir kuyumcuya satılan kol düğmelerinin dörtbin Osmanlı altunu ve 2002 yılı rayicine göre kabataslak bir hesapla 44 milyar Türk lirası yaptığını gözönüne alırsak koldüğmelerinin hayli kıymetdar olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Midhat Paşa; Kâğıdhane'ye 2.gidişinde yanına sadnazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yıda koluna takıp götürdüğü bütün hatırat ve târih kitaplarında yer almaktadır. Bu müla-katda pek tatminkâr geçmiş ancak,devleti mevcud haliyle idare etmekte olan sadrıazamin elinden oyuncağının alınma­sını geciktirmek isteyen bir çocuk gibi işine devamı kendini gösteriyordu. İşte; Çorluluzâde Mahmud Celaladdin Paşa, "Mirat-ı Hakikat" adlı eserinin 161.sahifesinde şunları nakle­diyor: "..Bunun üzerine artık saltanat değişikliği kararlaştınhp, hâttâ bir gün Damad Mahmud (Damad Mahmud. Celâ-leddin Paşa daha sonra meşhur olan Prens Sabahaddln'in babası) Paşa, Redif Paşa ile birlikte sadarete aid oda'da gizli­ce sohbet ederlerken beni de çağırdılar (Çorluluzâdeyi) ue sözlerine beni sırdaş ettiler. Konuştukları ve düşündükleri tahta geçme işini çabuklaştırmaya çâre aramaktan ibaretti. Redif Paşa: <Eğer sadrıazam bu tahta geçme işini biraz daha te'hir ederse biz çâresine bakanz> demekle Abdülaziz Hân'ın silah zoruyla tahtdan indirilmesi gibi bunu da ordunun üze­rine alabileceğini üstü kapalı olarak anlatmak istedi" De­mektedir.
Böylece cihet-i askeriyenin her zaman için, devlet içinde padişah değişikliğine kadar varan bir müdehale selahiyetini her zaman kendilerinde bulmuşlardır. Bu defaki olayda da Redif Paşanın ağzından ve onun, orduyu temsil pozisyonu­nun getirdiği vaziyet muvacehesinde sadrıazamin üzerine, 5.Murad'ı görevden uzaklaştırmasına dâir işlemi çabuklaştır­ması hususunda bir ikazı olarak görmüş oluyoruz.
Midhat Paşa, Sultan 5.Murad'ın taht'dan indirilmesini sağ­lamak münasebetiyle aslında kendisi için sadnazamlık ma­kamına gelme şansını arttırması işlemi de otomatiğe bağ­lanıyordu. Kâğıdhane'de veliahd şehzade Hamid Efendi ile konuşmasından ve meşrutiyet isteyen kadronun içinde dev­let ricali olarak meşrutiyetin müncî'i görünen Midhat Paşa, bu konuşmadan sadaret işareti almış olmalı ki faaliyetini hız­landırmıştı. 5.Murad dönemini anlatırken kaydettiğimiz gibi bu padişah hakkında alınan karar fetvaya kalb edildi ve hâl işi neticelendi. Osmanlı tahtına çıkan 2.Abdülhamid bu ara­da kendisine nâib olarak tahta çıkması teklifini çok kafi bir şekilde ret etti. Bazı işgüzarlar tahta çıkarılan pa dişahın biat alma sırasında alışılmışın dışına çıkılıp, güya 5.Murad taraftartarının suikastına hedef olurmuş bahanesiyle Saray'ın içinde olan Arz odasında bahse konu biatin yapılması ileri sürüldüysede, Mütercim Mehmed Rüştü Paşada geleneklere sahib çıkarak tahtın Osmanlı adeti kadim-i üzere gereken yere koyulmasını sağladı. Böylece 1 1 /Şaban/ 1 293-31 /Ağustos/1876 Perşenbe günü taht'a oturdu kadîm Os­manlı nizamı üzere önce Nâkib'ül-Eşraf ve Rei's ül Ulema Mustafa İzzet Efendi sonra bütün vükelâ, ulema, askerî ve mülkî erkân ve diğer hazır bulunanlar biat merasimini yerine getirdiler. Biat merasimi sonrasında 5.Murad'ın tahttan indi­rildiğini, Çırağan Sarayına nakillerini bildirmek üzere, Namık ve Rıza Paşalar bunlara zamimetende İstanbul Kadı'sı Hâlid Efendi'den teşkil olunan heyet, bu vazifeyi büyük bir neza­ketle yerine getirmiştir. Hatta; Seraskerlerden Namık Pa^a şunları rivayet ediyor: <sadrıazam Mehmed Rüşdü Paşa Sa­raya çağrılıp; Sultan Murad'ın ve annesinin sırf umûmî asayi­şin korunması için varlık sarayından yokluk kâşanesine gön­derilmesi Dâmad Mahmud Paşa vasıtasıyla Padişah tarafın­dan gizlice ne düşündüğü sorulur. Namık Paşa bu husus biz­den sorulacak şey değildir, şer'i işlerdendir. Şerî'ata uygun olup olmadığını araştırmak lâzımdır> cevabini verdiği Mirat-ı Hakikat'de 163.sahifedeki satırlarda görülür. Yâni; güya Sul­tan Hamid ağabeyi 5.Murad ve annesini ifna etmek için na­bız yoklamış gibi mâna çıkıyor, bu rivayetten, 31/Mart'da, bunları geldikleri yere kadar kovalayayım demek suretiyle Tüfekçi Tâhir Paşanın bu talebine, asla izin vermeyip, ben halifeyim, bir damla müslüman kanı akmasına nede müslü-manların birbirine hamle etmesine rızamız olamaz demek su­retiyle kan dökücü bir kimse olmadığını sergilemiş olduğunu biraz düşünürsek, baba bir, valide ayrı biraderini ve onun an-nesini katli aklından geçirmesi dahi vâki değildir. Ancak he­men ilâve edelimki, bu rivayeti yapan Namık Paşa çok zarif ve muttakî bir zat'tır. Bu soruyu padişah adına gizlice sordur­duğu ileri sürülen Damad Mahmud Paşaki Celalleddin'ide bulunmaktadır, daha sonra ülkeden firar eden birisidir ve meşhur Prens Sabahaddin'in babasıdır.
Prens Sabahaddin, adem-i merkeziyet düşüncesi ve özel teşebbüs doktrininin! ileri süren kişidir ve Sultan Abdülhamid ise merkeziyet taraftan bir zât olduğunu gözönüne alınması teemmül edilmelidir. Kendi adına sormayı düşündüğü suali yeni padişahın üzerinden sorma yoluna sapmış olabilirki, pek uzak ihtimal değildir.
Öte yandan sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa, yeni padişa­hın kendisini bu makamda çok tutmayacağını anlamış olma-lıdırki, kılıç kuşanma merasimine hastalık mazeretini ileri sü­rerek katılmaması hem padişaha burûdetini göstermesine vesile olmuş, hemde padişahın niyetini anlamak kabilinden bir test olarak istimal ettiğine hükmedilebilinir. Yine cülusla alakalı hatt-ı hümayunun ısdar,yâni çıkarılmasında, bu hatt'in son kısmına ilâve edilmesi hususunda musir olan Midhat Paşa'nın hazırladığı bir taslak, Abdülaziz hân'ın hâl meselesinde de fikri alınmış bulunan Maarif Nâzın müsteşarı Ziya Bey, eline verilmiş olan Midhat Paşa elinden çıkmış tas­lağı öyle bir ilâvelere tâbi tutttuki, haddi aşan fikirlerini bir bir bu taslağın içine bir güzel döşediki bir misâl olarak az ede-limki, sarayların cariyelerinin serbest bırakıldığı bile yer aldı bu gözden geçirme ameliyesinde. Söz konusu taslağı Midhat Paşa, Sultan Hamid'e takdim ettiğinde, padişah, bunların bir çok kısmının kendisine uygun gelmediğini gördü ancak işin tamamını açıklamadan hattı hümayunda sadece meşrutiyet sistemine geçileceği yer aldı böylece meşrutiyet taraftarları hiç değilse padişah sözü elde etmişlerdi, bunun başarı oldu­ğunu söylememek haksızlık olacağı ortadadır. Mabeynbaş- kâtibi olan Said bey (daha sonra 9 defa sadnazam olacak) vasıtasıyla hatt-ı hümayun babıâlî'ye geldi ve Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşa tarafından avaz-ı bülend ile kıraat olundu, yâni yüksek sesle okunmuş oldu.
Taht üzerinde dolaşan kara bulutlar, Sultan 2.Abdülhamid Hân'ın padişah olması ile yavaş yavaş yerini bir devr-i hayrın küşâdına yol açması beklenirken, içde tek meselemizin meş­rutiyet olduğu gözlenirken, Balkanlar da hayli askerî harekâ­ta sebeb olan Karadağ ve Bulgaristan vede Sırbistan kıyma­larının bastırılışındakİ davranış, propogandanında yardımıyla bilhassa İngiltere'de başta olmak üzere bir çok ilkede menfi bir telâkkiye sebeb oldu. Gayri müslim devletler, bu kıyamla rı sanki bir hakmış gibi görüyorlar tâbi oldukları devletin bu kıyamları bastırmasını pek sert bulduklarını ifade edip, babı-âlî' yi sigaya çekmeye cesaret eder hâle gelmişlerdi. Senmİ-sin kuvvetten düşen, yenilki gör! Gibi misâller artık bizim milletimizin dilinden düşmez sözler hâline gelmeye başlamış idi. Şimdi biz burada balkanlar başta olmak üzere memâlik-i mahrusada, yâni Osmanlı ülkesinin topraklarının bir çok ta­rafında çeşitli ihtilafları ve meseleleri kaşıyarak bir karışıklık çıkarmaya dâir çalışmalarının gelişi güzel olduğunu kimse sanmasın.
Bu hususda "Fransa İhtifâl-i Kebiri" yazarı meşhur Albert Sorel, <Şark sorunu,Türklerin Avrupaya ayak basmasıyla başlar> demek suretiyle avrupanın bu meseleye çâre ara­maya başlamış olduğunu ifâde ettiği mânasını çıkarabiliriz. Nitekim; bu ifâdeye Lord Salisböri'nin şu sözlerini de aklımı­za getirirsek mesele daha da vazıh hâle gelir: <HilâI, haçtan ne aldıysa geri vermeli, aksi olmamalı demektedir.> Yunanlı Kiçon adlı ebleh'de: <Kâ be'nin yıkılmasını, Peygamberimi­zin mezarının Luvr Müzesine taşınmasım> istemesi bu düşüncenin birbirini takip eden tekliflerle devamlılık arzettiğini gösterir. Şimdi elimizde bulunan: <Türkiye'yi Parçalamak İçin Yüz Plân" adlı kitabın yazarı Djuvara'nın Romen devlet adamı ve diplomatlarından olduğunu biliyoruz. İşte diplomat yazar adı geçen eseri hazırladığında 1907'de uluslararası Hukuk dalında Nobel Barış ödülünün sahibi Dijon ve Paris Üniversitelerinde Roma Hukuku ve Ticari Hukuk öğretim gö­revlisi olarak ders vermiş bulunan, 1843 doğumlu ve 1918'de Profesör Louıs Renauld'dan bu eserine bir önsöz is­ter ve hoca-talebe ilişkisinin en zevkli tarafı olan bu hâli Prof. Renauld arzu edilen önsözü yazar ve Osmanlı Meclis-i Mebu-san âzasından Kavran mebusu Emir Sekip Arslan (d. 1869-v. 1946) tarafından tercüme edilen kitaptan alıntılarla İslâm ve Türkler üzerindeki birliği parçalama ile alakalı yüz plânın birincisi, 23/Ağus-tos/1291 târihini taşır ve Sicilya Kralı 2.Şarl'a ait plândır. Bu piânın en dikkatçekici tarafı: <Müslümanlarla kılıçla savaşmaktan çok, ticaret yolu ile iktisadî yönden savaşılması> öngörülmesidir.
Biz 76. plân olan ve Tanzimatın ilânından tam ondört sene sonra Rus Çar'ı Nikola tarafından 9/Ocak/1853'de yapilmiş olanına temas ederek özet hâlinde aktarmaya başlamak yo­luna gitmeyi elzem gördük. <Çar; Nikola 9/Ocak/1853'de İn­giliz b.elçisi Sir Hamilton'a teklifinde şöyle dedi: düşününüz bir kere önümüzde gerçekten hasta bir adam uar. Bunun kontrolünü elimizden kaçırırsak çok yazık olur! 20/Şu-bat/1853'de bu iki kişi yine bir araya geldi elçi, Çar Niko-la'ya; Haşmetmeab; hastanın ölümünün yakın olduğunu zannettirecek en ufak bir sebebin mevcud olmadığını söyle­meme müsaade buyurun! Çar, bu ifadeye çok kızar ue hid­detle bu ifadeye itirazını serdeder bunun üzerine İngiliz elçisi, hükümetine içinde şu sözler de bulunan raporu yazar:
Çar'ın; komşusu olan bir devletin ölümü üzerinde bu ka­dar kafi konuşmalarından sonra iyice anlaşılmıştır ki, onun maksadı iddia ettiği gibi Osmanlı deuletinin ölümünü bekle­mek değil bilâkis bu ölümü çabuklaştırmaktır.-> 76.plânın Rusya'nın Osmanlı topraklarında elinden gelen fitne fesadı körüklediğinin bir ispatı saymak kabildir. 77. plân 1853'tâ-rihli başka biri olup, DandoSo adlı birine aittir. 78.si ise, D'al Bonnea'ya ait olup târih olarak 1860'dır. Aynı târihi taşıyan Pitzipios'a ait plân 79. plândır. Rattos adlı kişininkiysede 1860 târihine ait, peşinden 81.plân Stephanoviç adıyla an­cak târihi meçhul bir plândır. 82. olansa Kommandeor Nigra adlı bir İtalyan'ın tasarısı olup, târih 1866'dır. 83. Plân ise meşhur Garibaldi'ye ait olup, 1873 yılının tasarısıdır. Greppî adlı kişinin plânı da 1873'ü göstermekedir. 85. plânın müelli­fi bilinmiyor târihi ise 1870'i taşımak tadır. 86.cıyı ise bir Al­man tertiplemiş ve târih atmamıştır. 87.plânı  1876, 88.de 1876 olmak üzere târihiendirilmiş ilkini Rollin adlı biri tertip­lemiş, diğeri Testa Hanedanınca tanzim edilmiş bir plândır.
Matyas Ban adlı kişinin tasarısı 1885 târihini taşıyor 89. planı teşkil ediyor. 90. planda 1896 tarihli olup, anonim bir plân olduğu görülüyor. 91. plânı Von Sydakof isimli bir gaze­teci olup aslen Alman'dır. Târihi, 1898'i taşırken 92. ise Romanyalı bir nazır olup adı gizli tutulmuş târihi İse 1904!ü taşımaktadır. Bu plânların en müşterek yanı, balkan ülkeleri üzerinde temerküz ettirilmiş jpeşinci kol faaliyetleri vede kı­yamlar olmuştur.
Bizde, Sultan Abdülhamid döneminin başlangıcıyla birlikte kucağında hazır bulduğu Karadağ, Sırp ve Bulgaristan gâiie-leri, bu plânlar muvacehesinde daha ağır netice verecek bir savaşa doğru yol almaktaydı. Sultan Hamid bu yaklaşan sa­vaşı erteleyebilecekmiydi? Bu sorunun cevabı belki evet olabilirdi! Fakat, meşrutiyetin ilânının peşinden teşekkül ettirilen meclis-i mebusan'm gerek seçimle gelenleri gerekse ayan yâni tâyinle gelen senatör mukabili tecrübeliler, heyet-i umû­mide teenni hususunda denge kurulamadı. Rusya'nın saygı­sızca tehditleri, bu meclisin gerek gayrimüslüm, gerekse gayri Türk mebusların hissi beyanlarıyla dönülmez bir vadiye doğru yol almaya başladığı görüldü.
Böylecede, Osmanlı devlet politikası böyle bir meclise na­sıl bırakılabilir noktası kendini göstermeye başlıyordu.  1941 yılında Ordinaryüs Profesör Ömer Lütfi Barkan yazmış oldu­ğu ve tarihçilerin, siyasi görüşlerin te'sirinde kalınarak târihin ele alınamayacağını, târihi objektif bir bakışla mütalaa edip, öyle yazmak geldiğine dâir beyanını hâvi bu yazısının bir bö­lümünde şunları kaydetmekten geçemiyor: T.Yilmaz Öztuna Bey'in Büyük Türkiye Târihi adlı çalışmasının 7. cildinin 132. sahifesinden şu alıntıyı takdim ederek bu husustaki ma­ruzatımızı daha sonra belirtelim: "2.Abdülhamid düştükten sonra gelen bütün rejimler birbirinden inkılapçı oldukları için, tabiatıyla bu hükümdarın muhafazakârlığını beğenmemek durumunda kalmışlardır. Ancak; târih siyaset değildir. Tarih­çi siyasî cereyanları tarafsız şekilde incelemeye alışmış adam demektir. Bu alışkanlığı edinemeyen günün modasına göre söz söyleyen yazar, tarihçi değildir. Çünkü siyasî rejim­ler ve fikir modaları daima değişir. Bu değişiklikler içinde ve istikbalde tarihçi, tarafsız kalmasını bilmiş olmalıdır." Dedik­ten sonra merhum Barkan'ın şu satırlarına yer vermiş: "Tan­zimat tetkiklerinin karşılaştığı müşkillerden biri, bertaraf edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taaluk etmektedir. Filhakika memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılaplara sahne ohnuş bir memlekette yakın mazinin târihi tetkik edi­lirken, husûsi bir vaziyet takınmak ue halkta bu mazi hakkında, mümkün olduğu kadar fena intibaalar hasıl etmeye çalışmak uzun müddet için zarurî addedilebilir.
Halbuki bir takım siyasî mülahazaların ve pratik zaruretle­re dayanan bu hissi görüş tarzı, haki-katen ilmî olmak kara-keterini hâiz tetkiklerin yapılmasına mânidir. Çünki; bu va­ziyette muayyen siyasî maksatların hizmetinde çalıştırılan tarih tetkikleri, kendilerini hakikaten verimli kılan zihnî bita­raflıktan mahrum kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işle­diğini tetkikten ziyade, sâdece fena işlediğini tesbit için çalı­şır.
Bu anlayış tarzında, bu günkü şartlardan uzak,ayrı bir devir ve nizâmın zaruretleri, bu günkü te lakkilerimizle çar­pıştırılır ve mahkûm edilir. Fakat unutmamak lâzım gelirki, herhangi bir devri ilmî bir şekilde tetkik edebilmek için, ken­disinden bu derecede nefret etmemek, hâttâ o devri iyi kav­rayıp izah edebilmek için o devrin husûsiyetteriyle sempati-ze olmak, yâni devrin içine girmek, anlamak ve mazur gör­mek lâzımdır.
Diğer taraftan, bâzı sathî görüşlü kimseler bu günkü oluş­ları küçültür, gölgede bırakır diye eski devirlerdeki islahaı hareket ue hamlelerinin bâzı târihi anlarda aldığı kahraman ue azametli vaziyetleri ve bu gibi târihi dönüm noktalarında milletin mukadde ratını idare edenlerin oynadığı rolü küçült­meye taraftar gözükürler. Fakat fikrimizce,bizim memleketi­mizde efkâr-ı umûmiyenin olgunluğu ve inkılap prensipleri­mizin husûsi mahiyeti icâbı bu prensiplerin bu neviden bir mâzikin ue nefreti içinde uzun müddet muhafaza edilmeye ue beslenmeye ihtiyaçları yoktur Etimizin altında, onların hakikî kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler mevcud ol­duğu için,onların hesabına, târihî realiteden korkmamız ma­nasızdır." Şeklindeki satırlara T.Yılmaz Öztuna    şu satırlarla bir tavzih, bir açıklama getirmeye çalışıyor. Biz bunuda bura­ya alıyoruz:
".Son yıllarda bu modaya tepki olarak yeni bir moda da­ha çıkmıştır. Bu modada, 2. Abdülhamid'İn sauunulması mümkin olmayan şahsî kusur ve siyâsî hatâlarını bile birer keramet derecesinde göstermek modasıdır İhtisas tarihçili­ğinden gelmiyen bazı yazarlar, bu konuda bir çok kitap ya­yınlayarak, tam bir dünya adamı, karakteristik bir siyâsî şahsiyet olan 2.Abdüthamid'i kutsallaştırmış, evliya merte­besine yüceltmiştir. Bir bakıma bu hükümdar hakkındaki eski ifratların böyle tefritle neticelenmesi, içtimai aksütamel kanunlarına uygundur. Anca gene son zamanlarda, bazı ya­zarların Tanzimat'ı ve büyük tanzimatçıları da inkâr etmek istedikleri görülmektedir
Bunlarjürkiye ve dünya târihi üzerinde hiçbir ciddi bilgi edinilmeden yazılmış ucuz fikirlerdir Bu manzara, son devir Türkiye târihinin nasıl karagaşalık içinde mütalâa edildiğini gösterir Biz bu bahsimizde 2. Abdülhamid devrini inceler­ken bu hükümdarın siyâsî dehası yannda büyük kusur ve zararlı hareketlerini de göstemiye çatışacağız." Demek sure­tiyle, kendi felsefî anlayışı içinde merhum Barkan'ın beyan­larına bir açıklama getirmeye çalışmışlar.
Bizde bu hususda mülahazamızı kısaca izaha teşebbüs edelim: Ömer Lütfi Barkan; yaşadığı dönem itibarıyla tabiiki Osmanlı devletinin ancak Kanunî bölümüne kadar olanının yâd edilip, minnetle anıldığı zamanın insanı olup, o dönemin sarhoş padişahlar vatanı sattılar diye anıldığı zamanlar oldu­ğunu hatırlayalım. Daha öncelerini yâni İttihad ü Terâkkinin 1909'dan sonra idarey-i Osmaniyeye e! koymasindan sonra bilhassa, Abdülhamid dönemine istibdad devri adı verilmesi­nin peşinden meşhur Şâir Eşref Bey'in şu beyti akla geliyor:
"Devr-i istibdat da söyletmezlerdi insanı; Meşrutiyette önce söyletir sonra satarlar anasını! Hesabı Abdülhamid hakkında objektif fikir beyanı bile sı­kıntı ve belâya düşmeye hazır olmak demekti. Medh-ü sena edebilmek zâten kâbil-i imkân değildi. Nitekim; buna cesaret eden hakperver kimseler nice hakaretlere giriftar olmuştur. Bunlardan Tüfekçibaşı Tâhir Paşa, müşir üniforması üzerinde olduğu halde Bayezid'de bulunan Seraskerlik makamında bulunan harp divânında yargılanmak üzerinde Sirkeci'den babıâlî yokuşunu içinde bulunduğu, elleri bağlı olarak ve ayakta müşir üniformasını lâbis olarak açık faytonla yol alır­ken, bir takım tertipçilerin başlattığı yumurta, sütlaç, tükrük, mangır ve çeşitli atılabilinecek şeylerle hakaretlere mâruz bı­rakılmıştı. Mahkemede ki, suçlanmasını ise mertçe karşıla­yan bu zâtın cevabı heyet-i hâkimeyi kızdırmış ve idam et­meyi düşün müşlersede, divan-ı harp reisi yaşlı bir paşa, onun vazifesi padişahı korumaktı. Vazifesini ifa için her şeye başvurması, onun bu aldığı göreve canla başla bağlı olduğu­nu gösterir.
Bu bakımdan biz vazifesini yapan bir insanı idam etmiş oluruzki bu vijdanları muaz zep eder, sürgünle iktifa edelim demek suretiyle heyet-i hâkimeyi kızgınlığın davet etti ği adi! olmayan hüküm düşüncesinden tevakki yâni uzaklaştırmaya muvaffak oldu. Yine; târihin gerçeği, arka plândır. Arka plân ise olayların kahramanları ve yakın şâhidlerince bilinir. Bun-lar açıklandıkça olaylar yerli yerine oturmağa başlar. Bu ba­kımdan gerek merhum Barkan, gereksede Öztuna Bey aslın­da tarif ettikleri tarihçi değil, vakanüvis'tir tarihçi ise arka plânı ortaya çıkarabilen, ancak hatıra, itiraf ve de vesaike ulaşıp işi bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışandır ve devletin âlî menfaati dediğimiz hususatada ön em verendir diye düşünüyorum.
Nitekim; M.Kemâl Paşanın 1938/10/Kasım'ında vukubu-lan vefatı sonrasında bazı zevat-i Osmani evlâd ve torunları aracılığıyla "Hiç bir şey nihân kalmasın bu âlemde" anlayı­şıyla yazdığı hatıratlar veya makaleler vede kimi olay lann gerçek yüzünü röportajlara vermek suretiyle hürriyetsizlik şalı'nı kaldırmaya başlamışlar peyderpey sisler dağılmaya doğru yol alma başlamıştır.

Tahta Çıkış Ve İcraat


31/Ağustos/1876'da Osmanlı taht'ına kuud eden Abdül-hamid Hân, 7/.Eylül/1876'da kılıç kuşanma merasimi için deniz yoluyla gitmiş olduğu Eyüb Sultan'dan dönüşü beygir üstünde olmuş ve yolda rastladığı İngiliz b.elçisine eliyle se­lâm verdiği gibi yanına gönderdiği bir kurenasiyia, hatır istif­sar ederek gözlerinden hiç bir şeyin kaçmadığını elçiye ihsas etmiş oldu. Dönüş yolunda yer alan bütün padişah türbeleri­ni ziyaretle dualar ettik ten sonra şimdiki İstanbul Üniversite­sinde bulunan Seraskerlik makamına gelip burada subaylar­la birlikte karavana yedi. Yemeğin ardından bir nutuk irad eyledi. Serasker vekili Redif Paşa da mukabil bir konuşma yaptı. Sultan Hamid; deniz kuvvetlerini, şeyhülislâmlık dâire­sini, Asker hastanelerini ziyaret ederek, kendisini sevdirme­ye gayret gösterdi.
Bu arada da Harem Ağalarının devlet merasimlerinde gö­rünmelerine dâir usûlü ilga eyledi. Taht'a çıkışından 108 gün sonra sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa istifaya mecbur oldu. Bu arada da Sultan Hamid, mabeyn başkâtipli­ğinden Sadullah Bey'i al mış yerine Küçük Said Bey (Şapur Çelebi de denir daha sonra 9 defa sadrıazam olacak Said Pa-şa)i getirmişti. Mabeyn müşirliğini de İngiltere'de gemi maki­neleri mühendisliği ve bahriye ilmi tahsil eden Eğinli Said
 (Büyük Said Paşa) yaptı. İstifası kabul edilen Mütercim Meh­med Rüşdü Paşanın yerine Şura-yı Devlet Reisi Midhat Paşa 2.sadaretine tâyin edildi (21/Aralık/1876).
Bu arada da Sultan Hamid o güne kadar hiç bir padişahın yapmadığı bir işi yaptı. Yaptığı konuşmalarda, milletin refah ve hürriyeti için gece gündüz milletin yararına işlerle meşgul olacağını, kendisine ulaşmak isteyenlere yazı yolunu açtığı­nı, şikâyetlerini kendisine bildirmelerini mutlaka değerlendi­receğini beyan etmişti. Böylecede ahali ile arasında direk bir bağlantı kuruyor ve kötümserlerin jurnalcilik,padişah içinse, durumu bildirmek anlayışına vabeste olan dönemi başlatmış oluyordu.
Öte yandan Rus generali Çernayef, Sırp ve Karadağ isya­nının elemanlarını yÖnetiyorsada, 29/Ekim/1876'da Aleksi-naç'da Osman Paşa karşısında fecii bir mağlubiyete duçar olmuştu. Bu harbin neticesinde birliklerimiz, Belgrad üzerine çullanıverdi ve tam Belgrad'a girecekken Rusların bir ültima­tomu babıâlî'ye ulaştı. Devlet-i âliye kendine tâbi olanlara iki ay aylık bir mütareke zamanı vermenin ızdirabını tattı. Çün­kü; akıl Rusya'yla savaşmamayı gerektiriyordu. 23/Ara-lık/1876'da İstanbul'da şimdiki Kuzey Deniz Komutanlığı bi­nasında, Tersane Konferansı adı verilen uluslararası siyasi kongre içtiması tertiplendi. Hâriciye Nazırımız Safvet riyase­tinde başlayan bu konferansa İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmaktaydı. Bu ül­kelerin Dersadet'deki b.elçilerinin dışında birer başmurahhas ile katılmaları derpiş olun muştu. Bizim 2.murahhasımız, da­ha sonra makam-ı sadarete getirilecek olan Berlin b.elçimiz İbrahim Ethem Paşa idi. Bu toplantılar 29 gün devam etti. Ancak bu zaman zarfında 9 adet toplantı akd olundu. 20/Ocak/1877'de neticelendi. Ruslara haylice düşmanlığı olan Lord Salisböri muhtemel gördüğü Osmanlı-Rus savaşını önlemeyi çok istiyordu çünkü Rusya'nın Osmanlı devletinin dâhili işlerine durmadan karışmasından son derece rahatsız oluyordu İngiliz hükümeti. Lord Salisböri ise, Rusların artık nerede duracağını veya durdurulabileceği hususunun dü­şüncelerine gark oluyordu. Hâttâ nerede durduramayacağını hesaplamakta çaresiz kaldığından, Osmanlı devletinin Rusla­rın önünde, bir set olduğunun farkında olarak Sultan Abdül-hamid'e özel bir mektup yolladı ve bunda mutalaka savaşa girmekten uzak kalmasını tavsiye ediyordu. İngiltere'nin böyle bir savaşta Osmanlıya kesinlikle yardımcı olamayaca­ğını anlattığı bu mektubunda gerekirse padişaha biraz feda­kârlıklar yapılması hususunda tavsiyede de bulunmuştu.
Rusya'ya gelince: Çar Aleksandr, Osmanlılar ile savaşı İs­tekli olmamakla beraber, ne çâre ahaliyi harp istemediği in­sanlar üzerine Öyle bir tahrik etmiştiki, kendisi bile bu tahriki durduramazdı belki Osmanlı hududları içinde hayat süren Slav tebâya karşı babıâlî, mühim tâvizler verirse bir ihtimal savaşın çıkması önlenebilirdi. Demekki, Lord Salisböri'nin, Sultan Hamid'e biraz fedakârlıklar yapın demesi buna daya­nıyordu.
Lord Salisböri; 20/Aralık/1876'da huzur-u hümayuna alın­dı ve padişahla mülakatı oldu. İngiliz lâkablı Eğinli Said Pa-şa'nın tercümanlığında gerçekleşen konuşmada Salisböri, padişaha yukarıda ifadelendirdiklerimizi bir bir anlattı. Hâttâ daha yukarıda söylediğimiz mektup olayının aslında bu mü­lakat sonunda padişaha bizzat bırakılan yazı olduğu rivayeti-de bahse konudur. Nitekim, Abdülhamid Hân, bu mektubu Midhat Paşa'ya tevdi edip, tetkikini tavsiye etmiştir. Müla­kat neticesinde Salisböri, Sultan'ında harp taraftarlığının bu­lunmadığını tesbit ettiği gibi ayrıca padişahın savaş arzula­yan bir gurup paşanın baskısı altında olduğunu da hissetmiş­ti. İngiltere'nin en selahiyetli insanı padişaha savaşı istememeşini tavsiye ederken, İngilizlerle çalışan Midhat Paşa, bu ülkenin yardımıyla Rusları mağlup edip büyük zafer kazana­caklarına inanıyordu. Böyle bir zaferi kazanan dönemin sad-rıazamı olarak, Büyük Mustafa Reşid Paşayı aşacağının hül­yalarını yaşıyordu. Seraskerlik vekili Redif Paşa ile Damad Mahmud Celâleddin Paşa Mabeyn müşiri olarak Midhat Pa­şayı destekliyorlardı.

Konferans Ve Meşrûtiyet İlânı


23/Ara!ık/1876 târihi iki olaya tanıklık etmiştir. İlki Tersa­ne konferansının küşâdı, diğeri de meşrutiyetin ilânının bu toplantıya rast getirilmesiyle sanki bir tiryak bulunmuş tesiri getirilmek isteniyordu. Toplantı başladıktan sonra gürle^en top seslerini işiten murahhaslar:
-Ne oluyor? Diye sorduklarında. Safvet Paşa:
-Meşrutiyet'in ilânı te'sit olunuyor. Cevabını verdiğinde bunların bazıları:
-Çocuk oyuncağı! Demek suretiyle mırıldandılar.
Konferans'ın akşamında, Midhat Paşa Safvet Paşaya sor­du:
-Meşrutiyet için ne dediler? Ne dediler? Diye sorduğunda Safvet Paşa:
-Ne diyecekler çocuk oyuncağı deyip geçtiler! Cevabını verince Midhat Paşa hayli sarsıldı. Çünkü, Midhat Paşa bu meşrutiyet ilânına çok güvenmiş, bu ilânın katılımcılar husu­sunda bir takdir dolaysıylada lehde davranışlarla karşılaşa­cağını düşünmüştü. Fakat Hariciye Nâzın Safvet Paşa verdiği cevapla hülyalarına son vermekle kalmamış adetâ kendisini alaya almıştı.

 

Meşrûtiyet İlân Merasimi


Mirat-ı Hakikat adlı eserde, Çorluluzâde Mahmud Celaled-din Paşa merasimi şöyle anlatıyor:  "Midhat paşa sadnazam olunca Kaanunu esasiyi ilân ettirmekten başka bir işe önem vermeyip gece gündüz buna gayret etti. Ayrıca yukarıda bahsedilen 113. Maddenin tasarıdan çıkarılmasına hayli ça-tıştıysada buna imkân bulamadı ue çaresiz kanunun o şekil­de ilân edilmesine muvafakat gösterdi Bunun üzerine kon­feransın açılış gününe rastlayan 7/Zilhicce/1293-23-/Ara­lık/l 876 Cumartesi günü Kanunu Esast'nin padişah tarafın­dan resmen bâbıâlVye gönderilmesi kararlaştırıldığından dâ-irei hümayun önündeki meydana bir kürsü konulup, bay­raklarla donatıldı. O gün hava gayet kapalı olmasına rağ­men yine binlerce insan toplanmış ve niza miye askeri tabur­ları ve bandoları meydanın uygun yerlerinde selâma dur­muşlardı. Bütün vekiller, ulema, ümera devlet ricali, azınlık­ların ileri gelenleri, resmi elbiseleriyle hazır olup, hatt-ı hü-mayu'nun gelmesini beklemişlerdi. Bu suretle toplanan he­yet, Mabeyn başkâtibi vasıtasıyla Kanunî Esasinin ilânına dair hatt-ı hümayunun gelişi sırasında körsünün etrafında toplandılar. Sadnazam Midhat Paşa hatt-ı hümayunu karşı­layıp aldı ve memuriyet icâbı mühim vazife bana düşmekle okumak üzere bana verince,k ürsüye çıkıp okudum, Hatt-ı hümayunun okunmasından sonra, Midhat Paşa münasip bir konuşma yaptı ve eski Edirne Müftüsü olan Efendi de güzel bir dua etti. Bu arada donanmadan ve diğer askerî mevkiler­den yüzbir pare top   atılarak,sevinç gösterilerinde bulunul­du.."
Meşrutiyetin ilân günü meşrutiyet taraftarları ile Beyoğlu ve Galata gibi gayrimüslimlerin bulunduğu yerlerden gelen avazelerin içinde en dikkat çekeni bu gayrimüslim topluluğu ile meşrutiyet taraftarlarının coşkun tezahüratları idi ve bun­lardan bir gurup ise Midhat Paşanın konağının önüne topla­nıp <Yaşasın Sultan Abdülhamid, Yaşasın Midhat Paşa!> avâ-zeleriyle yaptıkları tezahüratla sevinçlerini dile getirirken Midhat Paşa' nın bahtsızlığına yol açan bir çığır oldu...
113. madde meselesinin üstteki metin içinde geçmiş ol­ması, bizim bu maddenin hikâyesini es geçemeyeceğimiz­den Mirat~ı Hakikatin 203. sahifesinden hemen nakle geçe­lim: "..Kanûn-ı Esâsı tasarısı özel komisyon tarafından hazır­lanıp padişaha takdim edil diğinde, Abdülhamid Hân bu ta­sarıyı Nâmık Paşa gibi muhalif olan zevata gösterdi. Hatta Sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa zâten mesuliyet taraftarı ol­mayıp, banada ifade ettiği gibi <eğer dış teklifler sırasında böyle bir jest yapılmak mecburiyeti olmasaydı, Kanûn-ı esa­siye muvafakat etmeme imkân yoktu> şeklinde sözler söyle­miş olduğundan padişah bilhassa onunda fikrini anlamak için tasarının bir suretini kendisine göndermişti. Nâmık Paşa itirazlarında ısrar etti. Rüşdü Paşa ise kendi nefsince açıktan muhalefet etmeyi doğru bulmayıp maksadın sırf padişahın hukukunu korumaktan İbaret olduğunu dalkavukça sözler­le ifâde etti. Meselâ: <tasarının başlangıcında, hükümdarın vazifelerini belirten maddeler, padişahımızın kudret ve sânını halkın gözünde düşürür, padişahın nüfuz ve yetkisi sınırlan-dırılamaz> diyerek o maddelerin tamamen çıkarılmasını iste­di Ayrıca tasarının sadnazamlığın kaldırılıp başvekilliğin ih­das edilmesi ve diğer vekillerin başvekil tavafından seçilmesi ile ilgili hükümlerine itiraz ederek sadnazamlığın devamını ue vekillerin eskiden olduğu gibi padişah tarafından seçilip tâyin edilmesi lüzumuna işaret etti.O sırada mabeyn ricalin­den Midhat Paşa'ya karşı olan nüfuzlu kimseler bundan isti­fade ederek, < vükelâyı seçmek yetkisinin başvekile verilmek istenmesi, idarenin dizginlerini başvekil olanlara verdirmek maksadından ileri gelmektedir. Midhat Paşa ikbâl düşkünü olduğundan, bu suretle başvekil makamına gelip istediği gi­bi hareket etmek istiyor> diye çeşitli telkinlerle padişahın zihnini bulnadırdılar.
Ancak mabeyn ricalinin bu hareketleri, padişahı koruma veyahut istiklâlini teminat altına almak gibi bir niyete dayalı olmayıp belki meşrutiyet sisteminin her deuletde geçerli prensiplere düzenlenmesiyle ve vükelânın sorumluluk esası­nın belirlenmesi sonucu üzerine, vazifeli olamayan ricalin, bilhassa mabeynin nüfuzlu kimselerinin devlet işlerine karış­maları İmkânının ortadan kalkacağını ve bununda şahsi nü­fuz ue menfaatlerine dokunacağını anlamalarından gelmişti. Bununla beraber sadrıazamın <hükümdarın vazifeleri ile İlgi­li maddelerin tasarıya konulmaması> yolunda arz ettiği şah­sî görüşleri, kabul edilmeyip bunlar padişahın hukuku baş­lığı altında ayrıca belirtildi. Ancak sadnazamltğın bırakıla­rak vükelâ seçiminin eskiden olduğu gibi padişah tarafın­dan yapılması kabul edildi. Bunun üzerine, tasarının vekiller tarafından tetkik ve müzakeresine başlanıldı.O sırada yine mabeyn ricali <meşrutiyet hükümeti içinde istibdad> tâbiri ile tarif edilebilecek riyakâr fikirlerinden olmak üzere padişa­hın kime emniyeti kalmazsa, onu sürgün etmeye yetkili bu­lunmasına dâir kanuna bir madde konmasını içlerinde saklı olan şahsî kinlerinin gerçekleşmesine kolaylık addederek, dürüstlükten uzak bu fikirlerini başka bir kalıp altında padi­şaha kabul ettirdiler.
Mabeyn başkâtibi Said Bey, sözünü ettiğimiz maksadı ih­tiva eden ve sözde umûmi asayişi bozacak şekilde hareketde bulundukları zabıta tarafından tesbit edilen kimselerin Os­manlı toprakları dışına çıkarılmasına padişahın, yetkili oldu­ğunu belirten bir madde kaleme alcı. Damad Mahmud Paşa, bunu mutlaka tasarıya ilâve ettirmek maksadıyla vükelâya tebliğ ettiğinde, işin sonunu önceden görenler, bu maddenin hürriyet ve vükelânın sorumluluk esaslarını ihtiva eden bir kanuna ilâve edilmesinin pek zararlı olacağı yolunda fikir beyan ettiler. Bu cümleden olarak, Midhat Paşa muhalefette direttikçe, Mahmud Paşann nazarında meselenin önemi ar­tıp, sanki padişahın atameıve kudreti ancak bu kanunla te­minat altına alınabilirmiş gibi bir inanca saplanmakla bu hükmün kanuna ilâvesi padişah tarafından mutlaka lüzum­lu görülmüştür diye icbar etti ve nihayet 113.maddenin son fıkrası olmak üzere, bunu tasarıya yazdırdı. Ne yazıkki, ge­rek Mahmud Paşa ve gerek kendisiyle aynı fikirde olan Mâ beyn ricali bu maddenin kanunda yer almasının, ileride çe­şitli suistimallere sebeb olacağını ve belki kısa bir müddet sonra kendi aleyhlerine kullanılacağını ve Kanûn< Esâsî'ye konmasının, yabancılar nazarında, bizim açımızdan uyandı-rılabile ceği müsbet tesiri tamamen silip süpüreceğini anla­madılar "
Hemen burada ilâve edelimki ahali arasında, devreden ve-kayüere göre Midhat Paşa, Sultan Hamid'in huzuruna gelmiş ve güya 112 maddeden ibaret taslağı okumuş. Bu kıraat es­nasında güya Suİtan Hamid, pek güzel! Eline sağlık! Sağ ola­sın babacığım! Gibi sözlerle kendisini taltif ve takdir etmiş-mişde, sonunda da bende bir madde ilâve etmek istiyorum. Münasip bulurmusunuz diye sormuşmuşda, Midhat Paşada, demindenberi aldığı takdir ve taltiflerin sonucunda meşhur 113. maddeyi yazması için taslağı padişaha vermiş o da, bu­raya ilâve etmiş, Böylecede mezkûr madde yeri geldiğinde Midhat Paşa'ya sürgün yolu açılmış babında nakiller dolaştı­rılır, bir veçhe kazandırmak üzerede devrin Osmanlı düşmanı ingiliz b.elçisi Elyot'ada, bu ince hileyi tespit ettirme husu­sunda rol verirler ve Midhat Paşaya bu madde yüzünden epeyi takaza ettiği söylenir durur. Bunları anlatanlar daha zi­yade nasıl siyasî mahfillere sızdırılmış böyle bir senaryonun maksad-ı hakikisi neyse bunun yaygın bir kanaat hâline gel­mesi de ifadeyi tertipleyenlerin maksadlanna erdiğini göste­rir, işin aslını yazmış bulunan Çorluluzâde Mahmud Celaled-dih Paşa dahi, çalışmasının 204. $ahifesinde, <.gerçi tahtdan indirme işindeki (Abdülaziz'in indirilmesi kastediliyor) rolü sebebiyle, Midhat Paşanında devlet idaresinden uzaklaştırıl­ması sarayca (bu padişah ve yakınları demektir) gerekli gö­rülüyordu. Fakat halk arasındaki şöhreti sebebiyle-cülusu müteakip böyle bir yola gitmek uygun görülmedi-ğinden bir defa onun da sadnazamiığa getirilmesi ve daha sonra ikbâlin zirvesinde düşürülmesi şekli tercih edilmişti..> şeklinde yaz­mak suretiyle Midhat Paşa için mutlaka bir özel operasyon düzenleneceğini düşüncesinin dışında tutmamakla beraber bizim yukarıda ileri sürdüğümüz 113.madde ile alakalı, padi­şahın, Midhat Paşaya oyun kurması hikâyesini kuvvetlendirir şekilde anlamak kâbilsede, işin bu kadar, yâni 113.madde­nin olayı bizim doğru bulmadığımız hikâyenin anlatımı bir dedikodudan öteye gitmez düşüncesinde yine ısrarlıyız. He­men ilâve edelim; Tersane konferansı münasebetiyle İs­tanbul'da bulunan İngilizlerin konferansdaki birinci murahha­sı Lord Salisbörİ, 113. madde hususunda babıâlî'ye gelmiş malum maddeyi ifadeyle: <bu madde varken, yaptığınız kanunun hükmü olamaz> dediğini Çorluluzâde, kitabının 212. sahifesinde de yazmış bulunmaktadır.
Hemen bundan da istinbat etmemiz gereken hususat, ec­nebilerin padişahla başka, devlet ricâliyle başka konuştukla­rını ve koydukları metodla padişahla, rical arasında sürtüş­me temine çalışacak fitne yollarına saptığını bu olayda göz­lemek kabil. Abdülhamid ile konuşurken pek makbul bir ko­nuşma, hayırlı tavsiyeler yapmayı tercih eden Salisbörİ, Midhat Paşaya bu padişahı meşrutiyette bu kadar neden selahi-yetli kıldınız diye paylamaya kadar cesaret ve nezaketsizlik gösteriyor. Şimdi biz; Tersane Konferansı neticesinde Os­manlı devletinden çıkacak bir savaşı önleme tavsiyesi için, konferans kararı taleplerinin yerine getirilmesi tavsiyesine hâvi Lord Salisböri'nin konferanstan sonra giderken Sultan Abdülhamid'e sunduğu raporun bir özetini Çorluluzâde Mah­mud Celâleddin Paşanın Mirat-ı Hakikat adlı eserinin 214. sahifesinden alıntilıyarak okurların dikkatine sunalım: "Os­manlı devleti bu gün çok tehlikeli bir vaziyet içinde bulunu-yor. Zira Rusya' nın 250 bin kişilik bir ordusu Eflak ve Buğ­dan hududunda ve 150 binkişilik diğer bir ordusu da Ana­dolu hududu üzerinede toplandı. Eğer Rusya, Tuna nenrini geçerse, Avusturya Bosna'ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya'da Bulgaristan hadisesi sebebiyle Osmanlı toprakları­na saldırmayı tasarladığından, Avusturyalılar bir harekette bulunacak olurlarsa İtalya'yı tutmak mümkün olamayacak­tır Yunanistan ise harisâne emellerini ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddiasına kalkışa­caktır. İşte Osmanlı devleti bu kadar düşman arasında kala­rak, bunlarla savaşmak zorunda kalır Gerçi askeriniz.çoktur, ama ne dirayetli kumandanınız ne gerektiği kadar mühim­matınız ve nede hazinenizde bunlara yetecek kadar paranız vardır. Ayrıca; birsn:.>aş çıkacak olursa dışarıdan siz yardım eden de bulunmaz. Zira; Fransa pek çok zarara uğramış ol­duğundan uzak bir yerde savaşacak güce sahip değildir İn-giltere'ninde yardımda bulunması mümkün değildir Çünkü Bulgaristan hadiseleri esnasında cereyan eden vahşice hare­ketlerden, İngilizler gayet müteessir olmuşlardı. Bu hoşnut­suzluk devam ettiği müddetçe, İngiliz milleti hiç bir kabine­nin, Osmanlı devletine yardım etmesine müsaade etmez. F~;vr şimdiki kabine öyle bir temayülde bulunsa, derhal azledilip, devletinizi Avrupa kıtasında tamamen çökertmek istiyen Gladeston iş başına geçer. Bu sebeble Osmanlı devleti­nin son derece ihtiyatlı hareket etmesi ve vatanı kurtarmak için esâsa taalluk etmiyen her fedakârlığa katlanması lâzım­dır." Raporunun son kısmında Salisböri şu ifadelere yer veri­yor:  "İdâri muhtariyete karşı çıkmaktan dolayı İngiltere, Amerika'da bulunan bir büyük eyaletini, Danimarka, Sceh-leuig ve Holstein eyaletlerini ue Avusturya ise İtalya'da bulu­nan bâzı eyaletlerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Avus­turya bu tecrübeden ders alarak, Macaristan'ın idâri muhta­riyetini kabul etti ve böylece orayı elden çıkarmamaya im­kân buldu. Eğer Osmanlı devleti, konferansın teklif etti ğİ idare tarzına razı olmazsa mutlaka bir savaş çıkar. Böylece Osmanlı devleti Rusya ve belkide daha başka düşmanlarla tek başına savaşmak zorunda kalacak ve bunun neticesinde saltanatı ve ülkeyi tehlikeye sokmuş olacaktır." Şeklinde bir ifadeyle noktalayan Lord Saiisböri, tersane konferansının ne­ticelerini tatbik bu kötü vaziyetten kurtarır demek suretiyle yol göstermiş ve padişahda bu kanaati daha evvelden taşıdı­ğı için raporu pek mühim bulmuş ve delicesine savaş taraf­tarı Midhat Paşaya bari meclis safhasında savaş kararı konu­şulurken, bu muhtırayı göz önüne alması için hem o istika mette idâre-i kelâm etmiş hem de raporu eline tutuşturmuş­tu. Fakat İngiliz menfaatleri, mahkemede doğruyu söylerken, karakolda şaşıyor İdiki, İngiliz te'sirindeki Midhat Paşa harp taraftan oluyor çünkü İngiliz gizli karakolu böyle istiyor, bu karakol komiseride, herhalde İngiliz gizli istihbaratıyla mütte­fik hareket eden b.elçi Elyot idiki, mahkemeyi de Lord Salis­böri temsil ediyor ve doğrulan tavsiye ediyordu. Meşrutiyet hükümetleri genellikle karakolların dediğini yerine getirir. Böylece bu sonucu dünya târihine bile büyük tesirleri olan 1293/1877 Osmnalı-Rus Savaşı meşrutiyet meclisinin hamasî nutuklarıyla ifade edilen kanaatlann sonunda savaş de­di ve böylece karakol'un istediği yerine geldi. Mahkemenin, yâni Salisböri'nin tavsiyevî raporu, padişahın elinden Midhat 'in çekmecesine yol alırken, tarihçilerinde birbirlerinin alıntı­laması için bir siyaset vesikası olarak târihdeki rolünü oyna­mağa başladı ve elan devam etmekte..

Meclis Müzakerelerinde Savaş


Tersane konferansı tavsiyeleri teşkil olunan meclisi-i me-busana getirildiğinde Midhat Paşa uzun bir konuşma ile alı­nan kararları ifade ettikten sonra yapılacak müzakerelere ışık tutmak için red kararının getiri ve götürüşünü,kabul kâ rarının da fayda ve zararları hususunda bir bir saymak sure­tiyle hâzirunu iyice tenvir etti.
Daha sonra söz alan sabık sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa; "Hayat ruh ile kâimdir. Devletlerin ruhu istiklâl­dir Yapılan teklifler develtimizin ruhunu ortadan kaldırarak bizi ruhsuz bir beden hâline döndürür. İstiklâli kalmıyan bir devlet için hayat hakkı tanınsa dahi namussuz yaşamak ca­iz değildir. Bunu red ederek hukuku korumak uğrunda her türlü fedakârlığı göze almak namus ve hamiyet borcu ol­duğundan, reyimiz kesinlikle tekliflerin reddi yönündedir" şeklinde konuştu ve peşinden Katolik Ermeni papazlarından Enfiyeciyan efendi, söz alıp, şu sözler ile Rüşdü Paşa yi tak­viye etmiş oldu: "Beşyüz senedenberi ecdadımızın kemikleri müştereken aynı vatanda yatıyor Onlardan bize miras ka­lan vatanın muhafazası birinci vazifemizdir. Ölüm tabiidir Târihler gösteriyor ki bundan önce pek çok büyük devletler gelip geçmişlerdir Cenab-ı Hakk eğer devletimizin ömrünü şu zamana kadar tâyin ve takdir etmişse,ona ne denilebilir? Fakat, şerefsizce ölmekle şerefli ölmenin arasında büyük fark vardır. Mutlaka kurşun yiyerek öleceksek, göğüsten yene­cek kurşunu, arkadan gelecek kurşuna tercih etmeliyiz. O takdirde hiç olmazsa, geçmiştekileıin ahvalini bildiren târih­ler nazarında büyük şeref kazanmış oluruz. Biz zâten tek uü-cud idik. Bunu gerçekleştirmek üzere bir Kanûn-ı Esasi ilân edildi ue ilk defa birlik ve beraberliğimize bir başlangıç ol­mak üzere, bu meclise davet edilmemizlede bu birlik sağlan­mış ve isbât edilmiş oldu. Bundan dolayı Padişaha ve bütün vükelâ heyetine teşekkür ederiz. Bundan sonrada birlik hu­susunu layık olduğu dereceye ulaştır malıyız. Mezhep ayrılığ vijdani bir meseledir. Müslüman camie, hristiyan klişeye git­sin. Ancak siyasi bakımdan tekvücud halindeyiz; karda ve zararda ortağız. Şimdi, sefirler gidince bunun sebebi hristi-yanları korumak niyetinde olmalarıdır gibi sözlerle bazı boz­guncular şurada burada bu meseleleri bilmeyen bir takım adamları aldatıp, on- ların da bizimde çektiğimiz hep bu hris-tiyanların yüzündendir diyerek bir takım kim setere kötülük yapmaları muhtemeldir. Bunun önünü almak iki tarafın ule­masına borçtur.
Bundan dolayı şeyhülislâm efendi ile bütün ulema efendi­lerden bu hususda gayret ve himmet göstermelerini rica edi­yoruz. Bunca senelik koca bir Osmanlı devletinin bekasını korumaya mecburuz. Böyle büyük bir devlet mahvolunca müstüman ve hristiyan bütün halk bu muazzam saltanat bi­nasının enkazı altında katarak canımızı vermeliyiz. Vaktiyle İstanbul alındığında, ne kadar kanlar döküldüyse şimdide ondan bin kat fazlasını dökmedikçe burasını teslim edeme­yiz. Biz; bu yolda birlik ve beraberlik İçinde çalıştığımız müddetçe, Avrupa umûmî efkânda tabiatıyla bizim lehimize döner Bu hallet] vaktiyle birliğin sağlanmasına layıkıyla ça­lışmayarak, yanlış yol tutuşumuzdan ileri gelmiştir. Bu tek­lifler ıslah etmek için değil, fesat çıkarmak içindir Biz o hatanın lekesini vatanı korumak uğrunda kamımızla yok etmeli­yiz. Evet yapılan teklifler sırf topraklarımıza müdehale etmek ve ülkede fesat çıkartmaktır. Bunun basit bir delilide Çerkes-lerin Anadolu'ya naklidir. Onlar Rumeli de zararlı iseler Ana-doludaki hrisüyanlara da zararlı değilmidir? Kısacası yaban­cıların gayelerini desteklemek için yapılan bu kabil teklifle­rin reddi hususunda hepimiz birlik olarak canlarımızı feda etmeliyiz. Bundan dolayı bu teklifleri red ederiz. Bu savaşa din ve mezhep kavgası adı vermeyip, vatan'ı korumak mü­cadelesi demeli ve hepimiz biribirimize sarılmalıyız." Diyen; Enfiyeciyan Efendiden sonra Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî) müdürü Sava Paşa (bir rum olup islâm hukuku üze­rine nefis bir eseri vardır.) Enfiyeciyan'ın ifadelerine katılan ve kuvvetlendiren beyanlarda bulunup, teklifin reddini ile;-sürdü. Rıfatpaşazâde Rauf Bey adlı bir zât ise, 'Abayı giyme­li, kırmızı dipli mum yakmatı her şeyi feda etmeli bu teklifle­ri kabul etmemeli diyerek sözünü bitirdiğinde, Borsa komise­ri Arnavut ileri gelenlerinden Abidin Beyde: vaktiyle bu memleketleri feth eden ecdadımızın ruhları şu meclisde ha­zırdır. Konuşmalarımızı dinliyorlar. Onların mukaddes kanta­rı hürmetine hakla rımızın korunmasına çalışmalıyız." De­yip, noktai nazarını anlattı ve söz ilmiye ricaline geldi: "Tekli­fi red ettiğimiz takdirde çıkan savaşta düşmanın saldırısına karşı koyacak gücümüz varmıdır?" sorusu geldi. Serasker Redif Paşa beş-altıyüz tabur asker çıkarabiliriz silah ve mü­himmatımızda vardır" şeklind^ cevap verdi. Bu müzakereler sonucunda konferans tekliflerinin reddi cevabı kabul gördü. Bakın şimdi şu Redif Paşanın cevabına: beş-altıyüz tabur as­ker çıkarırız demek suretiyle ortada yüz taburluk bir mevhu-miyet bırakıyor. Ahali arasında; taburun efradının sayısı bin kişi olarak bilinir ki, mevhum olan yüz taburu, bin ile çarptı­ğınızda karşınızda yüzbin rakamı gibi müthiş bir rakam görürsünüz. Bu pek büyük bir sayı olup bunun eksikliği veya ziyadeliği savaşın ne ticesinde pek mühim rol oynar. Bu ce­vap gösteriyorki,ihtilalcilik oyunlarına dalmış zevatın kuvve­tinin yekününden haberdar olmadığını gösterirki, tasarmz bundan sonra başlar. Meclisin,konferans kararlarını red et­mekten yana olduğunun ifadesi padişah tarafından da tasdik edilince, sıra bunu konferansın burada kalmış bekleyicilerine ulaştırılmasına geldi.
Bütün bunlara rağmen savaşın akıbetinden emin olma­yanlar ile umumiyetle savaşın İyi bir şey olmadığına mutekit olan zihniyet, bu savaşın vukubulmaması için çeşitli yollan denemeye koyuldu. Padişah tarafsız görüntüsüne rağmen savaşa asla taraftar değildir. Sır bistan ve Karadağ Prenslik­lerini sulh yoluna davet eylediler. Midhat Paşa bu işe Ermeni asıllı Pertev Efendiyi vazifelendirip, Belgrad'a gönderdi. Fa­kat tebliğ tarzı adetâ bir yarı tehdit manzarası veriyordu. Sır­bistan'ında, münasebetlerin başlaması için Osmanlı devleti­nin kapısını çalması isteniyordu. Midhat Paşada Pertev Efen­dinin yollandığına asla önem vermeden çektiği telgrafla Sır­bistan ve Karadağ Prenslerine sulh müzakereleri için murah­has istediyse de, Sırplar,gönderecek diplomatı olmadığını, Viyana elçisi Aleko Paşa ile görüşebileceklerini bildiren ce­vap geldi. Aleko Paşa bu işe mezun edildi. Karadağ'dan ise barış şartlarının hangi esas üzerinde olacağına dâir müphem bir cevap geldi. Midhat Paşa bu cevapları adetâ bir zafer sa­yıp ne müzakeresi demediklerine  pek sevindi!

İkbâl Eteğinin İdbâr Tuzağına Kapılışı


Tersane konferansı kararlarını red etmek suretiyle Kara­dağ ve Sırbistan ile meseleyi hususi görüşmek ve bir çıkış yolu bulmayı beraber temin etmekti. Ancak unutuyorduk! bize bağımlı bu iki prenslik kendi akıllarıyla değil, Rusya'nın tesiriyle bu işlere girişiyordu. Bu bakımdan İsteselerde iste-meseierde Rusya'nın çizdiği rotaya uymak zorundalar idi ve Midhat Paşa bunları nasıl düşünemez ve hesaba katmaz! Şa­şırmamak kabil değil- dir. Hârici siyasetde vaziyet bu durum­dayken, Midhat Paşa Kanun-ı Esâsı koymakla şöhreti art­mıştı. Bu durum onun sadarete getirilmesine de imkân sağ­lamıştı. Şimdi de bütün gücüyle mebus seçimi işiyle unsaşı-yordu. Midhat Paşa akşam olduğunda da Yeniosmanlılar de­nilen gençleri konağına topluyor sabahlara kadar süren içki âlemleriyle her çeşit meseleye parmak basıyorlar, bu eğili­min gençlerinin ipe sapa gelmiyen cüretkâr ifadelerine ses çıkarmıyor idi ve bu arada da sohbet esnasında kendiside devletin sır olması gelen mevzuiarıda anlattığı oluyordu. Bu kişiler ise Nâmık Kemal, Ziya Bey (Paşa), Avlonyalı İsmail Bey olup zamanın icâbına pek bakmadan konuşuyor ve veli-inimetlerinin parlamakta olan yıldızına gölgeler düşmesini hızlandırıyorlardı. Padişah'da dâhil olmak üzere işlerin savaş­sız geçiştirilmesini isteyenlerin sayısının az olmadığını gören bu gurup bütün taraftarlarıyla savaş propogandası yapıp, Mi-rât-ı Hakikat'in 237.sh.de:* ".umumî efkârı kendi taraflarına çekmek için mânevi bir destek sağlamaya da başladılar. Hat­ta Ziya Bey (Paşa) ve Kemâl (Namık Kemâl) Beyler Suttan Bâyezid Meydanındaki askerî misafirhanede bir cemiyet ku­rarak, mevki sahibi kimselerin oğullarından ve diğer gençler­den millet askeri yazmaya koyuldular. Bu cemiyetin baş­kanlığımda Midhat Paşa'ya verdiler. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, millet askeri kaydedilenlerin gurup gurup Mid­hat Paşanın konağına gidip alkış tuttukları haber alınınca Midhat Paşanın hasımları türlü türlü telkinlerle cemiyetin kapatıldığım, gönüllü asker yazılmak isteyen hamiyet sahip­lerinin, Seraskerlik Dairesi'ne başvurmalarını bildirmeye me­mur edildi. Fakat, cemiyet üyelerinin deftere kaydettikleri gençler, Seraskerlik kapısında askerliği kabul etmeyiz, biz millet askeri olacağız naralarıyla buna karşı çıktılar. Midhat Paşanın konağına gidip şikâyette butundular." bu ifadeler yer almaktadır.
Öte yandan; bütün bunlar olurken, Şâir-i meşhur Nâmık Kemâl Bey, tahttan indirip bindirme hususundan kinaye ola­rak; <Eşşeyu lâ yusenna illa ve kad yuselles-mânası: iki defa yapılan şeyin üçlenmesi icâb eder> mısraını okuyarak Ziya bey île entrikalar çeviriyorlar ve saltanat sistemi üzerine aleyhde lâkırdıların başını çekmeye başlamışlardı. Bu ifade­ler Saray'a aksettiğinde Midhat Paşa bir güzel hizaya getiril­miş ve Namık Kemâl ile Ziya Paşanın istanbul dışı görevlere gönderilmeleri emri verildi. Midhat Paşa Ziya Paşaya vezirlik verdirip, Suriye Valisi olarak tâyin etme yoluna gitti. Namık Kemal Bey, verilen vazifeyi kabul etmeyip, İstanbul'dan çık­madı. Üstelik cüretini dahada arttırdı.
Zâten; Sultan 5.Murad takımından addedildiğinden, Ab-dülhamid Hân tarafından üzerinde titizlikle durulmaktaydı. Bu arada da Harb Okulu talebelerinden adı Ali Nazmi olan bir gencin, Kemâl bey'e olan mensubiyeti ve dolabında, hilâ­fetin âl-î Osman'dan alınıp eski sahihlerine Mekke Emiri Şe­rif Abdülmuttalib Efendiye verilmesi icâb ettiğine dâir bir ya­zı bulunması yavaş yavaş bunların suyunun ısınmasını tevlid etmekteydi. Saray bundan telâşa düşmüş bu olayla alakalı geniş bir sorguya lüzum görülmüştü. Ancak biz sorgunun akıbetine dâir malumat sahibi değilsek de, umuyoruzki Midhat Paşa bu sorgu içinde anılan zevatın başında gelmiştir. Çünkü yukarıda yazdığımız gibi, her çeşit söz ve ifade bulun­duğu meclisde yuvarlanır giderdi ama büyük bir devletin sadnazamıda buna ne kadar müsaade etmeliydi?

Galip Paşa Hadisesi


Heyet-i vükelâda yâni bu günkü tâbirle bakanlar kurulun­da Mâliye nezaretine uhdesine almış olan Galip Paşa'nın gö­revinde şaşkınlık ve acziyet gösterdiğini ileri sürerek azlini is­ter ve şunları söyler: "Galip Paşa terbiyeli ve namustu bir zat olduğundan vükelâ heyeti kendisinden çok memnundur. Ancak; mâli işlerden ankyacak kapasitede olmaması hase­biyle azledilmesi gerekir" dedikten sonra yerine Yusuf Paşa­nın getirilmesini tavsiye etmiştir. Galip Paşa, Damad Mahmud Paşanın yakın arkadaşı olması hasebiyle Ayan azalığına getirilmesi şartıyla Yusuf Paşanın mâliye'ye getirilmesine ira­de çıktı. Bu seferde, Midhat Paşa Galip Paşa hakkında itha­ma giden bir metodla ayan üyeliğine alınamaz şeklinde mü­talaada bulunurken esbab-ı mûcibesi şuydu: "Kâğıd para iş­leri çok karışık bir vaziyette yürüyor. Galip Paşa vükelâ mec­lisinde 95 binlirayı, 2 milyon 100 bin kuruşluk kâğıt paraya satın aldığını söyledi. Bu yüzden devlet hazinesini 30-40 bin-tira kadar zarara sokmuştur. Bu hesap öylece kalırsa mebu-san meclisinde de, bahis konusu edilmek ihtimâli vardır. Onun için zimmetini temize çıkarmadıkça Ayan meclisine alınması uygun olmaz" idi. Önce Galip Paşayı namus ve dü­rüstlüğüyle medh edip sonra zimmetle suçlaması bir tezat ol­makla beraber, meclisi mebusanı ve mebusları iradeye karşı kullanabileceği vehmini de getirdi. Çünkü; iradei seniye Ga­lip Paşanın ayân'a tâyinine dâir sözle sâdır oluyor fakat sad-riazam yerine getirmiyordu. Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa, kıymetli eserinin 238. sahifesinde şunları yazmaktadır:
"O sırada Midhat Paşanın konağına gittiğimde ben istifa ede­cek değilim. Padişah beni azledecekse etsin. Fakat bu defaki ayrılışım diğerleriyle kıyaslanamaz. Halk gelip beni euimden alarak sadrı azamlık koltuğuna oturtmak isteyecek, sonra iş zorlaşacak. Böyle bir durumla karşılaşmamak için işte şu çantada param var. bir de vapur kiralayacağım. Azledildiği-mi haber alır almaz, vapura binerek Midilli Adasına gidip oturacağım."tarzında saçma sapan beyanlarda bulunduğunu kayd ediyor. Biz bunu bir baş kaldın şeklinde telâkki ediyo­ruz. Çünkü; 2.Abdülhamid Hân gibi çok dikkatli ve herkesin değil bir sonraki adımını, bilmem kaçıncı hamlesini hesap eden bir şahsiyet sadrıazamın bu davranışından öyle senar­yolar üretirdiki, insana yaratandan ötürü sevgisi olmasa idi, bu davranış sahibini açık veya gizli olarak tahtalı köye yol­lardı. Merhameti yüce bir şahsiyet olması Midhat Paşanın şansı olmuştur. Nitekim; Midhat Paşada bir kaç gün sonra makam-i sadarete gelmiş ve devlet işleriyle meşguliyete de­vam ederken Damad Mahmud Celaleddin ve Redif Paşalar, Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşayı bir odaya çekip, Midhat Paşanın suyunun. ısınmayı aşıp, kaynadığını, padi-şahsa bir kaç iradesine rağmen Nâmık Kemâl Bey'i def et­memesine çok kızıp, üzerinden itimadını kaldırdı. Bunun çâ­resine bakmazsa, kendisi için iyi olmayacağını bildir, diye bana tenbihatta bulundular diyor Mirat-ı Hakikat yazarı. Yine şu sözlerle devam ediyor Çorluluzâde:   "bu sözleri işittiğimde Midhat Paşa için kötü niyet peyda olduğunu hissetimden meclise girip durumu kendisine anlattım. <Ne yapalım? Ke­mâl Bey kendi rızasıyla dışarıda bir görev kabul etmiyor Ben zorla gönderemem. Artık bu işi bizden sonra gelecek olana gördürsünler> cevabını verdi. Bunun üzerine Damad Mahmud Paşa, Midhat Paşadan sert sözler işiterek geri dön­dü. Müteakiben vükelâdan meseleye vakıf olanlar bir araya gelip ve Serasker, Redif Paşa münasip bir lisanla: <eğer bir kere padişah ile görüşüp meramınızı anlatsaniz şu karışıklık-lar tamamen ortadan kalkar> diyerek Midhat Paşayı Saray'a gitmeğe ikna etti. Bunun ardında Damad Mah- mud Paşaya tezkire gönderip bir dâvetçi gelirse Midhat Paşa'nın saray'a gideceğini bildirdi."

Midhat Paşanın Azli


Midhat Paşa konağına gece yarısına doğru gittiğinden az sonra Saray'dan bir yaver gelmiş saraya davet edildiğini ha­ber vermiş ve refaketinde saraya gelmişler, Midhat Paşa, Pa­şa dâiresinin yanındaki kapıdan saraya girdiğinde Mabey, Feriki Eğinli Said Paşa bir manga süngülü askerle kendisini karşılayıp, buraya buyrunuz demek suretiyle Paşa dâiresini .gösterdi. Alt katta bîr odaya alındı ve kapıya da bir nöbetçi dikildi. Sadnazamlıktan azledildiniz diyen odaya yalnı başına giren Said Paşa idi. Mühr-i hümayunu veriniz. İşte vapur ha­zırdır! Derhal Osmanlı ülkesini terk etmeniz emredilmiştir. Demek suretiyle sözünü tamamladı.
Midhat Paşa; ben padişahın sadık bir bendesiyim, beni mahkemeye versinler suçum ortaya çıksın ne ise! Böyle yapmak çok fena te'sir uyandırır şeklinde saçma sapan söz­ler sarfına başladı. Vapurla kendi parasını kullanmadan Mi­dilli'ye gitmek yerine Napoli'ye sürülürken, o yazık millete, devlete yazık! "İnnâ lillâh ve innâ ileyhİ râciun" âyetini söylü-yor ve göz yaşlarını tutamıyordu. Bir kaç gün sonra Yeni-osmanlılar efradının bazıları da sorgularını müteakip başta Nâmık Kemâl Bey olduğu hal de Midilli Ada'sına sürüldüler. Makam-ı sadaret Şûra-yı Devlet Reisi Edhem Paşaya, dahili­ye nazırlığı Ahmed Cevdet, Adliye Edirne valisi Asım, sada­ret müsteşarlığı Halep valisi Hurşit, Şehremanâti Galip, Mec-lis-i mebusan riyaseti Ahmed Vefik Paşalara verilirken, ticaret nâzırlığıda Ohannes Efendiye verilirken diğer vükelâ ye­rinde ibka edildi.
Edhem Paşa, Sakızlı ve Rum asıllı olup, eski sadrazamlar­dan Hüsrev Paşanın kapdan-ı deryalığı döneminde Sakız is­yanının bastırıldığı sırada esir edilmiş ve Hüsrev Paşa kendi­sinde zekâ pırıltılarını sezmiş ve Avrupaya tahsile gönder­miştir. Meşhur Sağır Memduh Paşa'nın Esvat-ı Sudur adlı ha­tırat eserinde paşayı anlatan satırlar şöyle" Sultan Abdülme-cid devrinde mabeyn-i hümayun feriki (korgeneral) İdi. Sa­raydan ülkeye dafıada yararlı olmak için çıktı. Vezir oldu. Hâriciye vekilliğine de tâyin oldu. Abdülaziz Hân zamanında kendisine verilen nazırlıkları gayet güzel tedbirlerle ve nâ-muskâra ne bir anlayışla idare etti. Mahtû 2. Abdülhamid Hân'ın 3. sadrıazamıdır. (Memdufı Paşa bu hatıratını 1920'lerden sonra yazmıştır) Midhat Paşa azledilip, sürgüne gönderilince yerine tâyin olunmuştu. Bir defa sadrıazam ol­du. Bu görevden alındığında Viyana sefarethanesine gönde­rildi. Daha sonra İstanbul'a çağırılıp, dâhiliye vekilliği uhde­sine verildi. Edhem Paşa, ilim ve fen kollarında cidden bilgi sahibi bir zattı. Avrupa siyasetinin inceldiklerine vâkıf bir kimseydi İleri görüşlülük dediğimiz fera seti bütün mükem-melliğiyle ortadaydı. Sâhilhaneleri pek yakınımızda oldu­ğundan dolayı özel toplantılarından dinleyici olarak İstifade ederdim." Biz de kaydedelim ki, kardeşi Fener Patrikhane­sinde yüksek rütbeli bir ruhban olup, kisve-i katranisi üze­rinde olduğu halde, Ağabeyini zaman zaman ziyarete gelir­miş ve sadrıazam mahcubiyetinden biraz üzülürmüş, günün birinde kardeşine daha seyrek gel demek mecburiyetini hissetmiş                        .

Meclisi Mebcısan'ın Kuşâdı


Mİdhat Paşanın sürgün edilmesi sonrasında dışta ve içte Midhat Paşa olamadan da, meclis-i mebusan açılır ve teşki-lât-ı esasiye'ye göre parlamenter sistemi yürüteceğimizi gös­termek gereği göz önüne alınarak meclisin küşadmmın hzı-landırılması yolu tercihi edildi. Midhat Paşa gönderilmeden evvel seçimle intihab olunmuş mebuslar İstanbul'da toplan­mağa başladığı esnada ayan meclisi de teşekkül ettirildi. Ba­kanlar kuruluda, padişahın açış nutku olarak irad buyurucağı mevzuları müzakere ederek müsvedde olarak tesbit ettiler.
Dolmabahçe Sarayında, muayede salonu yâni bayramlaş­ma salonu denilen platformda 2/R.evvel/1294-7/Mart/1877 Pazartesi günü ecnebi misyon, devletin kurumlarının ileri ge­lenleri bu toplantıda isbat-ı vücud ettiler. Ayan üyeleri (sena­törlerde mebuslar hemen taht-ı hümayunun karşısında yer aldılar. Davetliler ise bu topluluğun sağı ve soiunu doldurdu­lar Padişahın teşrifini beklediler. Az sonra padişahın yanında veliahd Mehmed Reşad Efendi, Şehzade Kemâleddin Efendi ile birlikte salona girip tahtın önünde durdu. Sadrıazam Ed­hem Paşa,Sultan Hamid'in elinden yazılı metin hâlindeki nutku alıp, Mabeyn başkâtibi Said (Paşa) Efendi'ye verdi bu zatda nutku okudu .Akabinde toplar meşrutiyetin meclisinin açıldığını ilân etmiş oldu. Bilhassa ecnebi misyon bizim mec­lis sisteminde zorluklar yaşayacağımızı, acemilikler olabile­ceğini sandılarsada Ahmed Vefik Paşa bu beklentiyi boşa çı­kardı. Dikkatli bir idare ve nâzik tutum başarıyı sağladı.


Osmanlı-Rus Savaşı( 1293-1877)


24/Nisan/î877'de Rusya'nın vazife başndaki maslahatgü­zarı Nelidof, Hariciye nazırımız Safvet Paşaya Çar imzasını taşıyan ilân-ı harp notasını verdi. Aynı günde Ahmed Tevfik Bey, Osmanlı devletinin Petersburgdaki elçisi olarak pasa­portunu aldı. Bu suretlede, 1293 yâni 93 Harbi denen Os-manlı-Rus savaşı başlamış oluyordu.
Bu savaşın Anadolu cephesi ve Rumeli cephesi diye ikiye taksim olunması pek büyük bir alanda cereyan etmesinden-dir. Rumeli tarafındaki diğer tâbirle avrupa tarafında ve Tuna Nehri havalisinde baş kumandan Çirpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa idi. umumi Karargâhı Şumnu şehrindeydi. Saraybos-na'da Veli Paşa, İşkodra'da Ali Sâib Paşa Yenipazar'da ise Mehmed Ali Paşaların birlikleri doğrudan doğruya Başku­mandan Abdülkerim Nâdir Paşa emrinde değildi. Abdi Paşa­nın emrinde garb ordusuda denilen Osman Paşa (daha sonra Gazi Osman Paşa) komutasındaki ordu Başkumandana bağ­lıydı. Batı cephesindeki Şark Ordusu adı verilen birliklerin kumandanhğıda Müşir Ahmed Eyyüb Paşadaydı. Yine Tuna kıyısında Rusçuk merkezi durumundaydı bu Şark Ordusu­nun. 3.Ordu ile Şark Ordusu arasında yer alan bir ordu daha vardıki, bu da garp cephesindeki Cenup, yâni Güney ordusu idiki bununda komutasına Askerî mektepler nazırlığında tuğ­generalken müşirliğe yükselmiş bulunan Sultan Abdülaziz'in hafinde büyük dahli bulunan Süleyman Hüsnü Paşa'ya veril­mek üzere çağrılmıştı.
Abdülkerim Nâdir Paşanın emrine verilmiş bulunan bu or­duların gene! mevcudu ikiyüzbin sayısının eteğindeydi. Rus­lar ise ilk anda Tuna üzerine 250 bin kişilik bir kuvvet yığ­mıştı. Bu birliklerin en kalabalığını Ahmed Eyyüb Paşann or­dusu idi ve yüzbin kişiyi buluyordu. Rus ordusunun yukarıda ilk andaTuna'ya yığdığı 250 bin kişilik asker bizim sayımız­dan haylice fazla olduğu gibi bunlara gizli veya açık, Roman­ya, Sırp ve Karadağ takviyesini ilâve ederseniz dengenin adamakıllı aleyhimize olduğu müşahede olunur. Çünkü Sırp birliklerine bir Rus generali kumanda ediyordu.
22/Haziran/1877'de takriben savaş ilânından sonra Rus­lar, Tuna Nehrini geçmeye başladılar. General Zimmerman Alman asıllı bir Rus generali olup, kırkbin mevcudlu birlikle­rini Macin denilen noktadan geçerek Dobruca'nin kuzeybatı­sında görünmeye başladılar. Dört gün içinde Tuna'nın orta­sından geçmiş oluyorlardı. Buda Ziştovi ile Niğbolu'nun ve de Plevne'nin uzak olmadığı bölge idi, Niğbolu ile Plevne'yi biribirinden ayıran Osma Nehri oluyordu. Grandük Nikola başkomutan olarak birlikleri ni yönetiyordu tabii ilâve ede-limki, bu kişi Çar'in kardeşi idi. Tuna'nın geçilmiş olması Os­manlı askerinin yenilmiş olması mânasına alan kıyamet gibi askeri otorite görüşleri mevcuddur. Bu geçişe adetâ seyirci kalan Abdülkerim Nâdir Paşanın Viyana'da yetişmiş olması­na rağmen ve haylide bilgili olması Rusiarı Tuna'yı aşması sırasında bastırmaması izahı olmayan bir hatadır. Zâten pa­dişah daha sonra bu paşasını divân-ı harbe sevketmiştir.
Öte yandan; General Gurko, önce Tırnova'yı ele geçirdi. 16/Temmuz/1877'de Niğbolu Rusların eline geçince Edir­ne'ye inişi sağlayacak tek şey düşmanın balkanlarda durdu­rulması idi. Şıpka Rusların eiine geçtiğinden Osmanlı kuv­vetlerini bir araya getirebilmek Şıpka'nın Ruslardan kurtarıl­masını icâb ettiriyordu.17/Temmuz/1877'de Çirpanlı Abdül­kerim Nâdir Paşa azledilerek Müşir Mehmed Ali Paşa yerine başkumandan olarak tâyin olundu. Ne varki böyie pek mü­him ve büyük savaşı kazanmayı becerecek tecrübe ve çapda olmayan bir askerdi. Üstelik emrindeki komutanların bilhas­sa müşir olanlarının çoğu Mehmed Ali Paşa  başaracağına, savaş kaybedilsin diyecek şahsiyetlerdi. Nitekim T.Yılmaz Öztuna Bey, Türkiye Târihinde 7. cild, 147. sahifede şu satır­ları yazmaktan kendini alamaz:  "Son yıllara kadar gizil ka­lan bazı çok mühim vesikaların TTK (Türk Târih Kurumu) uayınianması ile, hu müşirler arasındaki çirkin ve aşağılık rekabet ve düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.İnhitat (çöküş) dev­ri Türklyesinde mânevi yapının ve vatan sevgisinin ne dere­kede olduğunu anlamak için, bu vesikaları okumak kâfidir. Gene bu vesikalar, savaşı Abdülhamid Hân'ın Yüdız'dan ida­re ettirdiği için kaybettiğini savunan eski ve gülünç tezi,ta­mamen çürütmüştür. Yıldız'dakl seraskerlik kurmayları bu ' müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önleyebilmek için, hazan müdehale etmişler ve tabii padişah nâmına emir vermişlerdir. Aşağıda görüleceği gibi, Gâzİ Osman Paşa'rrn Plevne'yi sonunda bırakmasıda, Türk kumandanlarının bu kaleye kâfi yardımı yapmamış olmaları dolay siy ladır." De­mektedir.
Gazi Osman Paşa ifadesini alıp dersini verdiği Sırplar kar­şısındaki başarısı hasebiyle 45 yaşında olduğu halde Müşirlik rütbesine yükseltilmesi yapılmış ve Vidin'den Plevne'ye git­mesi emredilmişti o da bu emri yerine getirmiş geldiği Plev-ne'de elinden geldiği kadar bir palangadan bile kötü du­rumda olan mevziyi hayli tahkime muvaffak oldu. .    Beri yandan da yine genç müşirlerden biri sayılan Süley­man Hüsnü Paşa, emrindeki kolorduyla Hersek'ten yola çı­kacak ve Tuna cephesine gicjecek idi ki bu çok uzun bir yol­culuk olduğundan deniz yolu denemek şekli tercih edildi. Bu kadar büyük bir askeri birliğin, Osmanlı devleti târihinde ilk defa donanma ile nakledildiği görüldü. Süleyman Hüsnü Pa­şa 25 bin askerle İtalya'da bulunan Bari limanına geldi burda bindiği gemilerimiz İle bir zamanlar Gedik Ahmed Paşanın pür velvele çıktığı Otranto'yu geçip Yunan denizi, Mora ile Girit Adası vede Ege denizinden geçip Batı Trakya'da Dede-ağaç umanına Meriç nehrinin az batısındaki noktaya çıkardı. Dedeağaç'dan trenlere binen koskoca kolordu mevcudu Kı­zanlık yakınlarında trenden indirilerek, Rus Generali Gur-ku'nun elindeki Şıpka geçidine gelip, geçidin güney yönün­deki eteklerine yayıldılar.
Hüsnü Paşa bunları yaparken, Gazi Osman Paşa'da 20/Temmuz/1877'de Plevne'de Şilder Şuldaner adlı Rus ge­neralinin saldırısına mâruz kaidıysada, üçbine yakın telefat veren Ruslar, ağırlıklarımda bırakarak bozgun hâlinde firar yoluna düştüler. Ancak çok geçmeden Kurdener adlı genera­lin takviye ettiği bu birlikler onuncu gün sonunda bir daha Osman Paşa ve Plevne üzerine yürüdüler. Takvimler, 30/Temmuz/1877 târihini gösterirken, moskof ellibin asker, 184 adet topla saldırıyı başlattılar. Bizim kuvvetlerimizin mevcudu 23 bin kişi olup, 58 adetde topumuz bulunuyordu. Bu defaki saldırı da birincisinden pek farklı olmadı Alman asıllı general Kurdener'de 7500'e yakın telefatla Plevne'nin önünden çekildiğinde dünya, Gazi Osman Paşanın cihan harb târihine getirmiş olduğu değişik müdafaa sistemlerini kaydediyor böylece bu ünü ve kendi büyük kumandanı tanı­mış oluyor idi. İki devletin reisi bizim Abdülhamid Hân'ımız ile moskof'un ki Çar nefeslerini adetâ tutmuşlar Plevne üze­rindeki mücadelenin sonucunu bekliyorlardı..
Öte yandan, büyük bir askeri nakliye harekâtını başarmış bulunan Süleyman Hüsnü Paşa, Şıpka Geçidini aşmak için bir ölüm taarruzları adı verilecek hücumlar tertipliyor, 1915'lerde Çanakkale savaş larında yaşanacak bir fenome­ne kırk küsur sene evvel öncülük ediyordu. Bu geçide yedi gün yedi gece taarruz ediyor 20/Ağustos'da başladığı taar­ruz, 26/Ağustos'da Kızanlık'a çekilmekle nihayet bulduğun­da Rusların Şıpka geçidi üzerindeki hâkimiyeti devam ediyordu. Bunun önemli sebeblerinden biri olarak Rusya'nın Tu-na'yı geçmesi esnasında, harekâtın tam ortasındayken, Cır-panh Abdülkerim Nâdir Paşanın bunların üzerine saldırma­ması,güçlerinin bir bölümü karşı sahildeyken bu tarafa geç­meye muvaffak olanları temizlemeye başlasaydı, bizim mer­hum Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın Sen Gotar'da yaşa­dığı unutulmaz acıyı Moskof'a tattirabiiirdi ve bunu yapma­ması Nâdir Paşanın suçlu olduğunu göstermekle beraber da­ha sonraları divân-ı harbe verilen Paşa buradaki savunma­sında,  heyet üyelerini ikna etmiş olmahki, beraat etmiştir.
Süleyman Hüsnü Paşa; Şıpka üzerinde bir deneme daha yapmış 17/Eylül'de düşmana ve geçide saldırıya geçmiş fa­kat bu ademi muvaffakiyetle neticelenmişti. Rusların jna plânında hedef kısa zamanda Edirne üstüne inmek ve ora­dan ver elini Çatal ca burayı da astımı İstanbul'a varacak yo­lu tıkayan şimdiki Gazi Osman Paşa, o zamanlar Yıldız Tabya olarak isimlendirilen, bizzat Sultan Abdülhamid Hân ile Elena kahramanı Çerkeş Deli Fuad Paşanın birlikte tesbit ve tahkim ettikleri mevki müstahkem kalıyordu. 195O'!erde büyümeye başlayan İstanbul'a bu günkü Gazi Osmanpaşa iskâna açılırken,devrin İstanbul Valisi Ord.Prof. Fahreddin Kerim Gökayı, o sıralarda Eyüp Sultan kazamıza bağlı olan bölgeye Yıldız Tabya adı verilmesi için devrin Eyüp ilçesi De­mokrat Parti İlçe Başkanı Şükrü Tayşm Beyefendinin ikna et­meye ve bunda başarıya ulaştığını Valinin, bu teklifi kuvve­den fiiie çıkarmadaki; kabul sesini bu satırların sahibi olan fakir-i pür taksir olan bendenizde duymuştum.
Abdülkerim Paşanın azli üzerine başkumandanlığa getiri­len Müşir Mehmed Ali Paşa, Süleyman Hüsnü Paşanın Şıp-ka'yı aşamaması üzerine Grandük Nikola kuvvetlerine hücu-ma geçmek üzere plânlarını yaptı ve Ağustos ayı sonu itiba­rla da plânını tatbike koydu. Mehmed Ali 'Paşa üç ayrı târihte dört tane meydan muharebesi yaptı ve bunların herbi-rinden zaferle çıktı. Bu meydan muharebeleri 22/Ağustos'da Ayazlar meydan muharebesi, 30/Ağustos'ta Kahraman meydan muharebesi, 5/Eylül'de de Kaçılova ve Ablova meydan muharebeleri oimuşturki bu sonuncu bir günde iki muharebe olarak vukubulmuştur. Mehmed Ali Paşa bu sa­vaşları, Plevne'ye yardıma gitmek için yapıyordu. Ne var ki takviye yolu kesilememiş Rus birlikleri durmadan cepheye takviye ediliyorlar, bizim bu tarafta söndürdüğümüz her ha­yatın yerine bir misli yeni canlıyı karşımıza çıkarıyorlardı. Plevne'ye gitmek bu sebebden kabil olamıyor. Buna karşılık Gazi Osman Paşa Pievne'de harikalar sergiliyor, yardımı dört gözle bekliyor, yardım geldiği takdirde bu Rus kuvvetleri üze­rine topluca hücum etmekle dağı- tılması şüphesizdi. T.Yıl-maz Öztuna bu zaferlerinden sonra Müşir Mehmed Ali Paşa­nın yavaş hareket ettiğini, bunun düşmana zaman kazandır­dığını ifade ederek, şunları ilâve eder: "Bir kaç meydan mu­harebesi kaybetmiş bulunan Grandük Piikola'nın durumu Eylül'ün ilk üç haftasında son derece kritikti. Ağabeyi Çar Alkesandr bile cepheye ue Pieune önlerine gelmiş, askerini leşçi ediyor idi. Petersburg'da anarşistler, Rusya'nın şerefinin mahDolduğundan bahsedip hükümete karşı ha rekete geç­mişlerdi. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Mehmed Ali Paşa, bu müsait ortamdan zaferi çekip çıkaracak adam değildi. Osman Paşanın askerlik dehasından mahrumdu, üstün düş­man kuvvetlerine karşı başarı kazanması kazansa bile bun­dan netice isithsat etmesi mümkün olmadı.'1 Demektedir. Gönül isterdi ki bu değerli eserler sahibi tarihçi T.Yılmaz Öz­tuna hemen buraya Süleyman Paşaya bana katıl emrini yeri­ne getirmemesinide buraya ilâve ederek bu kanaati serdet-şeydi yoksa Mehmed Ali Paşanın ard arda kazandığı dört meydan savaşını hiç mesabesinde gören bu yaklaşımın izahı yoktur. Mehmed Ali Paşa yardıma çağırdığı Süleyman Paşa­nın ihanet sayılacak gelme meyiştyle 21/Eylül'de Çakırköy Meydan muharebesinde Ruslar karşısında mağlub olmaktan kurtulamadı. Müşir Mehmed Ali Paşanın bu mağlubiyeti baş­kumandanlığının sonu oldu ve hasretle beklediği bu göreve Süleyman Hüsnü Paşa 28/Eylül/1877'de getirildi. Yine sayın Öztuna Bey'in, iki kumandanı değerlendiren şu kısa ifadesini alıntılayalım: "..Mehmed Ati Paşanın kumandanlığı 2 ay,  12 gün deuam etmişti. Süleyman Paşanın Mehmed Ati Paşa da olmıyan cesaret,daha doğrusu atılganlık cür'et ve enerjisi beğeniliyordu.."
Bu arada da,l l/Eylül/1877'de Gazi Osman Paşa 3.Plevne zaferini kazanıyordu. Bu seferinde Ruslar şaşkın, bütün ihti­yat kuvvetlerini buraya yığarak işe kalkışırken, başşehirlerin­den Çar'ın koruma birliklerinide getirmişler mevcuda ilâve­ten altı adet Rus tümeni Plevne önüne konmuş ellibin kişilik Romanya ordusuna ihtiyaçlarını Çar, Prens Karol'a Türkler bizi mahvediyor! Yetiş yoksa hristiyanlık dâvasını kaybediyor şeklinde telgrafla bildirmiş oluyordu. Asırlardır, Osmanlı tabi-yetine bağlı olarak hayat süren Romanya ve bunun temsilcisi Prens, 3 piyade ve de 1 süvari tümenleriyle istenilen İmdada geldi. Çar, ordusunun idaresini ve Plevne savaşının kuman­danlığını Karol'a bıraktı. Çeyrek asır önce Osmanlı-Rus sa­vaşının başka bir adı olan Kırım Muharebesinde Sivasto­pol'ün meşhur tahkimatını yapan general Totleben bu ordu­nun kurmaybaşkanlığını üsttendi. Romanya bu yardımı canla başla yapmaya neden ihtiyaç duyuyordu derseniz? Herhalde Rus vaadi'nin bunları bağımsız, bir krallık dev leti kılma ol­duğunu hemen çıkarmak kabildir. Demekki bizim siyasileri­mize düşen o sırada bir murâ hhas göndererek, bağımsızlığı­nızı vereceğiz, Ruslara karşı oeraber olalım demek olmalıydı. Hemen ifade edeyimki, Abdülhamid Hân'ın ve devrinin anlatiminin bitimine, okuma parçası olarak koyacağımız, yazıldı-ğı 1910'dan sonra ilk defa Osmanlıcadan sadeleştirilmiş lâti-nize edilmiş Niçin Mağlup Olduk? adlı eserden bazı seçmeler koyarak bu hususda siz okurlarımızı tenvir etmeye çalışaca­ğız.  
                                                              '

Plevne Nasıl Düştü?


10/Aralık/1877'de her savunma savaşının başına gelen gibi Plevne'de akıbetini yaşama hususunda kaderini gördü. Takviye alamayan muhasara altında kalan bir müdafii so­nunda kaybetmeğe mahkûmdur, üstelik muhasaracılar habî-re takviye alıyor ise, misâl olmak üzere; İstanbul fethini ya­pan ordumuz, donanmamız hem Karadeniz üstünden hem de Marmara üzerinden ve Edirne istikametinden vede Bursa, Yalova, Karamürsel ve Koca eli istikametinden Üsküdar'a kadar uzanan arazide mevcudiyeti kesin olduğundan asla bir takviyeye mâlik olmayan Bizans sonunda teslim olmaya-cakda, şehirle beraber buharlaşıp gayb illerine mi firar ede­cekti. Siz; bakmayın târihimizde bir binek taşı kadar büyük­lükte pırlanta parlaklığında zafer kazanan Kanije Müdafaası­na ve onun seksenyedi yaşındaki kumandanı Tiryaki Hasan Paşaya.. Bu muvaffakiyeti üzerine vezirliğe yüksel tildiğinde ağlamaya başlamış ve niçin ağlarsın Paşa Baba dediklerin­de, evlâdlar ben ağlamayayım da kim ağlasın koskoca dev-let-i âliyye bizim gibi çoluk çocuğu vezir yapmaya başladı diyecek kadar mütevazı bir insandı. Zafer insanı mağrur ya­par, ama adamlık o zaferin oyuna gelmemektedir ve asıl za­fer kendine yanaşmakta olan 'gururu kovabilmeyi becermek­tir. Tiryaki Hasan Paşa böyle biriydi ve doksanlık Kuyucu Murad Paşanın emrinde olarak Anadoludaki isyan hareketle­rini tenkile bu zafer sonrasında gitmekten imtina etmemiştir.
Gazi Osman Paşa yardımların gelemeyeceğini, vazifeyi üstün bir başarı ile gerçekleştirmenin verdiği kuvve-i mâne­viye ile bir huruç, yâni savunma alanından çıkarak etrafını saran çenberi kırıp geçme böylece bir çıkış yolu aramaktı, o kadar büyük taktisyen bir kumandanın yardım gelmediği takdirde savunma savaşının zafere inkılabının olamaya cağı­nı bilmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Nitekim; bu huruç harekâtında Paşanın üzerinde bulunduğu ata kurşun isabet etmiş at yıkıldığı gibi muhtemelen aynı mermi Gazi Osman Paşanın sol dizinden yaralanmasına sebeb olmuştu.
Bu vaziyet karşısında Gazi Osman Paşa istişarelerini yaptı ve erkân-ı harb reisi Mirliva   Tevfik Paşaya, Ruslar ile teslim şartlarını konuşması emrini verdi. Rus general Sturukof Tev­fik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşanın yanına geldiğinde Paşanın yaralı ayağının pansumanı yapılıyordu. Gazi Paşa; Sturukof 'a yer gösterdi oturması için general kendinden yüksek rütbeli Gazi Osman Paşa karşısında ayakta durmayı bir hürmet ifadesi olarak tercih etti. Fransızca olarak müka-leme yapmakta olduğu zaman general Sturukof, esas duruşa geçerek konuşmasını yapma nezaketini göstermekteydi. Az sonra bu yere gelen korgeneral Ganetski, Osman Paşanın kı­lıcını teslim aldı. Bu olayı duyan Çarın kardeşi Grandük Ni-kola hemen geldi ve askerlik ve esaret ilkelerine uymayan bir davranışla Gazi Paşanın kılıcını kendisine iade edip, mü­dafaadaki başarısını tebrik etti. Böylece Osman Paşa dünya durdukça anılacak olan Plevn^e Müdafaasını 4 ay, 23 gün sür­dürmüş ve Plevne düştükten sonrada, 93 bozgunu denen dö­nem bizm için için başlamış oluyordu.
Beş aya yakın Plevne önlerinde bir avuç Osmanlı askeri ile kaleye benzer hiç bir yeri kalmayan bu arazi parçasına mıhlanıp kalan 150 bin kişilik Rus ordusu, bir felâket rüzgârı hâhnde topraklarımız üzerinde uçuşuyorlardı.

Sırplar Ve Karadağlılar


Osmanlı ordusu Ruslar ile böyle bir uğraş verirken 14/AraIıkta taarruza geçen Sırplar, 26 gün sonra Ocak/10'da 1878'de Niş'e girerlerken, Karadağlılar ise deniz tarafı üzerin den gelmek suretiyle Bar'ı alıp, Adriyatikte Dul-cigno limanını ele geçirdiler Arnavutluğun İşkodra etrafında dolanmaya başladılar. 24/Şubat/1878'de Romanya da Vi-din'e el koymuştu. Buradan Kuzeybatı Bulgaristan işgalini tamamlayıp, bütün müslüman unsurları muhacerata tâbi tut­tular. Yunan ise, savaş açıyorum haberini bile vermeden Te-selya ovasına dalıverdi. Serasker kaimakamı Müşir Rauf Pa­şa ile Süleyman Hüsnü Paşa arasındaki düşmanlığın ileri saf­hada olması, Balkanlardaki dağlarda yapılabilecek savunma şansımızıda ortadan kaldırdı. Ocak/9'da General Radetski, bizim Veysel Paşanın kolordusunu mağlup etti. İşin fecaati Veyseİ Paşa 280 kişilik subay kadrosuyla ve 12 bin askeriyle düşmana teslim olmuş idi. Veysel Paşanın kolordusunun ka­lan kısmı başıbozuk bir halde dağılıp gitti. Süleyman Paşa ve kuvvetleri Tatarpazarcığı'nda bulunmaktaydı. Buralarda bir savaş vermeden çekilmeye deavm eden Süleyman Paşa Gü-mülcine'ye ka dar çekildi. Çorap söküğü gibi gelen işgaller bir musibet yağmuru hâlini almıştı.
General Radetski Meriç nehrini hiç bir müdehaleye mâruz kalmadan geçerken, 3/Ocak/1877'de Sofya, 8/Ocak'da Kı­zanlık, 9/Ocak'da Samakov, 14/Ocak'da Eski Zağra'nın güneybatısında Çırpan, Yeni Zağra, 2 gün sonra Tırnova, 17/Ocak'da Filibe, iki gün sonra Cisr-i Mustafa paşa (Musta­fa Paşa Köprüsü), 20/Ocak Edirne'nin Rusların eline düş­tüğü bir kara gün oldu. Tuna üzerinde savunmasını devam ettiren Rusçuk kalmıştı. Müşir Ahmed Eyyüb Paşa, şehir ha-rab olmasın diye savunma yapmamış Kırklareli'ne çekilrnesiyle birlikte bu şehirdeki cephaneleri ateşlemiş bu târihi şehrimizin nice güzellikteki anıtları ve hatıraları mahv olur­ken, kalanları da, barbar moskof yok edercesine tahrib eyle­di 6/Şubat/1878'de Rus Grandükü Mikola ordugâhını Ayas-tefanos (Yeşilköy) çayırına kurdurdu. Rumeli cihetindeki bu savaşdan müteveîlid milletimizin çektiği ızdıraplarm anlaşıl­ması için, Eski Zağra Müftüsü Râci Efendinin, M.Ertuğrul Düzdağ tarafından lâtin harflerine çevirmiş olduğu ve hariku­lade üslubuyla sadeleştirdiği eserden okunması Rus, Bulgar, Yunan, Sırp ve Romanya velhasıl hristiyanların, müslümanla-ra yaptıkları işkence, soykırımı tüyleriniz ürpererek vijdanınız sizlıyarak, gözleriniz durmadan yaş akıtarak okursunuz böy­lece dedelerimizin, ninelerimizin yetişmişse babalarımıza çektiklerini derhatır eyleyip, milletimizin bir daha böyle va­him hallere düşmemesi için okumuş ve insana saygılı, va­tanperver, Allah'dan korkar, Peygamberden utanır ve onun öğütlerini her şeyin üstünde tüten bir toplum inşaasına bak­malıyız ve istiyorsak su!h-u salah, hazır ol cenge darb-ı me­seli bizim kulağımıza küpe olmalıdır.

Anadolu Cephesi


Meşhur 1293/1877 Osmanlı/Rus muharebesinin Anadolu cephesine dâir anlatacaklarımıza geçerken "Başımıza Gelen­ler" Mehmed Arif Beyefendi'nin yazdığı kıymetli eser M.Er­tuğrul Düzdağ Beyefendi tarafından nefis bir sadeleştirmeyle lâtin harfli neşriyatımıza kazandırılması çeyrek asrı aştı ve zaman, zaman Osmanlı Târihinin pek elîm ve te'siri büyük bu savaşının hatıralarını, adı çjeçen eserden okurum. Târihde büyük değişikliklere sebeb olmuş nice savaşlar vardır, ancak bu savaş Osmanlı İslâm devletinin dünya yüzündeki hatır-ı sayılır hâlini hayli rahnedar etmiş, büyükçe toprak kaybı-nada sebeb olduğu gibi', dört asırdır yaşanmamış kesafetde ve sıkıntılı bir muhacerat yaşanmasına sebebiyet vermiştir hem devamı esnasında hemde neticesi itibarıyla. Balkanların haritası hiç böyle mühim değişikliğe maruz kalmamıştı. Bu facia ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın yinede bütün kemâla-tı ile anlatmak nakâbildir, Allah'dan Mehmed Arif Bey mer­humun eserinin 1.cildinin 62.sahifesindeki "Mâ iâ yüdrekü küllehu lâyütrüke külluh" <tamami yapılamayan şey, o se-beb ile terk olunmaz. Elden ne geliyorsa, kadarı yapıhr> mânasına gelen ifadededen aldığımız cesaretle, mevzubahis muharebenin Anadolu cephesini nakle geçelim cesaretinide elde ettik.          
                                                               

Gazı Ahmed Muhtar Paşa'nın Ikazı


Yukarıda adı geçen Başımıza Gelenler adlı eserin yazarı Mehmed Arif Bey merhum diyorlarki: "Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile bir gün bu harbin sebeb olduğu idarî malt ve askeri zararlarımızdan söz ederken Paşa: <Dersaadet'teki konferans toplandığı sırada ben Hersek taraflarında Karadağlılarla mu­harebe etmekteydim. Konferansın tekliflerini deuletin kabul etmediğini ue konferansın dağılacağını işittim. Devletin poli­tikasına müdehâle etmek vazifem haricin [eyken, fakat dev­letin hayrını isteyen bir bendesi olduğurn için herşeyi göze atarak, o sırada serasker olan Redif Paşa'ya gayet mühim bir telgraf yazdım. Devletin, Rusya ile muharebeye girmekten çekinmesini bildirdim. Bu telgrafım hususî meclisde oku­nunca Muhtar Paşa seferberlikten ürkmüş ve korkmuş olma­lı diyerek beni Girid Valiliğine, Süleyman Paşayı da müşir­likle benim yerime Karadağ kumandanlığına tâyin ettiler. Arası yirmi gün geçmeksizin Anadolu Harp Ordusu kuman-danlığı vazifesiyle Erzurum'ma gönderildim.> Demişti" Di­yor. Biz burda Gazi Ahmed Muhtar Paşanın savaşa girilme­mesi esbab-ı mûcibesini ifadeye lüzum görmüyoruz. Ancak buda öncelikle hatırlatmak zorunda olduğumuzu biliyoruz, ,. savasa girmeyin diyen zât sonunda haklı çıkmakla bera-h karşı olduğu savaşın en kahraman kumandanları arasın­da tanınmış, ona göre azim ile vazifeyi de ifa etmiştir.
Simdi; biz Mehmed Arif Bey merhumun adı geçen eserinin 1   cildinin 96. sh.den Muharebeye gidiş sebebim başlıklı ya-zısından bir alıntı yapalım: "..Fakir; Erzurum vilâyeti Divân-t Temyiz Mahkemesi başkâtibi olarak bulunuyordum. Bazı dostlarım ve bilhassa mahkeme reisi bulunan merhum Nafiz Paşa'nın teşvikiyle yerli halktan iki tabur gönüllü asker teş­kil eyledik. Taburların birisi <MMîye> ve diğeri medreselerde­ki tâlebei ulûmdan müteşekkil olduğundan <İlmiye><di." diyen Mehmed Arif Bey, bu iki taburu ahaliden topladıkları yardımlar sayesinde tek tip elbiseyle giydirip, muntazam tâ­limlerin sonunda bir kaç ay zarfında her türlü vazifeyi yerine getirebilecek iki taburu meydana çıkarma şansı bulduklannı kaydeden Mehmed Arif Bey kendisininde Millîye taburu sağ-kolağası rütbesini hâmil olduğunu beyan ediyor. Bu arada da, Rumeli cihetinde Osmanlı ordularında savaş hazırlıkları sürerken,bilhassa Tuna Nehri civarında sıcak savaş inkişaf kaydederken,Erzuru m'un ve Kars'ın zahiresini külliyetli miktarda satın alan Rusların ticari hayata hareketlilik getirir­ken onlarla savaş halinde olduğumuz vali olan Samih Pa-sann aklına hiç düşmemişti.Daha sonraları ilâç gibi arayaca­ğımız zahirenin Ruslara satıldığını haber alan Dersaadet,yol­ladığı emir ile bilhassa Rusya'ya zahire satışını yasaklamış idi.Tabii bu hususda teemmül etmeyen ve haylice zahirenin Ruslara satılmış olması,Samih Paşa'nın Erzurum Valiliğinin sonunu getirdiği görülüyor.Daha sonra Samih Paşa Girid'e vali olarak gönderilmiştir.Şeklinde bizleri bilgilendiren Meh­med Arif Bey,merhumun güzel kaleminden Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin Erzurum'a gelmesini şöyle nakle­diyor:
"Muhtar Paşa l/Nisan günü Erzurum'a geldi.Karşıtamak için hep beraber şehrin dışına çıkıldı ğında bizim Millîye ta­burunu da götürmüştük.Askerce karşılama merasimi ue se­lâm ifâ olunduk dan sonra şehre dönüldü. (.)fakir de taburu­muzun zabitlerini huzuruna götürmüş idim.Memnun oldu.Öğüt verici bir konuşma yaparak zabitlere askerlik vazife­sinin ne olduğunu anlattı.Bütün zabitlerle birlikte odadan çı­karken beni arkamdan çağırttı. Çünkü iki sene evvel vali ue yine or- du müşiri olarak Erzurum'da bulunduğu sırada faki­ri tanımış tardı. Buy urdular ki:<Pekâla!Bu askerliğinize diye­cek yok.Ama şu kılcı bıraksanız ve yine kalemi elinize alsa-nızda birlikte sahici bir harbin icraasında bulunsak, fiilen bir askerî vazife ifa eylesek daha iyi olmazmı? Teşkil ettiğiniz as­ker oyuncak gibi süslü ve sevimli şeylerdir, ama aslında bir gösterişten ibarettir. Harp sırasında bunlar hiç bir işe yara­maz. Allah muvazzaf ve muntazam askerlermizin eksikliğini göstermesin. Siz yine arkadaşlarınıza bir şey söylemeyiniz, onlar işlerine devam ededursunlaı: Siz hemen kıyafetinizi de­ğiştiriniz, buraya geliniz. Zira yazılacak pek çok şeyimiz var.> Diyen Mehmed Arif Bey, bu istek üzerine taburu 4.ordu jurnal kalem başkâtibi adaşına bırakır ve ayrıca vali durumu içinde olan Kurt İsmail Paşaya vaziyeti bildirdikten sonra Ah-med Muhtar Paşa'nın yanına katılır. Mesai başlar ve Paşa, Ik iş olarak hudut arazisini de içine alan en büyük haritayı tet­kik etmek istediğinden yanma ister. Erkân-ı harplerin cevabı ise; meşhur Alman Kibert'in coğrafyasından kopya edilerek büyütülmüş bir kaç tane olup maksadı temin edermi bileme­yiz olur. Evet senelerdir imârına gayretle çalışılan bölgenin doğru dürüst bir haritası olmaması ne büyük eksikliktir diye hayıflanan Mehmed Arif Bey, çok mühim ve bilinmesi gere-bir bilgiyi adı geçen eserinin 100. sahifesinde şu ifadeyle . uiaştırıyor: ".Erzurum, Kars, Ardahan istihkamları yapı­lırken yâni muharebeden beş-on sene evvel bile oralarda birçok erkân-ı harp ümera ve zabıtanı bulunuyordu. Bunla-nn içinden Kütahyalı Akif Bey gibi bazı gayretli zatlar <boş kaldığımız vakitlerde Rus hududunu gezelim ue mufassal bir haritasını çıkaralım> teklifini o zaman istihkâm komisyonu reisi bulunan Fosfor Mustafa Paşa'ya arzetüler ue izin istedi­ler. Lâkin Fosfor hazretleri <arnan aman Allah aşkına böyle şeyleri karıştırmayınız. Nenize lâzım sız işinize bakınız> ceua-bıyla bu adamların teklifini redetti."
Şeklinde vaziyeti bizlere aktardıktan sonrada, şu mütala­ayı yapıyor ki bir örnektir, aynı bu günde olu yor, böyle gi­derse yarın da devam edecektir: "İşte efendim; çok derin dü­şünenlerimiz böyledir. Pek derinine gitmeyenlerde yukarıda zahire meselesinde hâli gösterilen Sâmih Paşa gibidir. İkisi ortasını bulmak pek güç uesselâm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı