Haremeyn'in (Mekke ve Medine'nin) sâkîsi
Ramâde yıhnda [1] Allah'ın kulları ve memleket şiddetli bir kıtlığa uğradığında, mü'minlerin emiri Hz. Ömer ve onunla birlikte müslü-manlar, yağmur namazı kılmaya, kendilerine rahmet ve yağmur göndermesi için Rahîm olan Allah'a yalvarmaya çıktılar...
Hz. Ömer el-Abbas'ın sağ elini, sağ eliyle tutup gökyüzüne kaldırdı ve şöyle dedi :
«— Allah'ım Peygamber'in aramızdayken onun vasıtasıyla yağmur istiyorduk...
Allah'ım! Biz bugün Peygamberinin amcası vasıtasıyla yağmur istiyoruz, bize yağmur ver»..
Müslümanlar daha bulundukları yerden ayrılmadan onlara rahmet gelmiş; bereketi müjdelemek ve toprağı yeşillendirmek üzere bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı...
Ashab, kucaklayıp öpmek ve onunla teberrük etmek üzere el-Ab-bas'a koştular. Bir taraftan da ona şöyle diyorlardı:
«— Tebrikler...
Ey Harâmeyn'in sâkîsi...»
Bu, Harâmeyn'in sâkîsi kimdi acaba?...
Takvasını, üstünlüğünü, Allah'ın elçisinin ve mü'minlerin yanındaki yerini bildiğimiz Ömer'in kendisiyle Allah'a tevessülde bulunduğu bu şahıs kimdi acaba?
Evet o, Resûlüllah'ın fs.a.v.) amcası el-Abbas'ti...
Peygamber onu, hem sever hem de sayardı. Onu ve ahlâkını şöy-e överdi:
«— Bu benim atalarımın kalıntısıdır...»
Bu el-ıas İbn Abdiimuttalib, Kureyş'in en eli açığı ve akra-jaya en düşkünüydü...»
Hamza, Hz. Peygamberin amcası ve yaşıtı olduğu gibi, el-Abbas [a öyleydi. Allah onlardan razı olsun...
Resûlüllah'la (s.a.v.) onun arasında, sadece iki veya üç yaş farkı [ardı. El-Abbas-'ın yaşı Resûlüllah'ınkinden (s.a.v.} biraz fazlaydı.
Böylece Hz. Muhammed ve amcası el-Abbas aynı yaştan iki çouk ve aynı soydan iki gençtiler...
Aralarındaki sevgiyi meydana getiren unsur, sadece yakın akra->a olmaları değil; aynı zamanda yaşlarının birbirlerine yakın olmalıydı...
Hz. Peygamber'in ölçülerinin daima birinci sıraya koyduğu birşey Jaha vardı... İşte buda el-Abbas'ın ahlâkıydı...
El-Abbas aşırı cömertti. Hatta sanki o güze! şeylerin amcası vo-
ıs, dayısıydı!.
O, akraba ve ailesine çok düşkündü. Onlara her konuda ilgi gös-:erir ve para yardımı yapardı. Kısacası hiçbir konuda cimrilik yap-"nazdı...
Bütün bunlardan başka o, dahi denecek kadar zekiydi. Kureyş cindeki yüksek mevkiini daha da yükselten bu zekasıyla, davasını îçıkladığı sırada Resûlüllah'tan (s.a.v.) birçok işkence ve kötülüğü jzaklastırmistı.
Daha önce gördüğümüz gibi, Hamza (r.a.) Kureyş'in azgınlığına je Ebû Cehil'in övünmesine öldürücü kılıcıyla üstün geliyordu...
El-Abbas ise, Kureyş'e, hakkını koruyan kılıçların yaptığı gibi, İslâm için faydalı olan zekâ ve kurnazlığıyla üstün geliyordu...
El-Abbas müslümanlığmı ancak Mekke'nin fethedildiği yılda açık-amışti. Bu yüzden bazı tarihçiler onu müslüman olmakta geciken kimselerle birlikte sayarlar...
Şu kadar var ki, diğer tarihi rivayetler onun ilk müslümanlardan olduğunu, ancak onun müslümanlığmı gizlediğini haber verirler...
Resûlüllah'ın (s.a.v.) hizmetini gören, Ebû Rafî şöyle der:
«— Ben el-Abbas İbn Abdilmuttalib'in hizmetçisi idim. İslâm bizi Ehl-i Beyt'e dahil etmişti. Bunun üzerine el-Abbas ve Ümmü'1-Fazl müslüman oldular, onlardan sonra ben de müslüman oldum.
El-Abbas müslüman olduğunu gizliyordu...» Bu, Ebû Rafi'nin ei-Abbas'ın durumunu ve Bedir savaşından önce müslüman olduğunu anlatan bir rivayettir...
O halde el-Abbas müslüman idi...
Resûiüllah'la (s.a.v.) ashabı hicret ettikten sonra onun Mekke'de kalması, gayesini en iyi şekilde yerine getiren bir plândı...
Kureyş, el-Abbas'ın niyetleri hakkındaki şüphelerini gizlemiyordu. Ama ona çatmak için sebep bulamıyordu. Hele o görünürde, onların beğendiği bir davranış ve bir din üzerindeyken...
Nihayet Bedir savaşı geldiğinde, Kureyş orada el-Abbas'ın içinde gizlediğini ve hakiki durumunu anlamak için bir fırsat buldu...
El-Abbas ise Kureyş'in keyifle tertip ettiği bu pis oyunun çeşitli yönlerini ihmal etmiyecek kadar cin fikirliydi...
Şayet o, Kureyş'le ilgili haber ve hareketleri Medine'deki Rasû-lüllah'a (s.a.v.) ulaştırmada başarılı olsa, Kureyş onu inanmadığı ve arzu etmediği bir savaşa sürüklemekte başarılı olacaktı... Ancak zamanı tayin edilmiş bir başarı Kureyşlilerin hemen zarar etmelerine ve helak olmalarına sebep olacaktı...
İki topluluk Bedir savaşında karşılaşırlar... Kılıçlar korkunç bîr şekilde birbirlerinin işini bitirmek üzere çarpışmaya başlarlar...
Peygamber ashabı arasında şöyle seslenir:
«— Haşim oğullarından ve Haşim oğullarından olmayan bazı kimseler, bizlerle savaşma istekleri olmadığı halde zorla savaşa çıkarılmışlardır. Hanginiz onlardan birisiyle karşılaşırsa onu öldürmesin...
Kim Ebû'l-Bahteri İbn Hişâm ibnu'l-Haris İbn Esed'le karşılaşırsa onu öldürmesin...
Kim el-Abbas İbn Abdilmuttalib ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü o zorlanarak çıkarılmıştır...»
Resulüllah (s.a.v.) bu meselede amcası el-Abbas'a bir meziyet isnad etmemişti. Bu meselenin ne meziyetlerle ilgisi vardı, ne de bunun zamanıydı...
Muhammed, Hakk savaşında ashabının başlarının düştüğünü-görüp de çarpışma devam ederken, amcasının müşriklerden olduğunu bile bile ona şefaat edecek kimse değildi...
Evet...
Ebû Talib'in, yeğeni ve İslâm için yaptığı iyilik ve fedakârlıkların fazlalığından dolayı amcası için istiğfarda bulunmaktan —sadece istiğfardan— menedilen Hz. Peygamber —mantıken— atalarını ve kardeşlerini öldüren müşriklere: «Amcamı istisna ediniz. Onu öldürmeyiniz» demek için, Bedir savaşına çıkacak kimse de değildir!...
Peygamber amcasının hakiki durumunu ve onun müslüman olduğunu biliyorsa, onun İslâm için yaptığı görülmeyen hizmetlerini ve nihayet onun zorla istemiye istemiye savaşa çıktığını bildiğine göre, öyleyse bu durumdaki birisini kurtarması ve gücü yettiği oranda onun kanının dökülmemesini sağlamak onun görevi oluyordu...
Müslüman olduğu, Resûlüllah'a (s.a.v.) malûm olmayan, el-Ab-bas'ın Resûlüllah'a [s.a.v.) yardım ettiği gibi, İslâm'a herhangi bir yardımı olmayan ve bütün özelliği; müslümanlara kötülük ve zulmetmede Kureyş efendileriyle birlikte hareket etmeyen, onların bu hareketlerinden memnun olmayan ve Bedir savaşına zorla ve istemiye istemiye onlarla birlikte gelen Ebû'l-Bahteri, kanının dökülmemesi ve hayatının yok olmaması için Resûlüllah'ın (s.a.v.) şefaatrna nail olurken, müslümanliğını gizleyen bir müslümanın, İslâm'ın muzaffer olmasında gözle görülen ve görülmeyen bazı davranışları olan bir adamın bu şefaata lâyık olması mümkün değil midir?
Evet... O müslüman ve o yardım eden el-Abbas'tı... Biraz geriye dönüp durumu görelim:
İkinci Akabe biatında, Allah'a ve Rasûlüne biatlarmı vermek, Hz. Peygamber'le birlikte Medine'ye hicreti kararlaştırmak için; 73 erkek ve iki hanımefendiden meydana gelen Ensar heyeti, hacc mevsiminde, Mekke'ye geldiğinde, Resûlüliah (s.a.v.) bu heyeti ve bu bi-atla ilgili haberi amcası el-Abbas'a ulaştırdı... Çünkü Peygamber amcasının her görüşüne güveniyordu...
Gizlice yapılan bu buluşmanın zamanı geldiğinde, H2. Peygamber amcasıyla birlikte Ensar'ın beklediği yere çıktı...
El-Abbas, Ensar'ın tutumunu sınamak ve Peygamber için onla dan emin olmak istedi...
Duyduğu ve gördüğü gibi, haberi bize anlatması için, sözü heyet üyelerinden birine bırakalım:
İşte size, Ka'b İbn Mâlik (r.a.) :
«...Resûlüllah'ı [s.a.v.) beklemek üzere vadide oturduk. Nihayet o, yanında el-Abbas İbn Abdilmuttalib olduğu halde bizim yanımıza geldi. El-Abbas şöyle konuştu: «Ey Hazrecliler! Muhammed, bildiğiniz gibi, bizdendir. Biz onu kendi kavmimizin şerrinden koruduk. O, kendi kavmi arasında ve memleketinde şeref ve izzete sahiptir. Ama o size katılmayı tercih etti...
Eğer siz, onun yapmanızı istediği şeyleri yerine getirmeyi ve muhalif olduğu kimselerden de onu korumayı kabul ediyorsanız, mesele yok.
Eğer onu, düşmanlarına teslim etmeyi ve size geldikten sonra yalnız bırakmayı düşünüyorsanız, şu andan itibaren onu terkediniz...
Şahin gözüne benziyen gözleri, Ensar'ın yüzlerinde dolaşırken bu sert ve kesin sözleri söyleyen el-Abbas bir taraftan da sözünün tesirini ve hareketine hemen verilecek cevapları takip ediyordu..
Ej-Abbas bununla yetinmemişti. Onun büyük zekâsı, gerçeği maddi alanında araştırıp uzmanca bütün boyutlarını karşılaştıran pratik bir zekâydı.
O sırada, zekice sorduğu bir soruyla Ensarla konuşmaya başi İşte:
«—. Benim için harp düzenine geçiniz. Düşmanınızla nasıl döv şüyorsunuz, görelim?!...»
El-Abbas, zekâ ve Kureyş hakkındaki tecrübesiyle, İslâm'la şirk arasında mutlaka bir savaş çıkacağını ve Kureyş'in dininden, şerefinden ve inadından vazgeçmiyeceğini biliyordu.
Hakk olduğuna göre İslâm, batıl için meşru haklarından asla
geçemezdi...
Acaba Ensar Medine halkı çıkacak bir savaşa dayanabilecek miydi?
Onlar teknik yönden Kureyş'e denk miydiler, Kureyş'le iyi savaşabilecekler miydi...
İşte bu yüzden:
«— Benim için harp düzenine geçiniz, düşmanınızla nasıl dövüşeceksiniz görelim?» sorusunu sordu.
El-Abbas'ı dinleyen Ensar, dağlar gibi büyük kimselerdi...
El-Abbas sözünü tamamlar tamamlamaz, özellikle bu soruyu sorar sormaz, Ensar konuşmaya başladılar...
Abdullah İbn Amr İbn Haram soruya cevap vermeye başladı:
„— Biz vallahi savaşçı kimseleriz. Biz savaşçılık üzere yetiştirildik ve ona alıştık. Savaşçılık bize atalarımızdan kaldı.
Biz bitip tükeninceye kadar ok atarız...
Sonra, kınlıncaya kadar mızraklarla dövüşürüz...
Daha sonra da kılıçlarla yürür, bizim veya düşmanımızın en önde olanı ölünceye kadar onlarla dövüşürüz!..,»
El-Abbas kelime-i tevhid getirdikten sonra şöyle cevap verdi:
«— Tamam, siz, savaşçı kimselersiniz, sizin zırhlarınız da var
mı?»
«— Evet... Bizim bütün vücudu kaplayan zırhlarımız da var...»
Sonra ResûlüHah'la Ensar arasında şahane ve büyük bir konuşma inşâallah ilerideki sayfalarda arzedeceğimiz bir konuşma geçti...
İşte bu, el-Abbas'm Akabe biatındaki durumudur...
İster o gün gizli olarak İslâm'a girmiş olsun, ister henüz düşünüyor olsun, onun bu yüce davranışı, batmakta olan karanlıkla doğmakta olan aydınlığın güçleri arasındaki yerini belirliyor ve onun mertliğiyle kararlılığının boyutlarını çizmektedir!...
Bu sakin duruşlu ve yumuşak huylunun fedakârlığını isbat etmek, gerekli değilken gizlenen ve gün ışığına çıkmayan ama ihtiyâç duyulduğunda ve tehlikeli bir durum karşısında, zaman ve mekânı dolduran bu tür bir kahramanlığı savaş meydanında ortaya çıkarmak için Huneyn günü gelir!...
Hicretin sekizinci senesi, Allah, elçisi ve dinine Mekke'nin fethini nasip ettikten sonra Arap yarımadasında hüküm süren bazı kabilelere yeni dinin bütün zaferleri bu hızla gerçekleştirmesi zor geldi...
Hevazin, Sakif, Cûşem ve başka kabileler toplanıp Peygamber ve müslümanlara karşı kesin bir saldırıya geçmeyi kararlaştırdılar.
«Kabileler» kelimesi, Resûlüliah'ın (s.a.v.) hayatı boyunca yapmış olduğu bu harplerin karakteri hakkında bizi yanıltmaması gerekir. Çünkü biz bunların sadece dağda yaşayanların giriştikleri küçük çete savaşları olduğu zannına kapılıyoruz. Halbuki muhkem kalelerde yaşayan bu kabilelerle yapılan savaşlardan daha zarurîleri yoktur.
Bu hakikatin anlaşılması, bize, sadece Resûlüllah'a (s.a.v.) ashabının sarfettiği olağanüstü gayrete ait doğru bir değerlendirmenin yanında, İslâm'ın ve mü'minlerin elde ettiği büyük zaferin kıymetine ait doğru ve güvenilir bir değerlendirmeyi, bu başarıda ve zaferde Allah'ın yardım ettiğine dair açık bir görüşü verir...
Bu kabileler zorlu savaşçılardan meydana gelen bir ordunun saflarında toplandı. Müslümanlar da on İki bin kişilik bir orduyla onların karşısına çıktı...
On iki bin kişiyle...
Bu on iki bin kişi kimlerden meydana geliyordu?
Hemen dün Mekke'yi fethedip şirki ve-putları son ve derin uçurumuna uğurlayan, hiçbir gürültü ve patırdıya meydan vermeden sancaklarını yükselten kimselerden meydana geliyordu!...
Bu kibir ve gurura sevkeden bir şeydi.
Müslümanlar, kötü bir durumla karşı karşıyaydılar. Kalabalık ve düzenli oluşlarının ve Mekke'deki büyük zaferlerinin verdiği gurur karşısında zaafa düşüp:
«— Bugün biz azlıktan dolayı asla yenilmeyeceğiz» dediler.
Sema onları son derece yüce bir savaşa hazırlayınca askeri gücüne güvenmek, savaşta kazandıkları zaferle gururlanmak yola ge tirici bir tokatla da olsa ondan çabucak kurtulmayı gerektiren uygunsuz bir hareketti.
Yola getirici tokat, savaşın başında ansızın gelen büyük bir bozgundu. Nihayet onlar Allah'a yakanp kendi güç ve kuvvetlerinden onun güç ve kuvvetine sığındıklarında, yenilgi zafere dönüştü. Kur'-ân-ı Kerîm bu hususta müsiümanlara şöyle buyurur:
«Şüphesiz Allah size birçok yerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası da olmadığı yeryüzünün geniş olmasına rağmen, size dar gelip de bozularak arkanıza döndüğünüzde Huneyn gününde yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, mü1-minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkâr edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur». (Tevbe sûresi, 25-26)
O gün e!-AbbasTın sesi ve sebatı, sükûnet ve yürekliliğin en parlak görüntülerindendi...
Müslümanlar düşmanlarının gelmesini beklemek üzere Tihama vadilerinden birinde toplandıklarında, müşrikler onlardan önce vadiye gelip, kılıçlarını bileyerek ve hemen vadinin yamaçlarına saklandılar...
Onlar, ansızın müsiümanlara saldırdılar ve müsİümanların birbirlerine bakmadan uzaklara kaçmalarına sebep oldular...
Resûlüllah [s.a.v.], ani baskının müslümanlar üzerinde yaptığı tesiri görünce beyaz katırına binip şöyle haykırdı:
«— Nereye gidiyorsunuz ey müslümanlar? Benim yanıma geliniz...
Ben Peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum».
O sırada Resûlüllah'ın (s.a.v.) yanında yalnız Ebû Bekir, Ömer, Ali İbn Ebî Talib, el-Abbas İbn Abdümuttalib, el-Abbas'ın oğlu el-FazI ibnuI'-Abbas, Ca'fer İbnul'-Haris, Rabia ibnul'-Haris, Üsâme İbn Zeyd, Eymen İbn Ubeyd ve ashabdan birkaç kişi vardı.
Orada, erkekler ve kahramanlar arasında yüce bir yere sahip bir hanımefendi vardı...
İşte bu Ümmü Süleym Bint-i Milhân'dı.
O, müsİümanların kaçtıklarını ve bozguna uğradıklarını görünce kocası Ebû Talha'mn —Allah her ikisinden razı olsun— devesine bindi...
Hamile olduğu için, karnındaki bebek hareket edince, bürdesînî çıkarıp onu sağlam bir kemerle karnının üzerine bağladı. Sağ elinde bir hançer olduğu halde Resûlüllah'a (s.a.v.] ulaşınca, Peygamber ot gülüpseyip:
«— Ümmü Süleym sen ha?» dedi.
Ümmü Süleym:
«— Evet benim... Anam babam sana feda olsun ya Resûlaliah!.
Senin yanından ayrılıp kaçanları, seninle savaşanları öldürdüğün gibi öldür. Çünkü onlar buna lâyıktırlar...»
Rabbinin vadine güvenen Resülüllah'm (s.a.v.) yüzündeki gülüı seme arttı ve ona şöyle dedi:
=— Ey Ümmü Süleym! Ailah yeterli ve en güze! dersi vermlitir!
İşte Resûlüllah (s.a.v.) orada bu haldeyken el-Abbas onun yanındaydı. Onun katırının yularını tutmak üzere ayaklarının arasında, ölüme ve tehlikelere meydan okuyordu...
Peygamber ona insanlara haykırmasını emretti. Çünkü el-Abbas iri gövdeli ve gür sesli birisiydi. O şöyle haykırmaya başladı:
«— Ey Ensar topluluğu... Ey Biata katılanlar...»
Sanki onun sesi kaderin davetçisi ve onun uyarıcısıydı. Onun sesi anî durumun şiddetinden dolayı kaçıp vadinin her tarafına dağılanların kulaklarına ulaşır ulaşmaz onlar hep birden: j
«— Lebbeyk (emret)... Lebbeyk...» diye cevap verdiler...
Onlar fırtına gibi geri döndüler. Hatta onlardan biri, devesini veya atını yürüte1 m ey ince, ondan inip zırhını, kılıcını ve yayını-eline alarak, el-Abbas'ın sesinin geldiği tarafa yönelerek yaya yürümeye başladı,..
Çarpışma yeniden başladı... Hem de bütün şiddetiyle...
Resûlüllah (s.a.v.) :
«—Şimdi savaş kızıştı» diye haykırdı.
Evet, gerçekten savaş kızışmıştı...
Hevazin ve Sakif'in ölüleri yerlerde yuvarlandı, Allah'ın atları Lâfın atiarına üstün geldi. Allah Peygamberine ve mü'minlere sekine-tini indirdi!...
Resûlüliah (s.a.v.) amcası el-Abbas'ı çok severdi. Öyle ki o, Bedir savaşının bitip amcasının geceyi esirler arasında geçirdiği gün hiç uyumamıştı.
Peygamber bu sevgisini gizlememişti. Allah, kendisine kesin bir zafer verdiği halde, niçin uyuyamadığı sorulduğunda şöyle cevap vermişti: ;
«— İplerle bağlı olan el-Abbas'm iniltisini duydum...»
Müslümanlardan birisi Hz. Peygamberin sözlerini duyunca, esirlerin bulunduğu yere koştu ve el-Abbas'ın ipini çözdü. Tekrar geldi ve Resûlüllah'a (s.a.v.) şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın Resulü!
Ben, el-Abbas'ın ipini biraz çözdüm...»
Ama niçin, sadece el-Abbas'ınki?
O zaman Hz. Peygamber o zata:
«— Git, bunu bütün esirlere uygula...»
Evet, Resûlüllah'ın (s.a.v.) amcasına sevgisi, benzer şartların el-Abbas'la biraraya getirdiği insanlardan onu farklı tutmak manâsına gelmiyordu.
Esirlerden fidye almayı kararlaştırdığı zaman Resûlüllah (s.a.v.) amcasına şöyle dedi:
«— Abbas!
Kendin için, kardeşinin oğlu Akîl İbn Ebî Talib için, Nevfel ibnu'l-Haris için, müttefikin Utbe İbn Amr ve El-Haris İbn Fihr oğullarının kardeşi için fidye ver. Çünkü sen zenginsin...»
El-Abbas, bağlarından fidye vermeden kurtulmak istedi ve şöyle
«— Ey Allah'ın elçisi! Ben müslüman oldum. Ama beni zorla getirdiler...»
Fakat Resûîüilah [s.a.v.) fidye konusunda ısrar etti ve bu münâsebetle şu âyeti kerime nazil oldu:
«Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere, Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa, size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar, Allah bağışlayandır, merhamet edendir de». [Enfâl Sûresi/70)
Böylece el-Abbas kendisi ve beraberindekiler için fidye ödeyip Mekke'ye döndü...
Kureyş, bundan sonra ona bir oyun oynamadı. Bir süre sonra malını, mülkünü toplayıp İslâm toplumundaki ve mü'minler kafilesi içindeki yerini almak için Hayber'de Resûlüliah'a (s.a.v.) ulaştı... O, özellikle Hz. Peykamber'in ona gösterdiği sevgi ve saygıyı görüp, onun hakkındaki şu sözünü duyduktan sonra, müslümanlarm da sevgi ve saygısını kazandı:
«-— El-Abbas, benim babamın öz kardeşidir...
Kim el-Abbas'a eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur».
El-Abbas mübarek bir nesil bırakmıştı.
Müslümanların büyük âlimi Abdullah İbn Abbas bu mübarek çocuklardandı.
Hicretin otuz ikinci senesi Receb ayının ondördünde, Cuma günü Medine halkı, birisinin şöyle haykırdığını duydu:
«— Ei-Abbas îbn Abdilmuttalib'in cenazesinde bulunana Allah rahmet etsin».
Anladılar ki el-Abbas vefat etmişti...
Halk, Medine'nin benzerlerine şahit olmadığı korkunç bir kalabalıkla onu uğurlamaya çıktı...
Namazını, müslümanlarm o günkü Halifesi Osman (r.a.) kıldırdı.
Ebû'l-Fazl'ın (el-Abbas'ın) cesedi Bakî mezarlığının toprağı altında sükûnete kavuşup tstirahate çekildi...
Allah'a verdikleri söze sadık kalan salih kimseler arasında gözleri aydın olarak uyudu!... [2]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder