13 Haziran 2011 Pazartesi

SULTAN II. MAHMUD HAN

SULTAN II. MAHMUD HAN


Babası: Sultan I. Abdulhamid Han
Annesi: Nakşidil Sultan
Doğum Tarihi: 1785
Vefat Tarihi: 1839
Saltanat Müd.: 1808-1839
Türbesi: İstanbul Çemberlitaş'tadır.

Şehzade Mahmud, Osmanlı devletinin 32. padişahı olup, 22. halifesidir. 1. Abdülhamid Hân'ın, Nakşidil adlı hanımsn-dan dünya'ya gelmiştir. 22/ramazan/1200-20/temmuz/1785 doğum târihi olup, vefatı ise 16/r. ahir/1255 -30/h"azi-ran/1839'cla olup, devr-i saltanatı 31 yıl sürmüştür. Osmanlı tahtına çıktığında 23 yaşındaydı. Biz; tahta çıkış safahatını 4. Mustafa dönemini ve şehadet-i 3. Selim Hân'ı anlatırken, sayfalarımızı süslediğimizden burada tekrar bahsetmeyi zait addediyoruz.
Hemen şunu da itirafa mecburuz ve vicdan borcudur ki, Hz. Mevlâmız, Mahmud-u Sâni'nin tahta çıkmasını murad eylemişki bunun esbabında Sultan 4. Mustafa'nın tahttan in­dirilmeyi önlemek için gerek Sultan Selim'i gerekse 2. Mah-mud'u itlaf ettirme emri olan, o me'şum emri vermesi, Sul­tan Selim'in şehadeti vâki olurken, Mahmud'un da Osmanlı tahtına oturmasında hisseyi, Alemdar Mustafa Paşanın emeklerini yâd etmek vazifei târihiyedir. Sultan 2. Mahmud Osmanlı padişahları arasında pek büyük önem arzeden pa­dişahlar arasında da hayli önde gelir. Genç yaşına rağmen iktidarının güç dengesini pek iyi idrak ile önüne konulan, Se-ned~i İttifak'ı imzalaması idarede gösterilen esnekliğin mü­him emsallerindendir. Kolay kolay imzalanamayacak olan böyle bir varakaya imza koymak, iktidarını birileriyle paylaş­maktır ki, meşrutiyetçi diye ileri sürülen meşhur Midhat Paşa dahi böyle bir paylaşıma imza atmaz, işi redde götürüp, memleketin allak bullak olmasına sebeb oluridi. Bu akıllı davranışı gösterebilmesinin sebeblerinin başında iyi bir tahsil görmüş olması gibi, bilhassa 3. Selim'in tahttan indirilmesin­den sonra şimşirlikde geçen menkubiyet dönemi içinde sık sık bir araya geldiği yeğeni şehzade Mahmud'a ihtisaslarını bir bir nakletmesi, hata ve isabetlerini şerh etmesi şehzade­nin pek istifade ettiği bilgilerdi ve bunları iyice hafızasına yerleştirmiş ve adetâ şimşirlik de geçen günler Genç şehza­deye bir padişahlık kursu gibi yaramıştır. Sultan 2. Mahmud biat merasiminden sonra ülkeyi sadrıazamına bıraktı. 3. Se­lim'in katillerinin listesini bulup vereceğini vaad ettiği sadrı-azama sözünü yerini getirdi. Eline tutuşturduğu listede üçyüz kişiyi aşan isimler yer alıyordu. Bunlar arasına eski, fırıldakçı sadrıazam Köse Musa Paşa ile Kızlarağası Mercan Ağa da girmişti. Tabii haklarında hüküm icra olunmuştu. Böylece sükûnet temin edilmiş, Alemdar Mustafa Paşa ülkenin isla-hedilmesi çalışmalarını başlatmıştı. Anadolu'da çeşitli şâ-kî'leri ezmiş, hükümet-i Osmaniyenİn otoritesini hâkim kıl­mıştı. Bütün bunlar olurken, zaten biraz kibirli olan Alemdar Paşa, yaptıklarından şımarmaya başlamış, hayli sert ve fü­tursuz icraatlara devam ederken, düşmanlarının sayısını da arttırmaktaydı ayrıca, Sekban-ı Cedİd askeri usulünün Sul­tan Mahmud ile beraberce kuvveden fule çıkarılması, nizâm-ı cedidin ihyası şekli içinde mütalaa eden yeniçeriler ve taraf­tarları, Alemdar Paşa'ya °'an mevcud düşmanlara, Paşanın eski bir yeniçeri olması da gcjz ardı edilerek, yeniçerilere gizli gizli destek veren kimilerinin münafıkane bir şekilde padişah ve sadnazama yaklaşımları sahte olduğundan gizli düşman­lar, açık düşmandan daha tehlikeli olmuşlar ve sayıları da hayli fazlalaşmıştı.

2. Büyük Fitne


Alemdar Mustafa Paşa; 1223/1808 ramazanının kadir ge­cesinde, Şeyhülislâm Arabzâde Arif Efendinin konağına, da­vetli olduğu, iftira gitmek üzere yola çıktığında, yol boyu yer : yer toplaşan kalabalıklar görmüş ve bunların Divânyoiu isti- ' kametinde çoğalmış olduklarını gözlemişti. Hiç fütur getir­meden üzerlerine atını sürdü. Bunun yanında muhafızlanda aynen kendisi gibi atlarını bu kalabalıkların üstüne sürüp, el- : lerindeki değnekler ve kamçılan kiminin kafasına, kiminin sırtına savururken bazılarının da yaralanmasına sebeb oldu­lar. Sanki bunlar da, intizar halindeymişçesine bütün kahve­leri ve bilhassada yeniçerilerin müdavimi olduğu yerlere gi­dip, sadrıazamla adamlarının, kendilerini ne hâle koyduğunu dramatik bir tarzla, habbeyi kubbe, pireyi deve yaparak an­latmaktan utanmadılar böylece de, fitne kazanını kaynatma­ya başladılar. Biz; bu olayı bütün tafsilatıyla anlatan 1913'lü yılların başında yayımlanmış ve Alemdar Vakasını, bütün se-lahiyet ve tafsilatı ile nakleden bir kitabı, başdan sona os-manlıcadan sadeleştirmiş olarak Sultan 2. Mahmud dönemi­nin sonuna okuma parçası olarak koymuş bulunuyoruz. Biz­den daha selahiyetli merhumun eserini târih çalışmalarımıza koymakla isabetli bir seçim yaptığımıza eminiz. Bu bakım­dan bu elim ve herkesin ibretle okuyayacağını sandığım va­kayı buraya ayrıca, koymaya lüzum görmüyorum.
Alemdar vakasından sonra yâni 1224/1809'dan 1227/1812'ye kadar, dahilde ehemmiyetli bir vak'a zuhur et­meyip, yalnız Rusya ile yaptığımız kapışma devam etmek­teydi. 1227/1812'de yapılan Bükreş antlaşması ile son bul­du. Bükreş antlaşmasından Sırbiya'ya küçük bir imtiyaz ve­rildi. 1226/181 l'de Tepedelenii Ali Paşa isyancı sayılmış ve üzerine asker gönderilmiştir. Ne var ki Halet Efendinin oyunlan, Ali Paşanın itlafına işi götürdüysede devlet-i âliye bun­dan sonra Mora yarımadasını tutmaya gücünün azaldığını hissettiğinde canını aldığı Tepedeienii'yi aramaya başladı ama heyhat! Çünkü vücuda gelen Mora İhtilâli babıâlinin ca­nını çok sıktı. 1182/1768'de, Mora'da bir isyan bayrağı açan Yunanlılar arazinin dağlık olmasından istifadeyle yaptığı ha­reketi biraz sürdürmeye muvaffak olmakla beraber, Mora Va­liliğine tâyin olunan Muhsinzâde Mehmed Paşa peşinden de Cezayirli Hasan Paşanın kılıçları sayesinde, akılları başlarına getirilmişti. Daha sonraları ise, Tepedelenii Ali Paşa bunlara fırsat vermezken, kolu kanadı kırılan Tepedelenli'nin Yan-ya'da muhasara altına isyancıdır diye alınması Yunanlılara yararken Hurşid Paşanın askerlerini alıp gitmesi, Mora müf-sitierinin intizar ettiği halden olup, askerimize saldırdıkları görüldü. Ali Paşanın kendisini kurtarmak için güya Yunanlı­ları, tahrik vede teşvik ettiği ileri sürülmüştür.
Bu arada; Mora'da Etniki Eterya isimli gizli bir tedhiş ör­gütü kuran Yunanlılar, gerek Rusya'da, gerekse de memle­ketinde ikamet etmekte olan Rum küberasmdan başka os-manlı topraklarında ikamet etmekte olan bazıları ve bunlara ruhban olanlarda sayıldığından, Yunanlıların sabıkada ki şöh­retleri, İngiltere vede Fransa'da mektep aleminde yaşamış ve elsine-i ve edebiyat-ı âtİkayıda tahsil etmiş olanyâni yabancı lisan ile eski edebiyatı tahsil etmiş olan hayalperestler bu Eterya hareketi içinde yer aldılar.
Sonunda; Osmanlı devletine sadakatıyla nâm yapmış olan, Eflâk Voyvodası Aleko Bey'i öldürten Eterya cemiyeti, Rum kan dökücülüğünün icraatını başlatmış oluyordu. Böy­lece Eflâk'da bu bey'in öldürülmesi 1236/1821'de bu mem­lekette de fesadın uyanmasına vesile oldu. Devlet bu fesadın çıkarmağa başladığı olaylara müdehale etmeye koşarken, Mora'da isyan patladı. Müslüman ahali,  meskûn oldukları kasaba ve köylerden kale ve hisarlara ve de palangalara sı­ğınarak, isyancıların hayatlarına kasteden davranışlarını an­cak bu şekilde tesirini azaltabildiler. Bir çok kale, palangayı muhasara altına alan, Etniki Eterya cemiyeti idaresinde Rum ahali üçbuçuk asırdır hür ve müreffeh olarak sürdürdüğü ha­yat tarzını bağımsızlık yavelerine değişiyordu. Evet; yaptıkla­rı nederece doğruydu? Veya ne derece yanlıştı? Bu iki soru­da cevabınne olduğu dünya'nın kuruluşundan bu yana za­man zaman değişmiş bulunmaktadır. Bu neden olmuştur? İnsanoğlu; yaratıcısından aldığı mesajda sonsuz bir hürriyetin sahibi olmadığı, doğumunun da ölümününde kendi elinde ol­madığının idrakinde olduğu tartışmadan varestedir. En mün­kir insan dahi, doğum ve ölüm virajlarını kendi verdiği karar olarak nitelemiyor.
Rabbimiz; kullarına hiç ayrım yapmadan dünya imtihanını kazanmalarını çeşitli tarzda, yâni seçtiği peygamberler ve onlarla gönderdiği mesajlarla istediklerini bildirdi. Bunları ka­bul edip o yolda gayret göstermeyi düstûr edinenler ile böyle bir teslimiyet olurmu diyenlerin arasındaki ikna mücadelesi, hür ve müreffeh bir hayatmı? Bağımsızlık adını taşıyan bir hayat tarzımı? Bu sorularda en mühim cevap, insan hakları- : nın adalet içinde kullanılabilmesidir. Osmanlı devleti, Süley- " man Paşa ile kırk arkadaşı, 757/1356 yılı içinde Rumeliye^ geçtiğinde, bu adalet mekanizmasının en mükemmelini de 'bu kıt'a insanına hediye olarak getirmekteydi. Ancak sosyal 1 siyaset, dini farklılık ve ırkî temayüller, organize derneklerin siyasi ihtiras sahibi dehaların toplumu yönlendirmek gibi , sosyal yaklaşımlar avrupa devletlerinin kavimler üzerine da- : yalı devlet organize anlayışı milletlerin bağımsızlığını öngör­düğünden, mülga hristiyan anlayışın, hristiyan dünyasının is­lamların yaşayış tarzından ve dürüstlüğünden etkilenip, müs-lümanlığa geçişlerini önlemek için dünya hayatında propogandaların her tarzına riayet-ederek mevzuu değiştirip, ba ğımsizliklara kavuşma mekanizmasını işletti ve bu en azın­dan avrupa insanının balkanlar bölümünde yaşayan hristi­yan olsun, müslüman olsun sonunda insanların kanlarının dökülmesinin şartlarını sağlayan me'şum bir anlayıştı. Nite­kim; hristiyan dünyası, 1967'de Papa Piu, avrupa devletleri­nin ileri gelenlerini toplayıp, siz neden ayrı altı devletsiniz? Sorusunu tevcih etmiş ve AB'liği kapısını açmış bulunmak­tadır. Asırlardır, Osmanlı yönetimindeki Rum prensliği, avru-panm bir gayri meşru çocuğu olmak ve megalo ideal çizgi­sinde bağımsızlığa koşmak için adalet içinde yaşamakta ol duklan hür ve müreffeh hayatı değiştirdiler. Kaç seneden be­ri, nice matmazellerini bazen isteyerek, bazen de istemiyerek gelin olarak verdikleri ailelere ölümler yağdırdılar, torunlarını öldürüp veya öldürülmesini kendi icad ettikleri ideallere kur­ban etmekten çekinmediler.
Nice kanlar aktı sonun da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa Mora Valisi olunca, gerek deniz yolu ile gerekse, kara istikametinden muntazam Mısır askeri ile Navarin ve Metun'a çıktı burdan hareketle takvimler 1241/1825 senesini gösterirken Morayı tam bir itaat altına almış olduk. Bunun ortaya koyduğu netice Osmanlı devleti, Mora olayının başlangıcından, sonuna kadar geçen zaman diliminde, askerinin bu işi nihayetlendiremediğinin inkâr-ı gayri kabil şekilde görme idraki içinde, buna zamimetle İbra­him Paşanın Mısır askerinin muntazamlığı, pek kısa müddet zarfında isyanı sonuçlandırınca, askeri bir inkılabın yapılışı kendini şart kıldığı görülüp, kabul edildi.

Ahmed Cevdet Paşa Ne Diyor?


Yukarıda ileri sürdüğümüz hür ve müreffeh nizamın, geçen zaman zarfında nasıl örselendiğini anlatmaya misa! için, Cevdet Paşa târihinde şu mütalaayı görürüz: "..Devlet adam­ları, saltanatın diğer hizmetlilerinin yaptığı gibi taşralardan, akça ve bohçaları getirtip İstanbul'da süs ve ihtişama koyul­dular. Bu durum ilmiye yolunda bulunanları da kapsadı. Ar­palık ve maişetler ile yakınları ve akrabaları üzerine tevcih ettirmiş oldukları kaza mansıblannı (bey-i men yezid)"yolun-da siyah akça verenlere tövbe edip, ettirir olduklarından ül­kenin diğer bölgelerinde yazı okuyamayan naibler ortaya çı­kıp, devletin nâmışânı berbad olduğu gibi şeriat'de zedelen­di. İhkak-ı hukuk emri ehemmi, tabiatıyla ayan ve derebeyi güruhundan olan, mütegaîlibe eline geçti. Ve o dönemde ka­pıcılık, vezirliğe ulaştıran bir rütbe-i yükselme sayıldığından mühim işler için ülkenin iç taraflarında, kapıcıbaşılığa me­mur oldukta herkes onu sayar vede sakınırken görüldüğü gi­bi bilinen ayan ve derebeyleri İstanbulda bir dal bularak kimi kapıcıbaşılık rütbesi kimi de büyük imrahor parası almış ol­duklarından İstanbul'dan özel bir vazife ile taşralara gönderi­len kapıcıbaşıların, kadri ve haysiyeti kalmayıp, böyle müte­gaîlibe güruhu her işi istedikleri gibi kesib, biçer oldular. Ar­tık ferman-ı âlilerinin hüküm ve tesiri kalmadı. Velhasıl İstan­bul'un; taşradaki işlere müdehalede bulunduğu ve suistimal etmesi hasebiyle devletin iki eli mesabesinde olan vezir ve hakimlerin (kadıların) tesir ve nüfuzu kalmayıp, taşralarda bir takım mütegaîlibe ortaya çıkmış oldu. Bu mütegallibenin, biribirlerine üstünlük sağlamak için, bünyelerinde haydudlar istihdamına giriştiler.
Dağlıoğlu eşkıyası adıyla şöhreti yakalayan bulunanlar gi­bi yer yer bu haydud çeteleri etrafta görülmeye başlandı.
Mütegailibe daha sonra kendi elleriyle kurdukları bu eşkiya çeteleri karşısında acziyete uğramalarından kendi kasaba ve köyleri daha doğrusu adeta bütün rumelide perişan oldu. İşin sonunda devlet adamian bu eşkiyanın kaldırılıp yok olmasını temin için harekete geçmeye mecbur kaldı. Çare olarak da bunların üzerine sevk ettikleri sergerdeler, yok etmekle vazi­felendirildikten haydudlardan pek farkları bulunmadığı için, eşkiyayı yok ettikleri takdirde, sıranın kendilerine geleceği kafalarına dank ettiğinden, vazifelerini yerine getirmekten zi­yade, eşkiyanın işini kolaylaştırıp, asayişin daha fazla bozul­masına hizmet ettiler. Bu olayların büyüyüp artması, adetâ bir ihtilâl havasına bürünmesi devletin maalesef büyük bir tereddüd içine düştüğünün görülmesidir. Şöyleki: Mütegalli-beden birisi hemen bir söz üzerine, fermanlı ilân edilir ve he­men üzerine asker sevk edilirirdi. Gönderilen asker buna mağlup olunca, herif hemen af olunur böylece bu adam dev­letin emrine uyuyorum diyerek, kendi aleyhinde bulunan kimselerden intikamını almaya başlardı. Bu vaziyet karşısın­da ahalinin gerek mütegallibeye, gerekse eşkiyaya mecbu­ren yardım etme yoluna düşmüştü. Bu vaziyetin sürüp de­vam etmesi, nice namus ehli, dü.üst kimselerinde söz konu­su mütegailibe ve eşkiyaya iltihak zorunda kalmıştır ki, bü­yük meseledir. Şurada göstermiş olduğumuz misallerin dev­letimizin avrupadaki topraklarında h. 1201/1786'dan sonra düşmüş olduğu zafiyetin çok acıklı bir numunesini ortaya koyar. Bu idare etmekten^yoksunluk, devletin bizzat eşkiya yetiştirir duruma düşmesini intaç etmişti. Yalnız suda var ki, memleketin yep yeni bir İslahat görmesine muhtaciyeti ken­dini pek şiddetle göstermekteydi.
Hâttâ ilk yapılacak iş olarak da, eşkiyanın ictiklâliyeti zap-tu rapt altına alınıp tenkil edilmeleri hususuna her yandan is­tek gelmeye başlamıştı. Mısır eyâleti, Fransız askerince tahliye edilir gibi, Fransa ve İspanya ile yeniden sulh antlaşması yapılmış olması, Rusya ve Avusturya antlaşmalarının devam etmiş olması Avrupa da umumi sulhun yakınlaşması için ay­rıca bir sulh hâli sayılıyordu. Zamanı bu noktada mazur gös­terecek bir söz vardı ki, oda Seyiz'in sözüdür. Milletde esasen irfan bırakilmamışki fikir hakimiyetini anlayıp yerine getire-bilsin. Bu bakımdan devam etmekte olan bir takım üzüntü verici hadiseler kötü değişikliklere iğrenç vakalara doğru git­meye başlamıştı. İşlerin teskin edilip ortadan kaldırılması hu­susunda devlet adamları iki guruba bölünmüş, bir fırkası Gürcü Paşanın maiyetinde bulunan arnavutların bir miktar para vermesiyle arazisini, kendisinin cürmü yâni isyan hâli affedilerek talib olduğu Silistre valiliğinde bırakılmasını, diğer gurup ise, mevcut kuvvetler ile üzerine gidilerek, müstehak oldukları cezanın verilmesini tedbir olarak ileri sürdüler. İkin­ci görüş devletin şân ve nâmına uygun düşersede, gerçek­leştirmeye cesaret edilememişti. Tarihi Cevdet; bu hadisele­rin sonunu şöyle anlatıyor: "Eğerçi (sonunda) gaile (olay) sükunet buldu, lâkin namus-u devlet (devletin namusu) iki paralık ve de bu hâl eşkıyaya kötü bir örnek oldu.  
    . ,

Bazı Hususların İzahı


Bonapart-Mısır'daki beyannamenin, siyasi ehemmiyeti-Osmanlı ülkesinde hukuk-u beşer kaidesinin kısmen neşri-Misır'dan sonra Napolyon-Kodisivil-Batı ülkelerinde yeni tarz hükümet -Doğudaki Osmanlı topraklarının üzerindeki karı­şıklıklar- Fransa, Rusya, İngiltere, Osmanlı devleti-3. Selim hükümetini alıp götüren sel-Nizam-ı Cedid ve İslahat, fikri ne tip beyinler tarafından tatbik ve icra edilmek üzere bahse ko­nu olduğunu gösterir birkaç sahife-mehtab aiemleri-devlet sırlarının ifşası-Enderuni'lerin halleri-Sultan Selim'in iptilası-İstanbul halkı-İbrahim Kethüda'nın atları-rnutfak masrafı- devlet idarecilerinin ahali hakkında iki kaidesi-taşra, vekiller, sadrazamların hâli, padişahın zihninin meşgul edilmemesi tenbihi-
3. Selim cihangir, devletin hâli neye benzerdi, ruh hâli. Merkezin (dinleri toptan kaldırma ve tahrib, memleket ve beldelerin ahalisinin mallarını, gazabla bozup dağıtma işini düzenleyen ferdlerin insaniyet usulünden ibaret olan lafzı murad-i serbestiyet sevenleriyle her şeyi mubah sayan, aha­liyi yanıltma ve ihlâl ve nev'i insanı hoş menzilesine ulaştır­ma) yapacak diye tefsir eyledikleri hukuk-u beşer kaide ve maddelerini Bonapart; 1213/1798'de Mısır ahalisine bir be­yanname ile kısmende olsa bildirmişti. 3. Selim'in kabinesi içişlerindeki karışıklıkla ve çeşitli yerlerde, alıp giden şeka­vetler tesiriyle tereddüt, rengten renge giren halde olduğun­dan, bu beyanname mealince ilân kağıdında açık bir çatma ve tarizde bulunmuşsa da, bunun tesiri ancak, zamanın boş veya dalkavuk kafalılarca hissedilmiştir. Hâlbuki Bonapart'ın ki, Mısır'da özel bir fikir uyandıracak tesirlerin başlangıcını getirmiştir. Bonapart'ın beyannamesi siyasi bazı düşünce de­ğişikliklerini taşımakla beraberinsan haklan hukuku kaidele­rine, şiddetle temas etmiş oluyordu. Bu bakımdam, Osmanlı eyaletlerinden birinde böyle bir beyanname yayımlanması ilk defa olarak, o da bir ecnebi eliyle husule gelmiş oluyor. Ayrı­ca Besmele-i şerife ile işe girişme yolunu seçiyorlar. Bahse konu beyanname aynen şöyledir: "Bismillahirrahmanirra-hiym lâilahe illallah lâ velâlehü lâşerike fi mülke. Hürriyet ve müsavat esasına mebni olan cumhur-u France tarafından se­raskeri kebir, emirülceyş elfranseviye Bonaparte, cem'i aha-li-i misır'a beyan ederki, pek çok vakitlerden beri sancak beyleri mısır'da saltanat sürerler, France milletine zülüm ve hakaretler yapıp tüccarların Fransız olanlarına türlü gaddar­lıklar ve zorluklar çıkarırlardı. Şimdi onların son vakitleri gelmistir. Vah yazık ki bunca vakitlerden beri Abaza ve Gürcis­tan topraklarından getirtilmiş olan iş bu kölemenler ahalisi, bütün dünyada emsali görülmez şekilde Mısır'ı ifsad ede gel­mişlerdir.
Her şeye gücü yeten âlemlerin rabbi onların mallarının en­kazını ve devletlerini bir başka zamana ertelemiştir. Ey Mısır­lılar; benim bu taraflara sizin dininizi yoketme kasdıyla geldi­ğime dair sözler duyuyorum. Bu çok açık bir yalandır. Bu sö­zü asla tasdik etmeyiniz. İftiracılara deyinİzkİ benim bu taraf­lara gelişim ancak sizin haklarınızı zalimlerin elinden alabil­mek içindir. Kölemenlerin çocuklarından çok Allahû Teâlaya ibadet ve peygamberi hazreti Muhammed ile Kur'an-ı Ke-rim'e hürmet etmekte kusur etmem ve yine de onlara deyi-nizki: "Cenab-ı Allah'ın indinde herkes müsavi olup, araların­da fark aklın temyizi, fazilet ve ilim iken, Kölemen taifesinin akıl ve bilgi ile faziletle alakalı ne gibi sermayeleri vardırki, onları diğerlerinden ayırıp en âla ve güzel şeyleri onlara mahsus kıla. Nerede münbit bir arazi varsa onların, güzel at­lan vede pek güzel konaklar ile etrafı güzel yerler onlara ait. Mısır; eğer onların mâlikânesiyse, Cenab-ı Hakk'ın böyie yazdığı yeri bize göstersinler. Lâkin; Cenab-ı Rabbülalemin, kullarına adil ve raufdur. Bu günden sonra Mısır'da yüksek makam ve rütbelere çıkmaya Mısır ahalisinden hiç kimse is­tisna kılınrnayacaktır. Artık, akıl ile ulema arasında işlerde tedbir yer alacaktır. Böylece ümmetin vaziyetini iyileştirmek mümkün olur.."
Görüldüğü gibi. Napoiyon Bonapart Mısır'da demokrasiyi okşamak yolunu seçerek eşitlik ilânı yapmada başarılı ol­muştur. Bu yolla da kalbleri celp eyleme emelini taşımıştır. Bu emelin Mısırlılara duyurulması, aynı günden itibaren bu bölge Osmanlıyı vehimlere sürüklemeye başlamıştır. Napoi­yon Bonapart, Mısır'dan uçarak. Fransız devletinin başına bir şahin gibi konmuş ve pençesi altında tuttuğu avına tırnakla­rını geçirmişti. Fransa tarihçilerinin de aralarında ittifak ettik­leri gibi, Napoiyon, Fransa'yı hükümetsiz kalmaktan koru­mak, inkilablara son vermek bahanesiyle eline geçen her va­sıtadan istifade ederek hürriyeti sınırlamıştı. Fakat meclisi mebusanın toplanmasına buranın büyük mevkiine hürmet göstererek Kodisivil, yâni fransa kanun-i medenisini tamam­lamayı çabuklaştırmıştır. Hakikaten artık avrupanın batısında yeni bir tarz hükümetin kuruluş şekli sergileniyordu. Fransa vilayetinde meydana gelen karışıklık, ihtilâller tamamen bit­miş ve merkeziyetçilik 1789 prensiplerinden yürüyerek Bo­napart; yeni bir hükümetin sahibi edecek duruma kavuşmuş, yâni Fransa'da kanuna bağlı, müstebitçe bir hükümdarın or­taya çıktığı haber alınmıştı. Kodisivil, roma hukuku ile hukuk teammülerine veya tariflerine, bir de inkilabın koymuş oldu­ğu prensiplere riayetten meydana gelmiştir. Napoiyon Bona­part; bu medeni kanun ile hem kendisini inkılabın direği ola­rak gösteriyor, hem de hemde hükümeti kuvvetlendirmiş oluyordu. Bu kanunun çıkarılmasıyla kanunlarda beraberlik temin olunmuş, hukuk ve intizam içinde, idareyi temin husu­su yan yana gelmiş, ayrıca kendisinin mutlakiyet hareketin­den hiç bir şey eksilmemişti. İhtilâl ve inkılabların meydana getirdiği iz üzerinden yürümek imkânı doğmuş oluyordu.
Bunlara karşılık, Mısır, Arabistan, Cebeli lübnan, rumeli ve hattâ anadolu alıp vermekteydi. Rumeli'de eşkiya üzerine eşkiyayı saldırtarak netids alınıyordu. Meselâ: Tîrsinklioğlu, Molla İbrahim adındaki haydudu yakalayıp idam ediyor, Veh-habiler Arabistan'ı alt-üst ettikleri sırada İngilizlerde Mısıra tecavüzkâr ayaklarını uzatıyor, Ruslar ise Cezayir-i sebâ da bulunuyor ve yerleşmeye çalışıyor, Anadoluda haydutluklar birbirini kovalıyor, paşalar birbirleriyle tutuşup, ortadan kal­dırılıyordu.
Avrupa'ya gelince; burada Fransa-İngiltere rekabeti alıp yürümüştü. Napolyon Bonapart'ın şan ve şevk dolu devri başlamışidi. Napolyon Bonapart'ın imparatorluk mevkiine yükselmesi esasen siyasi vaziyeti tartışmalı olan bozukluk, bulduğu muvazene arayışında, vahim hallere sürüklenmeye yol almaktan kurtulamiyordu. Çünkü gizli güçlerin işi böyle yönlendirdiği tahmin olunuyordu. 1820 senesinde husule ge­len savaşların neticesinde Viyana'nın Fransızların eline düş­mesi, Österlich mütarekesiyle, Paris'te yapılan sulh antlaş­masında da, 3. Selim idaresindeki Osmanlı siyasası,'Fran­sa'ya yoldaşlık etmekle birlikte, Rusya ve İngilizler ile hoş geçinmeyi hedeflemekteydi. Napolyon'un yardımlarıyla ül­kesinin şartlarında değişiklik, Cezayir'i sebâ meselesini hâl ettirmek gibi uygun düşünceler bulunuyordu. Fakat; iç ve dış hadiseler, Rusya'nın aniden Osmanlı hududuna hücum et­mesini gerektiren vaka, Vehhabilerin, Medine'yi istila etmele­ri, İngilizlerin İskenderiye'yi zapt ederek karaya çıkmaları gi­bi durumlara ilaveten, Sultan 3. Selim'in saltanatını tehdit edecek derecede kuvvetli diğer bir gaileyi göya gözlerden u-zak tutarmışçasma bir durumdaydı. Padişah Selim'in, besle­miş olduğu ve beslemekte de musir bulunduğu ıslah fikriyatı yüksek makamda hazırlanmaktaydı. Ne varki; Hakan, bu iş­lerden hangisini gerçekleştirmeye karar verip mevkii tatbike koyduysa, herbirinden vazgeçiyordu. Ancak kendisini yine de kurtaramiyordu. Biriken günahlar, kötülükler sel olmuş, zât-i şahaneyi ve onunla beraber düşünceden bir türlü tatbi­ke konmak ihtimali olmayan İslah fikriyatı her nerede olursa olsun eksik tetkik ve mütalaa olunduğundan dolayı beraber sürüyüp, götürüyordu. Kabakçı ile avanesi bu sel değildi. Bu sel halkı cahil bırakmak, ahalinin cehaleti üzerinde hüküm sürme kötülüğünü sürdürmekti. Hattâ devlet nizamına dair tezkereler meselesi hakkında tarih diyorki: "Nizam-ı cedidin gerçekleşmesine teşebbüs olunacağı sırada devlet adamları ve tanınmış kimselerin, layiha hatıralarını yazılı belirtmeleri emrolunduğundan, her biri yazdıkları lâyihaları takdim et­mişti. Halbuki bir senede düzenlenmesi ortaya çıkacak olan askeri muallimlere dair bilgiyse sahih olarak meydanda yok­tu.
1222/1807 yılına doğru, saltanat civan ile İstanbul duru­munun ne çeşit olmuş olduğunu ortaya koyup, Cevdet Tari­hinin 8. cildinin 143. sahifesinden başlayan satırlar, ileri doğ­ru Fransa ihtilâl vakasından ondokuz, yirmi sene sonra bizde neler ortaya koymuş olduğunu anlatır. Bu yüzdende meşruti­yet fikri aranıp dururken, gözümüze ilk çarpan bu tarih lev­hasını okumadan, temaşa etmeden ileri doğru adım atmayı başaramayacağız. "Daha sonraları ise, enderun-u hümayun­da sırkâtibi Ahmed efendi gibi, dirayetli, insan kalbini fethe­decek kimseler yetişti. Ancak onlarda zamanın vükelâsı ile birlikte çağırıp bir araya getirdiler. Bunun sonunda İstan­bul'da görülmedik tarz ve surette büyük ve süslü evler, sahil-haneler inşasıyla, çok fazla sefahata ve ihtişama düştüler. Babıâli çalışanları gibi vaktin sonunda evlerine gelip sabah­leyin enderunu hümayuna gider ve babıâli'ye mahsus olan işleri, kendi aralarında yapar oldular." "Geceleri, mukattaat mültezimleri ve memleketeynin Kapikethüdalan gibi, rüşvetçi İnsanlar veyahud geçmişden bir takım küse lisanı ile, hem bizim sohbethanelerinde hem de evlerinde gerekse de kayık­larla mehtaba çıkıp, deniz üzerinde, bazen de hanende ve de sazendeler ile birlikte seyirlere çıkıp, iyş-ü işrete dalarak, bu âlemin verdiği sermestlikle saltanatın sırlarını başkalarına duyururlardı.
Sultan 3. Selim ise yakınlarına pek büyük itimat ve güven beslediğinden onlardan herhangi birşey saklamaz idi. Devle­tin ruhu sayılan sırları gizli tutulamayınca her taraftan işidilir
olurdu.1' "Hattâ bir keresinde Topkapı sarayında, gayet gizli bir meclis-i has yapılmıştı ki, kaimmakam paşa bile dahil olamamıştı. Arası çok geçmeden meclisteki müzakere sureti ve kararı aynen Paris'de basılan bir Fransız gazetesinde ya­yımlanınca, devlet erkânı çok büyük hayretlere gark olmuş­tu. İşbu enderunun büyüklerine bakarak diğer saray hizmet­leri mensupları laubalice dışarı çıkıp gezerler ve dışarı İle gö­rüşürlerdi. Halk ise, adetlerin esiri olduğundan böyle güzel olmayan davranışlar, genel bakışların karşısında pek çirkin görünürdü. Hattâ genç olanlardan bazıları, kahvehane ve oyun yerlerinde toplanan insanlarla görüldükçe, ahali bu gibi kayıtsızlık nedir? Bu kadar hamiyetsizlik ne demektir? Diye söylenmekteydi." "Sultan Selim hân; zaten gezmek ve eğlen­ceye eğilimli, insanlarla ülfet etmeye meraklı olduğu için, yakınlarıda onu meşguletmek için daima ortalığı seyre ve zevk-i safaya sevk ederlerdi. Ahali ise, bu çeşit eğlencelere meyyal olduğundan, İstanbul'da seyr-i safa taraftarları çoğal­dı. Boğaz içi seyirci kayıklarıyla dolmuştu. Geceleri mehtab eğlenceleri Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış, Çırağan soh­betlerine üstün geldi. Şiire ve musikiye pek vurgun olan ve rağbet gösteren padişahın yanı zarifler ve şairlerle doldu. Müzik ilmine ise istekliler pek de çoğaldı." Elhasıl, Rus elçisi gailesi bertaraf olunduktan sonra zamanın şekli 2. Seiim devrinin bir misali gibiydi. İstanbul ve Kâğıthane ve boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyirciler ile dopdolu hale gelmişti. Ehi-i zevk, üzüntüleri ve kederleri bir kenara atarak korkusuzca gündüzün bu gibi cayi ferah fezalarda gezer ve yaz geceleri kayıklara binip, hanende ve sazendelerde mehtabı görmeğe giderdi. Kış gecelerinde helva sohbetlerinde tatlı tatlı muhab­bet eder oldular.." "Atabekân-ı saltanat bu halde dahi nizamı ve ıslahatı düzenleyip tamamlamaktan geri kalmadılar. Zor­luklardan ürkmeyip, korkuya düşmediler. Lâkin nizamı cedidisini kendine çekip mal biriktirmeyi vesile edip, bir taraftan kendilerinin liva ekleri ve yakınlarını çoğaltıp, servet ve zen­ginlik kazandılar. Ancak, büyük israflara ve gösterişe düşdü-[er. Hattâ İbrahim Kethüdada bir gün birisine bir at verip: •'Tavlada altmış atım kaldı. Bundan sonra babam mezardan çıksa ve bir at istese vermem dediği ve ayda mutfağına elli-bin kuruş yetmediği ve sırkâtibi ile valide kethüdasının ser­veti ise, her türlü tahminin dışındaydı. Tarihi Asımda da, ya­zılıdır ki; "o vaktin 50bin kuruşu, bu dönemin hesabıyla 340 bin kuruş sağ akça demektir. Bu kadar mutfak masrafı ya­pabilmek doğrusu büyük sefahattir. Ne çare ki nizamı cedid taraftan olanların çoğu, saltanat sahibinin aleyhine döndü. Paraların bozuk ayarı ve yeni vergilerin konmasından dola\ı, erzak ve eşya fiatları çok yükseldi. Bir taraftan gösteriş ve sefahatin artışı, herkesin masrafının artmasına sebebiyet verdi. Çünkü; birbirleriyle yarışır oldular, bu yüzden de sıkın­tıya duçar oldular. Ahalinin içine düşmüş olduğu sıkıntı ve­killere anlatıldıysa da, bunlar dinlediklerini pek ehemmiyeti hâiz görmediler. Kimisi de: "Tamamı halkı işgalle bundan gü­zel vesile olmaz, iaşeleri gailesine düşenler, devlet işlerine karışmasınlar." Diyorlar, kimi de: "Bu belde zenginler belde-sidir. Buraya; fukara kısmı yakışmaz ve devlet malının arka­sında müflis güruhu sığışmaz." Şeklinde cevap verirlerdi. Taşralarda yeni vergiler ve gümrük rüsumları konmuş oldu­ğundan, ahali zaten ağırlık altında iken bunlara tabiiki şika­yetçi oldu. Ne varki; bu şikayetlerin bir faydası görülmüyor­du. Çünkü; Nizam-ı cedide bağlı şikayetler asla kaale alın­mazdı. Kaldıki, vükelâdan her biri, padişah yakınlarından bi­rine merbut olup, hepsi de birbirleriyle iltisaklı yâni bir şebe­ke gibiidiler. İçeriyi ve dışarıyı kuşatıp istilâ etmiş oldukların­dan onların kulağına uğramadıkça ve haberleri olmadıkça padişahın kendisine bir şey ulaştırmak asla kabil olamazdı.
Onların reyleri ve iştirakleri olmadıkça her hangi bir işin neti­ce vermesi asla beklenmemeliydi. Sadrazamlar bile bu iki gurup devleti sarmış bulunan kimselerden dilgir olup, azil edilecek korkusunu duyar, sadaretin bir kuru unvan olduğu inancıyla iktifa ederek, içinden de bu saltanatın sözde koru­yucularından aynen ahafi gibi kinlenerek nefret ederdi. Bu­nun yüzünden Sultan 3. Selim hânda bu aleme dair başka yerlerden haber alamadığından gerçek malumat için icab et-tikçede bu yakınlarından İstifade etmek isterdi. Onlarda, geçmiş zamana atıf yaparak icab ettikçe ahalinin üzerinde bazı tekliflerini ileri sürüp, yakın dönemde nizamı cedid mad­desi tamamlanıp da, devlete kuvvet gelerek, ahalide rahata erer şeklinde güzel sonlara gidileceğini beyan ederlerdi. Pa­dişahın mizacı; pek büyük nezaketi taşıdığından, az şey bile onu çok üzdüğünden, diğer taraftanda valide sultan hazretle­ri işleri yapmaya padişahın iktidarı yeterli olmasın diye zor hususlar ortaya çıktığında, bütün vekiller işe bir şekil verilip-de, padişah tarafına izah edilerek, onun zihninin işgal edil­memesi, gerek sadrazamlara, gerekse.diğerlerine tenbih ve tavsiye ederdi. İşler ise, günden güne sarpa sarmaktaydı. Halk hakkında, ilk önce düşmanlıkları artmakta, sonu endişe verecek olan tarafa dahi sonu kârlı bitsin derdik: Şah vakıf gerekdir ahvale Vükelâya kalırsa vah hale Beyitini tekrar et­mekteydik. Bu levha 3. Selim'in hükümeti nehalde bırakmış olduğunu pek güzel anlatır. Hakikaten 1. Abdülhamid gibi, harp içinde değildiyse de, ondan daha beter olan anarşi her tarafa yayılmıştı. Öte taraftan bu devirde nasıl ciddi bir fikir İslah edilebilirdik!, 3. Sultan Mustafa'nın Sultan 3. Selim'in rahm-i madere düştüğünü hesab ederek yaptığı zayiçe üzeri­ne hekimbaşının saatin milini çevirerek uygun vakte getirdiği dakikada doğmasından dolayı, cihangir olacağı kulağına fı­sıldanmış ve buna bağlı olarak, nizam-i cedid harekâtına dönem vermiş olduğu tarihlerimizde yazılıdır. İstanbulda, Anadoluda meydana getirdiği topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari askeri için, Cevdet paşa merhum: "O dönemlerde devletin hali, sifah kullanmadığı halde, güzel silahlarla odası­nı süsleyen nâzik çelebilerin haline benzerdi." Diyorki, Os­manlı hükümetinin avrupada olan inkilapdan, kendince elde ettiği, fayda veya tesir eden hislerin sonucudur fakat İstan­bul'da bu tarihte de, frenk taklitçiliği piyasa bulduğu, yâni cennetmekân'ın avrupada ilmi ilerlemenin ve sanayiin, iler­lemekte olan medeniyesine tam bir eğilim sahibi olduğu hakkında gıyabında isnad olunan özel gayeden bambaşka rağbeti bulunduğu muhakkaktır. Hattâ Paşa merhum diyorki: "ve bir de nİzamat-ı cedide münasebetiylede avrupadan öğ­retmen ve mühendis getirtilmesi icab edip, böylece askerle­rin avrupa usûlü tâlimedair emir verildiği halde 3. Selİm'de zaten bu tarza alaka duymuş olduğundan, İstanbul'da mede­niyetin levazımından olan birçok avrupavâri hususlar, nice alafrangaya bağlı işlerde ortayaçıktı. Adetlerin ve usullerin değişmesi zaten insana güç gelip, saltanat koruyucuları ve iieri gelen memurlarda haddi aşarak büsbütün alafrangalığa kapıldılar. Ve de; lüzumlu, lüzumsuz herhususta avrupa usul­lerine uyan davranışlara daldılar. Bu aşırı davranışlardan ür-küpde böyle yapanları tekfire başladılar. Böylece de ifrat, tef­riti davet kaidesince büsbütünde tefrit yâni eksi aşırılık yolu­nu tuttular. "El hikmete zaletelmü'min ehazeha İnnema ve cedeha" mazmununu inkâr*edercesine ve bir takım güzel davranışlardan dahi sırf alafrangadır diyerek taassub yolu­nun taa ucuna kadar gittiler. İşte bu sırada İstanbul'da, küfre ve zındıklığa giden düşünce neşvünema buldu. Şöyleki:
"Sultan 3. Selim hazretleri cihangirane sevdası taşıdığın­dan yakınlanda ona uyarak birinin yerine geçme manzume­sinden ve kimi cifir hesabını Şeyhi Ekber'den kimisi de, ehli keşif ve kerâmetie mânaiar nakil ederek devletin toparlayıcı­sı olduğunu huzuru hümayunda söylerlerdi. Kabakçı vakası ve Alemdar Paşa eliyle, Sultan 2. Mahmud'a intikal eden devlet işleri, böyle bir ruh hali içinde idare edilmişti. Bu hu-susiarda en dikkat çekici vaziyetin avrupa düşüncesi ve eserleri bu döneme kadar büyük Çin Şeddi ile kuşatılmış bir heyet gibi durum gösteren payitahtın, bilhassa Fransız tesiri altına girmesinin arzu edilircesine açık bırakılmış olmasıdır. Gayet tabiidirki, bir zamanlar padişahın yanında pek makbul bir mevki sahibi oian Fransız sefiri Sebastiyani'ninde, Napol-yon Bonapart ve 3. Selİm'in haberleşmelerinin tesirleri de, unutulmamalıdır. Avrupayi sarsan komiteci fikirlerin kökten uyanışını temine yarayan inkilab olayının, Osmanlı sosyal hayatında mevcud olan korunma şeddini aşmağa çalışan büyük dalgalar sayıldığı, geçen zamandan daha büyük bir tarihi şahid bulunamaz. İnsanın yaradılış bakımından adalet arayıcı bir varlık olduğu nazara alındığında bağlanmış olduğu esaret zincirlerinin her bir halkasını gerek uykuda gerekse müteyakkız olduğu halde zamanın kemirmek istidadı taşıdı­ğını başka sosyal bir hayatın hürriyeti istirdat ve eşitlik mev-zuundada ortaya koydukları hadiseierdeki tarafı bu benzet­me isbat eder.   .

Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri


(Osmanlı devletinde küçük devletlere bölünme- 3. Se-lim'İn tahtı terki ve ahali-Osmanlı devletinin çöküşünün ev-veli-Aîerndar Paşanın Kuvveti ve nazarı ile sened-i ittifak ve bunun menfî durumu-Fatih Camiinde Şûrâ-i Ümmet veya Mec!is-i umumî toplantısı-Sultan Mahmud'un Millete müra­caatı vede bu husustaki hattıhümayunun bir bölümü-İç ihtilal ve karışılıkların çeşitlerine İki amil:
 îstibdad fikriyle sosyal hayatımızdaki gayrimuntazam ma­neviyat. Tarihimizi derin bir tetkik süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, ortaya bütün ağırlığıyla çıkacak olan hususların ba­sındaki maddenin çöküş dönemine girmiş bulunan Osmanlı devletinde tahta çıkışlarda olsun, meselelerin vahamet gös­terdiği sıralarda olsun "devletin ahvalinde İslahat" şeklinde sözlerin bizzat padişahın dudaklarından dökülmesi adetten olmuştu. Moda olarak da nitelendirilebilecek olan bu ifade, devlet idaresinin tersliği hususlarından pek şikayetçi ahalinin indinde büyük ümidler belirmesine yol açardı. Ahali mezkûr ifadeyi, devletin düzeltilen idaresinin kendi bozulan düzeninı-de iyiye götüreceği şeklinde telakki ederdi. Halbuki milletin durumu iyileştirilmedİkçe, devletin düzeltilmesi nasıl müm­kün olabilirki? Devlet ve milletin varlığından meydana gelen muazzam heyet, birbirlerini meydana getiren siyasi şekilden başka bir şey değildirki. 3. Seiim; devlet nizamını daha evve! başlamış bulunan istikamette güzel tedbirler yetersizliği se­bebiyle yürütememiş, ülke onun tahttan ayrıiışıyla birlikte bir anarşi girdabına varmişidi.
Sultan 2. Mahmud tahta çıktığı vakit karşısında olan kim­selerin bazıları şunlardı: Rumeli taraflarında; Sirozlu İsmail, Anadolu da, ayan ül ayan lakabıyla iftihar eden Bozok muta­sarrıfı Cebbarzâde Süleyman beylerle, Saruhan mutasarrıfı Kara Osmanoğlu Ömer ağa'yı, Bilecik ve civarında Kalyon­cu Mustafa adlı şahıs ve bunlardan başka bir takım ayan ve sülalelerin adeta, birer küçük beylik, hâttâ müstakil devlet­çikler halinde olduklarını gözlemişti. Bu tablonun sebebide. devleti Osmaniye'nin adalet dağıtışında ve idare tarzında içi­ne düştüğü ve uzun zamanalan rehavet ve ataletinin neticesindendi.
3. Selim; üzerine almış olduğu devlet idaresini Abdülha-rnid-i evvelin kendisine yadigâr ettiği devirden daha karışik ve şımarık bir hâie gelmiş ahaliyle birlikte dağınık bir manza­rayı 4. Mustafa'ya bırakmış oluyordu. Bu vaziyet ise, Os­manlı devletinin şeklen çökme dönemine girmiş olması de­mekti. Bereket versin; Sultan 2. Mahmud, yukarıda adlarını saydığımız müstakil devletçikler yolunda yürüyenlerle kendi­sine, padişahlık, şahsınada vezaretiuzmayı alan Alemdar Mustafa Paşa tesirini, pek fazlasıyla hesapladığından ağırlık Alemdar'dan yana gözüktü. Bu vaziyet karşısında her iki ta­rafı da kısa zamanda ortadan kaldırma suretiyle, lâzım gelen mutlakiyet idaresini temini mümküne, muvvaffak olacağını idrak etti. Tesbitini, bu işin halline kadar, ülkenin üç farklı gücün idaresinde olacağı istikametinde yaptı. Ne varki bu üçlünün yalnız başına bir fayda-imillet teşkil etmesi muhaldi. Çünkü üçünün de halet~i ruhiyesi ve elde ettikleri zihniyet ve irfanın derecesi hiç bir delile lüzum göstermeyecek kadar, malum ve bellidir. Bunların birincisini teşkil eden Sultan 2. Mahmudjzamanın terakkisinden medeniye-i ilmiyeden nasib sahibi idiyse de, hükümdarlığının vazifeleri ve selahiyetleri hakkından bilgi ve tahsil sahibi olmadığı gibi, diğer ikisi ise, eşkiyalıktan azıpta, türeyen paşa, bey ve ağadan ibaret kim­selerdi. Dolaysıyla bunların arasında her yönüyle fazileti, İda­reye uygun olan İslahat fikri, boğazlanacak zayıf bir kurban­dan başka bir şey olamayacaktı.
Sened-i İttifak'ın yapılması ve mühürlenmesi, Osmanlıyı sarmakta olan ellerin nerelere kadar uzandığını, mutlakiyet idaresini bir kere daha esasından ne tarz da zayıflatmış oidu-ğunun hikayesini aşağıda tafsilatlı olarak sunalım: "Maksad, hanedanve ayan denilen cabbarların itaat altına alınması idi. Büyükçe bir kuvvetin sahibi olduğu herkes tarafından görü­lüp ve kabuîedilen Alemdar Mustafa'nın İstanbul'da meşve-ret-i amme yapmak için kendi tarafından Cebbarzâde'ye> Kara Osmanoğluna, Sirozlu İsmail bey'e, Çerman mutasarrıfına, Kalyoncu Mustafa'ya hatta da Şile ayanı Ahmed gibi, diqer ayan ve ağa'lara birer davet mektubu gönderdi. Sadra­zamın gönderdiği bu davetname netice verdi. Beğenmediği­miz Kalyoncu Mustafa, beşbin askerle gelerek Çırpıcı çayırı­na indi. Cebbarzâde ile Kara Osmanzâde hemen hareket et­tiler. Sirozi İsmail bey'de onikibin askerle gelerek Davutpa-şa'da mevkii tuttu. Tarihlerin bize naklettiğine göre; bu müte-aallibenîn davete uyarak gelmeleri, padişaha değil, Alemdar Mustafa Paşa'nın sözü karşısında gösterdikleri itimat! sergili­yordu. Devlet adamlarının; böyle bir meşveret-i amme mec­lisi gerçekleştirmeleri maksadına gelince <avamil-İ devlet-1 âliyenin her tarafda bilâmâni ve mezahim-i nafiz oiması>yâ-ni, hukuİ.-u mukaddese-i padişah-i'nin her tarafça tanınması idi. Şu halde ayan ve mütegallibenin, kendi nüfuzlarında vaz­geçmelerini temin gerekmekteydi. Meşveret encümeninde Aiemdar paşa, yapağı konuşmada: <Bizim aslımız ocaklıdır. Yeniçeri hakkında tutumumuz ortadadır. Şehid padişahımız, (3. Selim/yeniçeri ocaklısına meramını aniatamayıp, onlar­dan rağbetini kaldırdı. Tai'mii asker düzenlemesine himmet buyurdu. Bu davranışı bizin-, menfurumuz (dikkat!) olduğun­dan padişah-ı şehidin arzulanna iştirak hususunda kusuru­muzun da pek açık olduğu m&iumdur. > Dedikten sonrada vezarete yükseldikten ve seraskerlik vazifesini yüklenip, sa­vaşlarda düşman askerini talim ve disiplin içinde bulmasın­dan dolayıda buna karşılık bize ait askerin bozulduğuna şa-hidliğini buna bağlı olmak üzere şehid padişaha hak verdiği­ni ifade etti. Şimdi devletin başında bulunan, padişah 2. Mahmud'un, bu ilimlere vukufu olup, rüşdünü ispat etmiş, gayretli, cesur ve ülkeyi düşman tasallutu karşısmda da, ko­rumaya öncelik veren bir kimse olduğunu be/ana ilaveten, memleketin korunmasının bütün devlet hizmetkârlarının ve bey, ağa gibi zevatında birlik ve beraberliği sayesinde imkân dahiline girdiğini, isabetle naklettikten sonra müzakere neti­cesinde: <Her hâl ve durumda padişahın emri heryerde yeri­ne getirilecek, ancak devlet adına asker toplanacak, şayed buna muhalefete geçen olursa hizaya getirilmesi hususunda da. bütün ayan ve hanedanlar davacı olmak, ancak onlardan birisini şartlardan biri hakkında, aykırı şart ittifakı yapılma­dıkça üstüne gidilmemesi>hususlarına inhisar etti. Bu vazi­yet karşısında "senedi ittifak" adı verilen bir yazı kaleme alı­nıp, imzalanarak mühürlendi. Bu kararlarla yapılan müşave­re meclisi de sonaerdi. Sened-i ittifak, yedi maddeden ibaret idi. Başlangıç maddesi, saltanatın kuvvetinin ve devlet tesiri­nin içde ve dış âlemde, esas olarak alınması, padişahın nef­sinin koruma altında bulundurulması ile beraber, emir ve murad-ı padişahinin ittifak içinde muhafazasını, devlet askeri yazılması ikinci maddesi olup, bu hususda aykırı davranan hâin sayılarak, bütünlükle cezalandırılmasına gayret edilece­ğini, üçüncüsü ise, müslümanların beytülmali ve gelirlerini devletin güzelce, biriktirip muhafazasını, dördüncüsü olarak da, Osmanlı devletinin eskiden beri de riayet ettiği usu! ve nizam gereğincede, padişahın emir ve yasakları dahilde ve hariçde bütün erkânı devlete, vekâleti mutlaka makamından çıktığı makamı sadaretten gelen müracaatı amir, kanunlara aykırı irtikâb ve rüşvete gerek taşraya, gerekse iç işlere dair acil zararı olacak davranış ile mekruhlara karşı tamamının davacı olacağını yazıyordu. Beşinci olarak, ittifak senedine dahil olan ayan ve hanedanı ve devlet adamlarını birbirleri­nin şahıslarına ve hanedanlarına kefil olmaları, altıncısı ise, istanbul'daki ocaklardan vesairelerden bir fitne çıktığı takdir­de, soru sormadan bütün hanedanların İstanbul'a gelerek iş de rolü bulunanların ve ocağında rolü varsa lağvı ve idamı ile birlikte başşehrin asayişini temin, yedincisi de, fakir halk ve reaya'nın korunması olduğuna göre, hanedanların eli ile idare olunmakta bulunan kazalarında asayişine, bunlara yapıla­cak tekellüflerde, hududu itidale riayet gösterilerek, vükelâ Üe kendileri arasında alınacak kararlar icabınca hareket, her hanedan birbirinden durumlarına nezaret etmeye, şeriata mugayir, emirlere aykırı olarak zülüm taarruzlarında bulu­nanlar olursa, hemen devleti âliye'ye haber verilerek hep be­raber engellemeğe hazır olunmasını yazmaktadır. Sened-i it­tifak, Alemdar Mustafa Paşa, şeyhülislâm, kaptan-ı derya, kadı efendiler, nâkibüleşraf, İstanbul kadı'sı, sadaret kethü­dası, yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttab, saray kethüdası, deniz isleri nezareti, divan başçavuşu, ruznamçe-i evvel ile Cebbarzâde Süleyman, Sirozi İsmail, Kara Osmanzâde Ömer, muhasebe-İ evvel, sipahiler ağası, beylikçi ve amedi divanı, Çerman livasımutasarrıfı taraflarınca yeminler edile­rek imzalanmıştı. Görülüyorki; hükümet işlerinin yapılması kayıt ve şartlar altına alınmış. Devlet, kendi tebasından bazı türedi kimseler ileyönetim hususunda bir akit yapmaya mu­vafakat etmiş. Böylece de bir zilleti seçmeye mecbur kalmış. Bu çaresiz seçimlerin neticesinden olarak düşünülebilir ki; 2. Mahmud'un; Rusya himayesine girmesine müncer kılan Mısır meselesi, sened-i ittifak olayından, azıp gelmiş bir eğilim-i tabii olduğu hükmüne varılabilir. Yapılan sened-i ittifakın so­nu, Alemdar Mustafa paşa'nın öldürülmesi, ayanların istiklâli meselelerinin de ele alınmasını getirdi. 1225/1810 tarihinde, Rus komutanı general Kameneski'nin "ya Rusyanın talebleri-ne razı gelirsiniz, ya da İstanbul civarına kadar gelir bu taleb-leri yerine getirtiririm" mânasına gelebilen mektup üzerine, 2. Mahmud'un Fâtih Camiinde yaptırmış olduğu meşveret mecliside. mutlakıyet idaresi sahibi padişahın millete iltica­sından başka bir ad verilemez.
Toplanması temin olunan meclise, 2. Mahmud tarafından ulaştırılan hatt-ı hümayunda, Rusların Osmanlı topraklarını e!e geçirebilmek için sergilediği azmi, büyük çabayı da hika­ye ettikten sonra, milletin istişare hakkına riayet ve alacağı karan başıüstüne koyma anlayışı içinde diyorki: "..Hülasa-i kelâm, ümmeti merhume-i muvahhidin, cihad ile imdada ve ululemre inkıyad ileme'mur olub, seİli seyf-i nebevi ile harekât-ı hümayunum mutazammındır. Cilema-i islâm ve yed-i ocağım, rical-i devletim Fatih Sultan Mehmed hân gazi hz. lerinin camii şerifinde akd-i meclis-İ meşveret ve nifak-ı âmiz harekâtdan ari olarak, hasbetenlillah-i teâla, müzakereye <elmüşteşar-i mute'men> medlülünca, cümlenizi iş bilüp müşavereye me'mur eyledim. Başbaşa verilip her tarafı mü­lahaza olunsun ve mühümmat-ı seferiyeden olan hıyam ve cebehane ve devvab cümlenin mevkuf-u aleyhi olan, akça ve zahairive askeri hususları mütalaa olunup, iktizası huzur-u hilafet-i meabıma arz olunsun. Herkes hatırına hutur eden umur-u hayriyeyi söylesin. Sonra şöyle lâzım idi diyecek kal­masın. Hayır tarafını ketmeyenler zamanımda medhul kal­maz ve tekdir olunmaz. Cümlenin tasvib eyledikleri nezd-i mülükânemizde dahi tasvib olunur.."
Zamanı idarenin günahlarını büyüterek, harici ve dahili kavgaların gittikçe çoğalmasını temin eden olayların meyda­na gelmesinden geri durmayacağı cihetle Sultan 2. Mahmud biraz sonra senedi ittifakta imzası bulunmayan nice derebey­leri, ayanın kıyamı karşısında kaldı. Arnavutlukta Tepedelen-li Ali paşa, Suriye'de Genç Yusuf paşa, Mısır'da Kavaali Mehmed Ali paşa, Babantaraflarında Abdurrahman paşa, üç kıta üzerindeki hakimiyetini dört taraftan sarsıyorlardı. Sul­tan Mahmud'da yeniçerinin varlığından uğrayacağı zararları kendine ait tecrübelerle anlama işinde bilhassa, 3. Selim'in nizamını tatbik etmeye eğilimi görünmüşse de, sekban aske­ri teşkilatı gibi nakis ve yeniçeriliği azdırıcı bir teşebbüsden ileri gidememişti. Osmanlı Tarihi adlı eserimde  1225/1810 yıllarına ait bir ifademizde demişdik ki: "İki âmil vardır ki, mensubu olduğumuz içtimai çevreninde mevcut hâle gelme­sinde kurunu vusta yâni, orta çağ düşüncesi, harp arayışına göre; yükseltmiş, büyütmüş, küçültmüş, cahil, menkub ve-mağlub bıraktığı görülmüştür. Bunların biri, istibdad fikridir. Padişah, bendegân, mukarribin, nedima, nisvan, rical ve ule­ma, diğeri milletin maneviyatındaki gayrı muntazamlık; ca­hillik, taassubat, her istibdada karşı duyulan zorbalık, şaka-vet ve istiklâle ait his, derebeyliği saikleri idi. Bu iki eski can düşmanı eski bir terbiyenin eski bir müessirin, padişah ve kul adlarına koyduğu rabıta ile, yekdiğerini kaldırıp kendine çekiyor. Padişah, bütün ülkeye malı, insanlara kulu gibi ba­kıyor, milletse, bütün ülkenin padişahın aidiyetine, kendi ab-diyyetine kail olmak ile birlikte, en kaba insaniyetin bile ka­baracağı, tahakkümsü halinden usanarak, arada sırada ken­disi de mütehakkim olmak istiyor, kanun koyucu bu kaldır­ma veya cezbetme değişikliliğinde, bir hazırlama mekaniz­ması gibi duruyor, bir cünbüş içinde, idam, sürgün, müsade­re, azil, tehdid, af, lütuf, terfi yapıldığı gibi, günlerce,- aylarca, sabr-u teenni, bila havf yâni korkusuzca ince entrikalar ha­zırlanması, fırsat aramak, nifak çıkarmak, dincede mukad­des olan kaide ve şartlarından menfaat temini aramak, dinin hükümlerinin salime ve selimesini, taarruza kıyam aleti seç­mek, Örf adet, teamül gibi o cemiyete mahsus yeniliklerin, aleyhine saldırmak, karanlıkta alınan bir terbiye ile üç kıtaya yayılan çeşitli kavim ve miraçlardan meydana gelen bir ne-yetide, kendi idrâkine göre ayırıp çevirmek istemek, bilhassa harb tali'inin kendi tali'ini kutlu ve bahtsız bilerek nefsini, bü­tün milletin üstünde bilmek, bütün bu şeylere tahammül et­tirmeği hakimiyet usulü ve padişahlık tanımak, tanıtacak va­sıtalar kullanmak icad etmek, velhasıl bütün bu yıldırımların te'siri, nüfuzu, kuvveti, yardımı ile aşağılı, yukarılı değişikliklere maruz idare şeklini düzeltmeğe uğraşmak ve bununla beraber dıştan gelecek ihtiras dalgalarına ve ecnebilerin istir-kabina karşı, savunmada bulunma ümidinde olunuyordu. İş­te bu bilemeyîş devam ettikçe, Osmanlılık kuzey, doğu, gü­ney ve batı hududiarından ağır ağır çekilen, koyulaşan ve za­man geçtikçe merkeze doğru'toplanan bir mayi gibi her işten elinide ayağını da çeken oluyordu. Siyasetin iki yüzlü oluşu, menfaat takibi olduğundandır. Bütün avrupa bizi zayıf görü­yor. Yine zayıf gördürmeye çalışıyordu. MiIİet'te irfan ve ka-biliyet-i ilmiye kalmamıştı. Rusya ile ona bağlı olanlar, Avus­turya, İngiltere, Fransa, hattâ hem din vehemhal olduğu hal­de iran, böyle büyük bir hükümeti kesin kes sarsan tertible-rin ve darbe-i hükümetin seyircisi değil, oyuncusu oynatıcısı olmuşlardı. Ruslar; Sırbiye ile Mora'da hileli, sihir değnekleri­ne taktıkları istiklâl şeklini; perde de gezdirmeğe hacet gör­müyorlar, kavmiyet poltikası kendi politikalarına aykırı olsa-dahi bizimsahalarda Bulgarlara, Ulahlara. Rum unsurlara gösteriyordu. Biz bunlara isyan diyorduk. Hayır değil; başşe­hirden uzakça bir yerlerde kopub da, daha sonrada cümle kapısından girecek emaret-i ihtilâl ve devlet içinde büyük bir çöküş alametidir. Padişahda;yer yer, kıt'a kıt'a, kavim kavim hor görülüyordu, tşte fransa ihtilâlinden vaka-i hayriye'ye kadar devam edenotuzsekiz sene zarfında Osmanlı hükümeti daha da gerilemek ve kokuşmaya pek çok yaklaşmaktan gayri bir hareket gösterememiştir ve Mora meselesi doiay-sıyla da meydana gelen devletler müdehalesi karıştırıcı ve şaşırtıcıbir parmaktı! Bu parmakda, henüz boğazımız üzerin­de dolaşmaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar geçenza-man içindeki kanunsuzluk ve anarşinin şekli-Rus talebleride yavaş yavaş Osmanlı haritası üzerinde beliriyor.
Mapolyon: Moskova, Brezinadan sonra-  Sultan 2.  Mah-mud'un çevresi-Padişah iki kutup arasında: Enderun ve Birun, Halet efendi devri-Sened-i İttifak hazırlayıcılarından Ra-miz Paşanın idamı-Devlet; İslahı, sürgün ve idam fiillerinde, tedhiş politikasında arıyor-Viyana kongresi, milliyet politika­sı, mütegallibenin yok edilme siyaseti, Sultan 2. Mahmud Halet efendi nin manevi tesirinde mağlup kalıyor, vükelâ-i devlet, ülke coğrafyasını bilmiyorlar-Ata, arabaya izinsiz bi-nilemiyor-Yobaz ihtilâli, şeyhülislâm olmak için bir kaç beyaz kılkâfi-Yangınlara karşı, efradın kanun kesİlmesi-Devlet, cumhuriyet hayatını yaşayan cemiyetlerden korkuyor-Erme-nilerin patırdısı-Devletteki zayıflamaya dair hal ve durum-Rum patriği ve metropolidi'nin idamları-Benderli Ali paşa'nın idamı-Halk sadnazama uyuyor, İstanbulda reaya katli, cerhi, takım takım yağmacıların çıkışı, Halet efendinin;idam oluna­rak katli nazariyesi-Sübyan çocukların öğretimi hakkında ferman. Sultan 2. Mahmud'un tahta geçişini gösteren 1223/1807 senesi sonrasında yeniçerinin kaldırılması diğer bir ismi vaka-i hayrİye'ye kadar geçen 18 sene zarfında, yâ­ni 1241/1826 tarihine ulaşan zaman diliminde de, gerek is­tanbul'da gerekse taşra'dahusule gelen karışıklık ve ihtilâller yanında birde, dikkat çekici olması gereken bir çeşit vardı kî, bunların tamamı kanunsuzluklardan ve anarşiden çıkmasıy­dı. Yine her biri ayrı tarz mutlakiyet düşüncesi ve fikriyatına ait ruhiyatı, idareye yerleştirmeye bunların fesatlarına delalet etmekteydi.

Alemdar Mustafa Paşanın Yok Edilmesinde Saray Entrikası


Zat-ı devlete emniyet caiz değildir. Şeklindeki eskiden beri devam eden hükümün teyid ettiği gibi saltanatın üzerinde de, yer yer görülen çözülmeler ortadaydı. Padişah, zalimler ve mütegallibe ile boşyere uğraşmaktaydı. Kanun ve adaletin kurulamadığı yerlerde, zulümler ve tagallübler, hükümdarca yapılır. Senelerden beri, Ruslarla devam eden harb, içte kö­tülüklerin menbaı, ayrıca sermaye genişliyordu.
Ruslar; 1224/1809 yıllarında Anadolu'dan Çerkeş, Abaza, Gürcü topraklarını, Rumeli'den de, Besarabya topraklanyla, Eflâk ve Buğdan'ı istiyordu ve ayrıcada Sırpların bağımsızlı­ğını taleb ediyordu. 1227/1812 senesinde ruslarla yaptığımız sulh antlaşmasından sonra, fransa imparatoru Napolyon, Moskovada ateşler içinde tükenmiş, Berezena felâket-i meş­huruna uğramıştı. Böylece avrupa siyaset anlayışıda yeni bir döneme girmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Halet efendi belâsı ise, başşehir ve taşrada uzanıp gidiyordu. Bu esnada Sultan Mahmud'un çevresini; kimlerin teşkil ettiğini öğren­mek için tarih sahifelerinden, aşağıya aldığımız bölümü oku­yalım. "Sultan 2. Mahmud şehzadeliği esnasında merhum 3. Selim hazretleri ile beraber kafes arkasında yaşarlarken, ara­larındaki sohbetlerde ve bunun neticesinde genç şehzade, Selim'den almış olduğu dersleri pek güzel telakki etmişti. Kafesinden çıktığında bir şahin gibi tahtı saltanata sahib ol­muş, böylece mütegallibe ve yeniçerinin kaldırılmasını tasar-lamakdaydı.
1227/1812 yılı içinde, kafasında taşıdığı tasarıyı, Halet efendiye açtı. Bundan maksadı; Halet'den, halisane hizmet bekleyebileceğini ummasıydı. Halet efendi, taşradaki müte-gallibeyle alakalı hususlarda pekâla hatta birazda ifrata ka­çarak şiddet gösterirken, münafıkane ve hiylekârane bir tarz­da yeniçeri hakkındaki terbiye etme düşüncesini, birer baha­ne bularak, özürler serdederek, erteliyor böylece padişahı al­datıyordu. Halet efendi taşradaki memurları soyup soğana çeviriyor, bunlardan elde ettiği servetin bir bölümünü yeniçe­rinin ele gelir adamlarına üleştiriyordu. Zamanın ihtiyacına bakarsan devleti âliyenin "eni usûl ile işe yarayacak asker tedariki, mutlaka şarttı. Enderun adamlarının ileri gelenlerin­den olan padişah siîahdarı Ali bey gibi bazıları da eski usûl adetleri beğenmeyip, yeniçeri ocağının kaldırılması hususun­da rey sahibi padişaha hak verirlerken de, Başçukadar Seyid ömer ağa ile Berberbaşı Ali ağa gibi bazıları da enderunu hümayunca tercih edilen usûl, eskisi gibi değiştirilmeden gö­türülmesi, askeri sınıflarda yapılacak değişikliklerin enderun-u hümayuna bulaşacağı kaygusuyla bundan kaçınıyorlar, Halet efendinin düşünce tarzını desteklemekteydi. Bilhassa bunların içinde bulunan Ömer ağa kaidelere pek düşkün ol­duğundan, bu davranışları padişahı pek sıkardı ancak, çok sadık ve ihlas sahibi kimse olduğundan, padişah kendisine büyük saygı ve riayet gösterdiği için her doğru bildiğini söy­ler vazifesini yapardı.
Sultan 2. Mahmud; birûn yâni dışarıda yeniçerilerin tazyi-ğine enderunda yâni sarayın içinde bir takım eski teşrifata ait resmi usûle ait baskılar altında sıkılmıştı. Kendisi manevi bir kafesin mahkumu olduğu düşüncesiyle, yeniçerilerin bu husustaki baskılarını kırarak, bentlerini yıkarak onları orta­dan kaldırmak, yeni usûlleri uygulayarak devletini düşmüş olduğu perişan vaziyetten kurtarma çaresini aramaktaydı buna yardımcı olması muhtemel kimselerin ağızlarını ara­maktan, geri durmazdı. Ne çareki Halet efendi, çalınacak her kapıyı bu bahisler için kapatmış olduğundan kimse gerçek görüşünü ortaya seremiyordu. Halet efendi, perde arkasın-dan yürüttüğü engel olma hareketi içinde, padişahın kulağı­na, kendisiyle aynı düşüncede olduğunu söyleyecek zevatı, birer desise ile bir ucu ahirete, bir ucu da taşraya uzanan yolculuklara çıkarırdı. Buna karşılık pek maharet gerektiren makamlara devamlı olarak, ehil olmayan kimseleri geçiri­yordu. Böylece ehil olmayan kimseler, mühim işleri idareden aciz kalırlardı. Bu aciziyetleri de, kendilerinin Halet Efendiye müracaat etmelerine mecbur kılardı. Bir aksiiik çıktığızaman üstesinden gelemeyen Halet efendi ise, bazı hediyelerieyen i-çeri reislerini memnun edip, bunlar vasıtasıyla müşkülâtı at­latıp, böylece de, varlığının bir kimya gibi devlete faydalı ol­duğunu, herkesin derdine deva bulduğunu adeta imâ ederdi. Yeniçerilerin ileri gelenleri, hep Halet efendinin adamları ol­manın icabatından dolayı, bir takım nümayişler yaptırtır, sal-tanat-ı seniyye'yide tehdide tâbi tutarlar, bunu gerek dışarıda gerekse içeride de gerçekleştirirlerdi. "Yukarıya aldığımız sa­tırlar, pek açık olarak ortaya seriyorki, Sultan 2. Mahmud, bir kafesden bir başka kafese girmek için uçmuş, kanatlarını Halet efendi ile enderun ileri gelenlerininin İnsafına teslim et­mişti. Şu da unutulmamalı, bu yırtıcı kuş, kendinden başka bir başkasının baskısına tahammül edemezdi. Buna bağlı olarak saltanatının çok büyük bir kısmı, vakaların çoğu, mü-tegallibenin üzerine ceza düzenlenmesi ile geçmiştir. Hicaz bölgesinin vehhabilerden temizlenmesinde, Gazi unvanını al­mış, Ruslarla yaptığı sulhden sonra, Rumelideki meseleleri bertaraf etmedeki başarısı, yine o sıralarda sened-i ittifakın-yazarı arasında olan geçmişte Rusya'ya firar etmiş bulunan Ramiz paşayı, İstanbul'a dönme isteğine müsaade verip, Ra-miz'inde daha Buğdan'a girer girmez kellesini alması, ceza düzenlemesi sözlerimize birer örnektir.
Bu devirde, bu mutiakiyet anlayışında görülen ıslahatın aranması, sürgün ve idam cezalan önderliğinde oiuyordu. Çünkü iş başında görünen Halet efendi vardı Napolyon'un yıktığı hükümetlerle avrupa siyasası dengesini yeniden kura­bilmek için yapılması kararlaştırılan ve tatbike geçilen Viya­na kongresine Osmanlı devleti temsilcilerinin iştirak etme­yişlerini bizim tarihlerimiz şöyle anlatır: "Osmanlı devletinin; bu kongreye murahhas heyeti göndermeye hakkı bulunuyor­du. Fakat pek fazla iç meselesi olması, bunların husule getirdigi müşkülatlar, dış meseleleri de gereği kadar takiplerden mahrumdu. Ayrıca 3. Selim vakasında telef olan devlet adamlarının, boş kalan yerleri doldurulamamıştı. Hakikaten, devlet adamı denebilecek zevat yetiştirilememişti." Yukarıya aldığımız tarihi izahat; bir nevi tevil olmakia beraber, bizim avrupa devletleri arasına girmemize engel, hak kazandıracak hükümet şeklini gerçekleştirememizdir. Bu husus aslolan se-bebdir. Ayrıca biz bu tarihlerde, iç ihtilaller ve karışıklıklar içinde, her tarafından çıbanlar fışkıran bir şahsınta kendisini andırıyorduk. Avrupa siyasi dalgalanmalarına asla aldırmı­yorduk. Tarihi Cevdet, bizim bu lakayt davranışımızı ileri sür­düğü sırada, devlet memurlarının ileri gelenleri siyasete ait havadislere dair meraklarını, ecnebi lisanlara vâkıf bulunan Fenerli Rum beylerden öğrenerek giderirler vede malumat sahibi olurlardı. Diyor. Viyana kongresi Tarihi Cevdet c. 12, sh. 198'de şunları yazıyor: Viyana kongresine iştirakimizi bil­diren Avusturya başvekili Prens Meternih'e, vermiş olduğu­muz red cevabının izahı şöyleydi: "Babıâli ilk önce bu davet hakkında gereği kadar tetkiklerde bulunmamıştı. Murahhas gönderilmesini uygun görmemişti. Çünkü Osmanlı, avrupa devletlerinden bazılarıiie rabıta kurup antlaşmalar yapma usûlünü bir zamanlar ciddi bir görüş olarak kararlaştırmış­ken, avrupa siyasasının perişanlığını, tecrübe etmiş böylece bu ittifak usûlünden vazgeçip, esas görüşü olan, tarafsız an­layışa avdet etmiştik. Viyana kongresi; bu esnada hükümet­ler yıkıp deviriyordu. Bundan çıkarılacak bir netice varsa da, Osmanlı devletinin avrupa devletleri arasında yalnız kalmak gibi vahim bir duruma kendi kendini düşürmesini tesbittir. Bu vaziyet karşısında avrupa devletiyken, avrupa hukuku dairesi dışına düşmüştük. Bu bakımdan Viyana kongresi ka­rarlarından olan, kavmiyet politikasını men edişinin de, bizimle alâkası yoktu. Mora isyanı esnasında, Rusya imparato­ru 1. Aleksandr'ın teşebbüsleri ile, bizzat kendisinin kavmi­yet politikasına hasımken, bu isyancı kavmiyetçilere göster­diği yardımsever tavır hatırda tutulması gereken bir ihtardır. Mütegallibenin cezalandırılması siyaseti, her geçen gün şid­detlendi. Taşra'da vezir ve mirmiranlar, İstanbul'da yeniçeri ağası satır atmaktaydı. Biz de nice zamanlardan beri usûl ve ceza hukukundan ayrı durmak hükümetçe kaide olarak da seçilmişti. Tenkil vakalarında cezayı tertip memurların keyfi­ne bırakılmıştı. Zulümler çoğalıyor, İstanbul ile taşranın ara­sında hâl ve durumlar değişiyordu. Yeniçeri ağası Seyid Meh-med ağa'nın Öldürülmesiyle kabul edilen neticesiyle ihtilâl vakası buna bağlı hallerdendir. 1230/1 814'den 1232/1817 yıllarına kadar olan vakalar hep bu tarzda anlatıldıktan sonra derebeylerden Karahisar Voyvodası İbrahimağanın idam edilmesini amir fermanın Konya valisine yollanacağı yerde, Bursa valisine gönderildiğini yazıyor ve diyorki, "Şu karışıklı­ğa bakınız; babıâli bir adamın idamı için ferman yazıyor. Lâ­kin nerede ve ne halde bulunduğu ve hangi sancağa bağlı ol­duğundan habersizdir.
ülkenin coğrafyasını bilmeyen vükelâda ancak böyle ka­ranlıkta hayalet taşlar. Nevar ki; hükümet yinede Halet efen­dinin kurmuş olduğu, ayan ve vücuh politikasını kırmaya de­vam ediyordu. Sürgün ve idam kararlarının fermanları yazılı­yor. Sultan Mahmud; ülkenin İslahına büyük çaba sarfettiği hal de, İstanbul'da Halet Efendinin, mânevi tesirine mağlup oluyordu. Hakikaten bu senelerin olaylarında, ülkenin ihtilal tehdidi ile korkutulmamış hiç bir yeri kalmamıştı. Ata, ara­baya bile binmek eski kaideye bağlıydı. İzinli olmadıkça ve gayri müslim teba'dan olana bir şeye binmiş olmak yasaklandığı zamanda, devletin nasıl bir ıslahat anlayışı aradığının tahmini yapılamazdı. Bir eşkiyanın karşısına, başkaca bir eş­kıya çıkarmaktan ibaret olan iç siyaset ise: "Bu gün ona ise, yarın bana" anlayışı içinde yapılan cezalandırma, iki taraf arasındaki mutabakat sonun da belirlendiğinden, devîetde küçük düşmekten başını alamıyordu.
İstanbul'da ise, devlet adamlarına aleyhte sözler sarfet-mek ve bunun en hafif cezası da sürgün belasına uğramaktı. "Yobaz İhtilâli" adıyla meşhur olmuş münferid bir vaka 1233/1818 senesinin istanbul sosyal hayatının, bir bölümü­nü ortaya koyar. "Padişahın yakın çevresinden bazılarına ya­kınlık hasıl eden ve makam-ı meşihata oturan Zeyneiabidin efendi, İlim yolu mensuplarını, esaslı bir İslahata tâbi tutmak düşüncesiyle tanınmış ulemadan kimini sürgüne, kimine azar ve tehditler yağdırırken, akrabalarını, kendine ülfeti olanları çok kısa zamanda yükseltir. Böylece de genel bir nefret dalgasını üzerine çeker. Bu sırada; ilim talebesi kıyafe­tinde dolaşan bir sürü serseriden ibaret olan yobazlardan ço­ğunu hapis ve sürgün, bir kaçımda İdam etmeye kalkışır. Bu­na karşılık; rûus imtihanında hatır gözeterek liyakat sahibi olmayan kimselere de rûus verdirdiği görülür. Bu vaziyet ta-lebeİ ulûm ile beraber Deli Emin efendi, Musannif efendi gibi büyük hocaların da tabiatına ters gelir. Böylece şeyhülisla­mın azli temenni olunmaya başladı. Tam bu esnada; Fâtih medresesi talebelerinden biri, Karamanlı bakkalın birinden iki mum ister. Ancak mum sıkıntısı yaşanmakta olduğundan hükümetçe, herkesin bir mum kullanması tenbihlenmiş, ol­duğundan bakkal bir mum verir. Çömez ise, iki mum talebin­de İsrarlı olur. Aralarında kavga çıkar. Talebe, bakkalı düğ­meğe başlar. Bu patırdıyı işiten kolluk, işe karışır. Birkaç yobaz daha iştirak eder. Yeniçeriler bunların hepsini tutup, hem ağa kapısına götürürler, hem de daha evvelce telakki ettikle­ri emirlere uyarak bir de adamakıllı döğerler.
Ertesi gün işi şeyhülislâmın takip ettiği, adamları idam et­tirdiği hususunda bir dedikodu yayılmış. Medrese talebeleri artık takım takım toplanırlar. -Bu ne demek? Bir bakkala iki sille vuruldu diye ilim yolu talebelerine bu şekilde darb ve tahkir olurmu?
"Darb-ı zeyd amı'en" makulesi bir fil'i mazi için tal-ebe-i ulûmdan bir kaç kişiidam edilirmi? Bu şeyhülislamın bizler hakkındaki garaz ve nefsaniyetidir, fetva kapısına gidelim, idam edilmişlerin hak'lannı dava edelim. Diyerek, o geceyi atlatırlar. Ertesi gün camilerde derse çıkan hocaları engelle­yip, rahle ve minderleri kaldırırlar. "İlim yolu talebelerinin na­musu temizlenip ikmâl edilmedikçe talimül mütalliim risale­sinin dahi okunması, caiz olamaz." diyerek derse girenleri de kendilerine uydurdular. Büyük bir cemiyet halinde fetva ka­pısına dayandılar. Şeyhülislâm divanhanesi yobazlarla dolar. Zeynelabidin efendi dışarı çıkamayacak hale gelir. Kethüdası biraz kendimi göstereyim der, ancak bir güzel dayak yediğin­den kaçar. Şeyhülislâmın müşavirleri ve yakınları birer köşe­ye saklanırlar. Şeyhülislâmla Fâtih camiinde şer'i mahkeme isteriz, maktullerin kanını isteriz diye bağırışırlar. Vakit öğleyi bulur. Musannif efendiyle Deli Emin Efendiyi çağırırlar. On­larda; binbir naz ile. atlarına binip gelirler. Şeyhülislâm ile görüşüp ağızlarına geleni söylemekten çekinmezler. Sonun­da sürgüne tâbi tutulanların serbest bırakılmasına karar veri­lir. Kalabalık da dağılır.
Ancak şeyhülislam ifta makamından alınır. Mekkizâde Asım efendide şeyhülislam olur Cevdet tarihinde bu yazıldıktan sonra bir deftere ilave olarak yazıyorki, şeyhülislâmlığın Halet efendi elinde bir kaç beyaz kıl kadar ehemmiyeti oldu-qunu doğruiar. Diyorki: "Sağlam olan bir kaynaktan dinlemi-şizdirki, Halet efendi, daha önceden Mekkizâde'nin meşihat makamına getirilmesini tasavvur etmişse de Mekkizâde pek genç olup, henüz sakalına daha kır bile düşmediğinden Halet efendi gizlice gönderdiği haberde, Mekkizâde'nin sakallarına bir kaç beyaz ki! düşürmesini istemiştir. Mekkizâde'de saka­lına öd ağacı yakarak, bir iki kılı ağartmaya muvaffak ol­muş, böylece de makamı meşihata oturabilmiştir." Şeyhülis­lâmlık makamının bu zamanlar da bile, gördüğü itibarsızlik-dan anlaşılıyorki, temiz şeri'atımız da şunun bunun elinde oyuncak vaziyetine gelmiş, zamanın iş görenlerinin umurun­da değildi. 1233/1818 senesinde yedi ay içinde, yetmişüç adet yangın çıkmış ve İstanbul ahaliside uykudan mahrum kalarak evlerinde nöbet beklemeğe mecbur kalmışlardı. Halk arasında meydana gelen galeyanın bastırılması için Kanbur Süleyman isimli haşan bir serseriyi idam, Halet efendi'nin hasımlarından olan, Mektubçu Atâ efendi ile Beyiikçi Sâib efendi sürgüne gönderildiler. Fahişe yüzünden de bir bostan-cınının bir hamalı, bir humbaracının bir kürdü öldürmesi adli kaidelerin geçerli olmadığı bahanesi ile meydana gelen ha­mallarla, kürtlere selahiyeti verilmiş ve bir defasında, hamal­lar, diğerinde kürtler, katillerin mensub oldukları kişilere hü­cum etmişler, büyük kavgaca sebeb vermişlerdir. Böyle ve-kayi husule geliyordu.
Yeniçeri ortalarından; 25. ve 71. arasında semer devirme, yâni bir ortadan diğerine geçme davası büyüyerek, üçgün üçgece birbirleriyle savaştılar. Ermenilerin ilk patırdısı bu sı­ralarda meydana gelmiştir. 1233/1818 senesinde ortaya çıkan, ermeni katolikleri meselesinide hükümet ileri gelen bir kaç kişiyi sürmek suretiyle bastırmaya muvaffak olmuştu. Fakat ermeni patriği gizlice katolik olan ermeni rahiblerinin teşvikiyle, iki tarafı barıştırmak vede tel'if etmek hevesine düşmüşsede, 1235 senesi zilkadesinin 11. pazar /1820 se­nesi ağustosunun, 20. günü "sen bizi katolik edeceksin" kız­gınlıkla söyledikleri sözlerle patrik'in üzerine hücum etmişler, patrik her ne kadar kaçabilmişse de, çıkan arbedeye koşan, kolluk zabitanı ve erlerinden bazıları yaralanmışlar ve Erme­nilerin İleri gelenleri yakalandı ve de bunların dördü idam olundu. Bu hadiseden sonra tarih demektedirki: "Bir zaman­lar bu tarz cumhuriyet yolunda giden, cemiyetler devlet ida­resinin nazarı dikkatini pek çok çekerdi. Telaş ve endişelere düşerdi. Tepedelenli Ali Paşa harekâtıyla. Mora ve Sisam bi-lahire Girid ihtilâlleri için Rumlar arasında isyan eğilimi, Rum Etniki Eterya cemiyetinin kurulması ve üstelik merkezini İs­tanbul'da teşkil etmesi, Eflâk ve Buğdan'da bir sürü karışık­lıkların kendini göstermesinde yatan sebeblerde Osmanlı hü-kümet-i idaresi zafiyetide rol oynamaktaydı. Osmanlı baş­kenti hiç bir vasıtaya mâlik değilmiş gibi, etrafı ile haberleş­me sağlayamıyordu ki, rum patriği Grigiryos'un Mora ihtilal­cileri ile haberleştiği, nasılsa haber alınıyor, hristiyanların paskalya bayramında görevinden azledilip, patrikhane içinde asılmak suretiyle cezaya müstahak ediliyor, cesed asıldığı yerde üç gün durdurulduktan sonra denize atılıyordu. Hemen patrikle alakalı olduklarını da tesbit eden hükümet; Balıkpa-zarı, Kaşıkçilarhanı ve Parmakkapı, gibi metropolidlerin, pat­riğin uğratıldığı akibet, bunlara tatbik olundu. Bütün bu dav­ranışlar Rumların isyanlarını çoğalttı. İç siyasetimizde asla rastlanamayacak kötü tedbirlerindendi. Bu arada Halet efen­di ise, kendi hakkında lâf edenlerin de cezasını ya idam, yada sürgün olarak veriyordu. Hatta bunların içinde sadaret mevkiine gelmiş tok sözlü, Benderli Ali Paşa gibi, bir vezirin. Halet efendinin çalışması, sadaretinin 10. gününde önce azil, Kıbrıs'a sürgün ve orda da hemen idam edilmesine yetme başarısını göstermişti. Demekki, Halet efendinin kudreti öy­lece bir dereceye varmıştıki, yalnız padişahı idama muktedir değildi. Benderli Ali Paşadan sonra makamı sadarete gelen Çermanli Salih paşa adlı bir vezirin devri, bu olay üzerine ay­rıca kötülüklerin işlenmesini biriktirmişti. Cevdet paşa, tari­hinde diyorki; "Salih paşa, sadrıazam olduğu günün hemen ertesinde, sah günü idi ve İstanbul'un çeşitli semtlerinde 12 Rum öldü. Bunların içlerinden biri de, Arnavutköyü başpapa-sı idi. Hemen ertesi olan çarşamba günü 7 rum daha kati olundu. Devletin böyle bir siyaset içine girmesi, müslüman-lardan bazılarınca görülüp cesaretleri de çoğalıp, Kalas'da rumların müslümanlara yapmış olduğu mezalimin intikamını almak maksadıyla, mezalimde yer aldıklarını sanıp ve gözü­ne kestirdikleri reayayı öldürür oldular. Mürahık, yâni akılba-liğ ve akıl baliğ olmayan çocuk ve talebelerle, içlerinde 18-20 yaşına ermiş terbiyesiz ve edebsiz nadan oğlanlar, küçük büyük okul çocuklarıyla toplanarak, Şaban ayının 2. cuma günü bir kaç gurup halinde İstanbulun hristiyan mahalleleri­ne saldırıp, bazılarımda yaralamaya cesaret buldu. Diğer bir gurubu da, Eğrikapı klişesini basıp, avizelerini ve eşyalarını yağma ettiler. Ertesi gün bir diğer gurub ise Beyoğlu yakı­nında Çukur dedikleri ermeni semtini bastılarsa da bunlarda silah olduğundan, rivayete göre 8 kişi kadar büyük küçük yaralanmış bunlardan ikisi ise çok geçmeden ölmüş. Bu ölümlerden sonra bu rezillerin Beyoğlundaki hristiyanlara ait dükkanları taarruz altına alacakları hususunda istişare yap­tıkları, duyulunca zabitan bahse konu yerlere koruyucu koyma yoluna saptı. Bu günlerde çarşı ve sokaklarda yahudiler-den başkası nadiren görünür oldular. "Halet efendinin; idam ve katlettirme hakkındaki düşüncesini zamanın haleti ruhiye-sini ortaya koyma bakımından bakışımızın gayet feci durum­la çarpışacağını göreceğiz. Andera adası voyvodalığını ta­mamladıktan sonra, İstanbul'daki evinde, uzlete çekilip ya­şayan ve Halet efendinin katlettirdiği, Darbhane nâzın Ab-durrahman bey'e bağlı, Reşid isimli bir delikanlı hakkında, merhamet sahibi biri, Halet efendiye; "Bu Reşid genç bir kimsedir. Bir başka şekilde cezalandırılsa" dediğinde Halet efendi ise bilinen tavrıyla; "Genci öldürmek yazık, ihtiyarın katli günah, her zaman öldürmek için ortayaşlı adamı nerede bulmalı?" şeklinde cevap vermesi, hazin bir hâl değilmidir?
Yine; Cevdet tarihinde yazıldığına göre, "gerek İstanbul'da, gerekse taşrada insanın bir kadri kıymeti yoktu. Adam öl­dürme piliç kesmek ile aynı gibiydi. Hatta bir ara İstanbul'da reziller çoğalınca önleme tedbiri için mec!is-i vükelâda da bir çare arandığında, Halet efendi, yeterli tedbir olarak "Şimdi Okçular başındaki berberin başı kesilsin. Bunu gören ve du­yan rezillerin korkusu çoğalıp, bu işin arkası kesilir" Dediğin­de, huzurda bulunan biri: "Aman o benim berberimdir" şek­linde konuştuğunda Halet efendi: "Ona mahsus değil, öte ta­raftaki berberin boynu vurulsun, maksad hası! otur" demiş olduğu pek meşhurdur. İşte bu düşünce tarzı Halet efendinin sürgün ve akabinde ölüme mahkum edilmesine tarih olan 1238/1823 tarihine kadar madde hükmünde geçerli olmuş ve 1241/1826 tarihine kadarda ortada kalıp, kaldırmaya ça­lışan görülmemiştir. Gayet nâdir olarak, 1240/1825 yılında müslüman çocukların merahık yâni âkılbaliğ olacak yaşa kadar okullarda, şeriat-ı islâmiye ve kavaid-i diniye talimi ve"ârenmekle ilgili mecburiyeti belirten fermân-ı âli yayımlandi.
Yine aynı sene Benderli Selim paşanın sadrıazam olması, Vakai Hayriyye yâni, yeniçeriliğin kaldırılması hususundaki başlangıcda hayırlı addedilse yerindedir. Meşhur Engel-hard'ın ifadelerinin ışığında vede Ahmed Rasim Bey'in tahlil­lerinden de istifade ederek, aşağıda seçtiğimiz ara başlıklar altında Sultan 2. Mahmud dönemine bir atfunazar edelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı